İstanbul’da yaşama sanatı

Ne çocukluğumu İstanbul’da geçirdim. Ne de bu ara sokaklarda yaşadım daha önce. Ama bu koku Kadıköy’de insanı yakaladı mı, sanki bir zamanlar hayatımızın büyük bir kısmını burada geçirmiş ve bu sokakları karış karış biliyormuşsunuz da unutmuşsunuz gibiyi anlatır. Sanki 1980 veya 1990 yazında, arkadaşlarınızla büfeden meşrubat almışsınız da sahilde oturup içmişsiniz gibi… Denizden gelen o güzel esinti saçlarınızı okşuyor ve siz konuşmalara derin sohbetlere dalmışsınız gibi…

SEVGİLİ okur, aşağıda okuyacağınız yazı, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Öğretmenliği Bölümünde seçmeli okutulan “İstanbul Tarihi ve Kültürü” dersinde öğrencilerimin sınıf ortamında ödev şeklinde yazdıkları “İstanbul’da Yaşama Sanatı” başlığı altındaki düşüncelerinden oluşmaktadır.

Geleceğin öğretmen adaylarının İstanbul kültürünü bu boyutta özümsemiş olmaları, ileride görev yapacakları şehirlerin kültürlerini de aynı düzeyde özümseyecekleri umuduna şimdiden bir mesajdır.

Okuyacağınız metinlerde sadece imlâ hataları ve anlam bütünlükleri düzeltilmiş olup, öğrencilerimin düşünce orijinalliklerine hiçbir şekilde müdahale olmamıştır.

Keyifli okumalar diliyor, saygı ve sevgilerimi iletiyorum.

***

Hayranlığın şehri

Evliyalar şehri İstanbul’dan bahsederken ilk olarak şuradan başlayabilirim: Roma döneminde “Bizantion” diye adlandırılan İstanbul, o dönemden itibaren gelişmiş ve şimdiki gördüğümüz çok kültürlü hâlini almıştır. Aslında benim hayretim, buraya gelen krallardan Birinci Justinyanus’un İstanbul’da çok büyük bir mabet yaparak bin yıl ondan daha büyüğünün yapılmadığını öğrenmemle başladı.

İstanbul o kadar büyüleyici bir şehir ki, gelen imparatorlar, kendi izini ve küçük de olsa bir eserini bırakmak istemişler. Burada Justinyanus, İbrahim mabedinden daha büyük bir mabet yapmak istediği için Hagia Sophia’yı yapmış. Lâkin çok büyük bir eser olduğundan çatı tarafı kaldırmamış, sonucunda deprem ve yangınlarla birçok kez tahrip olmuş. Onun izinden giden Birinci Teodosius tekrar Ayasofya’yı yapmış ve daha sonra da bizim mimarlarımız sayesinde günümüze ulaşmış.

Roma yapıları sadece Ayasofya ile kalmamış, bunun yanında Aya İrini gibi mabetler, sarnıçlar, hipodromlar ve daha birçok harika eser yapılmıştır. İstanbul’un yedi tepesinde ve daha nice yerlerde yerleşim kurarak buralarda çok güzel eserler yapmışlardır. Bunların bende en büyük hayranlık bırakanları ise birçok yerde var olan dikilitaşlar ve onların bilinmeyen gizemleri.

Biraz ilerleyelim ve Peygamber müjdesine mazhar olan bu şehri bize emanet bırakan Fatih Sultan Mehmet’e bakalım…

Hazreti Muhammed’in müjdelediği o güzel ve kutlu padişah, zekâsı sayesinde bu kutlu şehri alıp hoşgörülü bir şekilde yönetmiştir. Dinlere saygı göstermiş ve ibadet etmelerine karışmamıştır. Sadece Ayasofya’yı kiliseden camiye çevirtip orada hep ibadet edilmesini istemiştir. Aslında İstanbul’a ilk gelen tabiî ki sadece Fatih Sultan Mehmet değildir. Bunun yanında Yıldırım Beyazıt da bu kutlu şehri almaya çalışmıştır. Hatta ve hatta Peygamberimizin kılıç arkadaşlarından olan Ebu Eyyûb el-Ensari Hazretleri de bu uğurda canını feda etmiştir. Hem de İstanbul’a seksen küsür yaşlarında ve at üstünde gelmiş... Bu olay, Müslümanların ilk İstanbul kuşatmasıdır. Yani bu kutlu şehir birçok kişinin hayâli olup bu uğurda canını feda etmek isteyenlerle doludur. Hâlâ her boyutuyla toplumları büyülemeye devam etmekte ve bunun sonucunda da her yıl yerli yabancı milyonlarca turist ağırlamakta.

Benim için İstanbul’da yaşama sanatı ise, tam bir sanattır. Bundan dolayı kısa bir yürüyüşümü paylaşmak isterim. Laleli’den başlayan yürüyüşlerimde girdiğim camilerde gördüğüm hüsn-ü hatlar ve güzel bezemelerin yanında harika tezhipler, beni en çok büyüleyenler arasında ilk sıradadır hep. Özellikle Sokullu Mehmet Paşa Camiî’ne her gittiğimde bezemelerinin yanında Hacerü’l-Esved taşının küçük parçalarını da selâmlarım. Bu da şuradan geliyorr: Kanunî Sultan Süleyman, Kâbe’nin örtüsünü değiştirtirken Hacerü’l-Esved taşından düşen parçaları İstanbul’a getirtirmiş. Sokullu Mehmet Paşa da Mimar Sinan’a vererek bir cami yapmasını istemiş. Cami, harika çinileri ve hatlarıyla özenle korunarak günümüze ulaşmıştır.

Bunun yanında Rüstem Paşa Camiî’nin bezemeleri de beni çok büyüler. Devamında Türk Ocağı ve İkinci Abdulhamid’in mezarı ile birçok âlim, sadrazam ve yazarların mezarları da… Burayı ziyaret, daima önceliklerim arasında yer almaktadır. Burada özellikle mezar taşları çok ilgi çekicidir. Osmanlı’da ölen kişinin mertebesi ve ilgilendiği alana göre işçilikli taşların yapılması çok büyük bir kıymet bilirlik ve sanatın zanaatla bileşkesidir.

Buradan hayretler içinde çıktıktan sonra Sultan Ahmed Camiî’ne yürürken aklıma hep şu hikâye gelir: “Öyle bir camii olsun ki Ayasofya’dan daha heybetli dursun!” 

Bunu yaptıran Sultan Ahmed, amacına ulaşmıştır bence. Sonra Pargalı İbrahim Paşa’nın evi ve oradaki müzeler de ziyarete fazlasıyla değer. Pargalı İbrahim Paşa Müzesi gerçekten harikadır. Sakal-ı Şerif’ten tutun da birçok tarihî eser yine beni hayran bırakmıştır.

Ardından Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı ve o civarları da gezdikten sonra Aya İrini’ye de uğrayarak Topkapı Sarayı’na giderim. Oradaki Kutsal Emanetlerin tamamı gerçekten de gösterişten çok uzaktır. Osmanlı kültürünü iliklerime kadar hissettiğim o güzel mekânı imkân buldukça gezmek isterim. Gezerken bir yandan hikâyelerini okurum. Orada olan Enderun Mektebindeki eğitim sistemi beni çok şaşırtmıştır.

Gezerken bakmayı sevdiğim şeylerden olan, padişahların zırhlarını ve Kaşıkçı elmasını da unutmamak lâzım diye düşünüyorum. Bununla aynı zevki veren, Kanunî Sultan Süleyman’ın zevcesi Hürrem Sultan’a olan aşkını yazdığı, tezhip bakımından zengin ve kendi mahlasını içeren dîvânını da unutmamak gerekir.

Son olarak Gülhane Parkı’na inerek bu güzel parkı en saklı aşk şiirlerinin gizemlerini hissederek gezerim. Fuat Gezgin’in bilim tarihini harikulâde incelediği Müslüman bilim adamları ise beni her zaman şoka uğratmıştır.

Daha birçok şey yazabilirim bu harika şehir için ama bu bir kısa ödev. Kendim için bol bol gezip tezhip ve hüsn-ü hat yaparak atalarımı yâd etme düşüncesindeyim…

(Elif Uras)

***

 

 

Tarihî Yarımada’nın labirent sokaklarında kaybolmak, Kapalıçarşı’nın rengârenk tezgâhlarında hazine avına çıkmak, Mısır Çarşısı’nın baharat kokularına kapılmak, şehrin geçmişine uzanan bir yolculuktur.

 

Sanat eseri bir şehir

İstanbul, yaşamın ta kendisi gibi her bir köşesiyle adeta bir sanat eseridir. Sokaklarında dans eden ışkılar, tarihin kokusuyla harmanlanmış bir melodi gibi ruhu okşar. Bu büyülü şehirde yaşamak adeta bir şairin en güzel dizelerini yazmak gibidir.

Sabahın erken saatlerinde Boğaziçi’nin sakin sularında yükselen güneş İstanbul’un ruhunu aydınlatır. Denizin mavisine karışan altın rengi ışıklar, şehrin uyanan yüzünü yavaşça ortaya çıkarır. Her anıyla bir öyküye dönüşen sokaklarında yürümek, geçmişle gelecek arasında bir zaman yolculuğuna çıkmak gibidir.

İstanbul’u yaşama sanatı, sokak lezzetlerinden sarayların ihtişamına, çağlar boyu süregelen bir serüven izlerini taşır. Galata Kulesi’nin yükselen seyri, İstiklâl Caddesi’nin kalabalığı içinde kaybolmak, Topkapı Sarayı’nın gizemli koridorlarında geçmişe yolculuk etmek; hepsi birer sanat esintisidir.

İstanbul sadece bir şehir değil, bir yaşam tarzıdır. Her anında bir sanat eseri gizlidir ve onu yaşamak, en güzel şiiri okumak gibidir. İstanbul’u yaşama sanatı, sadece görmekle değil hissetmekle, yaşamakla anlaşılır.

İstanbul güzelliklerinin yanı sıra zorluklarını da beraberinde getirirken, o zorluklara bambaşka bir pencereden bakmayı sağlıyor. Trafiğinden, kalabalıklığından, fabrika dumanlarının kirliliğinden gelen bu zorluklar; denizinin ihtişamı, mimarisinin baş döndürücülüğü, içinden gelen buram buram tarih kokusuyla uçup gidiyor.

Yaşama sanatı İstanbul’un mimarisinde de kendini gösterir. Her köşe başında bir tarih yatar. Osmanlı’nın ihtişamıyla süslenmiş saraylar, Bizans’ın gizemini taşıyan kiliseler… Hepsi bir arada uyum içinde var olurlar. İstanbul geçmişiyle bugünü harmanlayarak yaşar, yaşamın kendisiyle dans eder.

İstanbul’u yaşama sanatı, insan ilişkilerinde de kendini gösterir. Şehrin sokaklarında yürürken her an bir tanıdık yüzle karşılaşma ihtimâlimiz vardır. İnsanların birbirine yabancı olmadığı bu şehirde bir dostluk köprüsü kurarlar. Bir çay bahçesinde oturup sohbet etmek, sokak lezzetlerini tatmak, beraber vakit geçirmek, balık tutmak… İstanbul, insanların bir araya gelerek yaşama sanatını icra ettiği büyük bir sahnedir.

(Dilara Ölmez)

***

Bir senfoni İstanbul

Bir şehrin ötesinde, bir senfoni. Farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan tarihî eserlerin, her köşede yükselen mimarileri, martı çığlıklarının yankılandığı boğazı ve Arnavut kaldırımlı sokaklarında yankılanan ayak sesleri ile İstanbul, adeta bir melodi gibi kulağımıza hitap eder. Bu şehrin ruhunu hissetmek, bu senfoninin ritmini kavramak ise İstanbul’da yaşama sanatının anahtarıdır.

İstanbul’da yaşamak, her gün yeni bir keşif yapmaktır. Tarihî Yarımada’nın labirent sokaklarında kaybolmak, Kapalıçarşı’nın rengârenk tezgâhlarında hazine avına çıkmak, Mısır Çarşısı’nın baharat kokularına kapılmak, şehrin geçmişine uzanan bir yolculuktur. Galata Kulesi’nden şehrin parametrik manzarasını seyrederken ise İstanbul’un bugünü ve geleceği gözler önüne serilir.

Bu şehrin senfonisi sadece tarihî ve turistik mekânlardan oluşmaz. İstanbul’un kalbi sokaklarda atar. Her semtin kendine özgü bir melodisi vardır. Beyoğlu’nun cıvıl cıvıl atmosferi, Taksim’de meydanın coşkusu, Balat’ın nostaljik havası ve Kadıköy’ün bohem ruhu İstanbul’un senfonisine farklı tınılar katar. Bu semtlerin sokaklarında dolaşmak, şehrin sakinliklerini gözlemlemek ve onların hikâyelerini dinlemek İstanbul’un ruhunu daha iyi anlamamızı sağlar.

İstanbul’da yaşama sanatının bir diğer önemli unsuru ise kaostan keyif almayı öğrenmektir. Trafikteki arabaların kalabalığı, insan curcunasında omuzların çarpışması ve her daim bir yerlere yetişme telaşı şehrin doğal bir parçasıdır. Bu kaotik ortamdan bunalmak yerine, onun bir parçası olmayı öğrenmek ve bu enerjiye kapılmak gerekir. Telaş yapmadan anı yaşayarak dolaşmak, şehirde gizli kalmış köşeleri keşfetmenin en güzel yoludur.

Son olarak, İstanbul’da yaşama sanatı, şehrin sunduğu tüm güzellikleri keşfetmeyi gerektirir. Tarihî camileri, görkemli sarayları, büyüleyici müzeleri, enfes lezzetleri ve canlı kültürü ile İstanbul adeta açık hava müzesidir. 

(Sude Naz Dağdelen)

***

 

Bir çay bahçesinde oturup sohbet etmek, sokak lezzetlerini tatmak, beraber vakit geçirmek, balık tutmak… İstanbul, insanların bir araya gelerek yaşama sanatını icra ettiği büyük bir sahnedir.

 

İstanbul’u idrak etmek

İstanbul, belki de üzerinde yaşamış kimsenin idrak edemediği, öyle estetik ve öyle zengin bir diyardır. Onda herkes, ruhunun genişliği kadar bir güzellik tatbik edebiliyor ve onda bir katre güzellik idrak edenler ondan kopmak istemiyor.

Buraya ilk gelenler, İstanbul’un doğal güzelliğine hayran kalmış, İstanbul’a gelmeyenlere “körler ülkesinin sakinleri” demişlerdir. Onları düşününce, bu doğal güzellik karşısında hayrete düşmelerine anlam verebiliyorum. Umarsızca bu güzelliğe perde düşürmeye çalışanlara karşın bu güzellik hâlâ kendini gösterirken, onların görmüş olduğu manzara, bir insanın görüp görebileceği en güzel manzara olsa gerek.

Her tür ve renkten çiçek, zeytinlik, asmalar, yaşlı heybetli ağaçlar, genç fidanlar, cıvıl cıvıl öten kuşlar ve kirletilmemiş Boğaz… Buraya gelen insanların kimi nice güzellik katarken, kimisi sadece bunları yıkmakla uğraştı. Burada biriken koca bir kültürel mirasa karşın insanlar buna kayıtsız kalıyorlar. Yunanlar, Romalılar ve Müslümanların kurmuş olduğu üç koca medeniyetten günümüze kalanlar, dünyadan sayısız insan için İstanbul’u dünyanın en değerli şehri kılmakta. İstanbul’da yaşayan kalpleri kör insanlar ise bu kültürel mirasa karşı kayıtsız kalmış, zaman zaman düşmanca tavır almıştır.

İstanbul’da yaşamak gerçekten bir sanat. Bu sanatı icra edebilmek için Arap Cami, Aya İrini gibi buranın gediklisi mabetleri ziyaret etmek gerek. Öküzün tirene baktığı gibi avare dolaşmayıp onların hikâyesini tanımak gerek. Bu şehri içselleştirmemiz için bize kılavuzluk eden şairlerden birkaç dize ile bu engin güzelliklerle hasbihâl etmek, bu şehre ömrünü vermiş büyük zatlara Karacaahmet’te bir ziyarette bulunmak gerek. Devamlı olarak bir gereklilik boyutunda bahsetmek gerek tüm bunlardan. Zira sanırım bu şehirden hiçbir şekilde faydalanmamak İstanbul’a yakışmıyor. İstanbul’un aşkı ile boyanmış, yana yana yürüyen bir âşığın aldığı lezzet, ancak maşuk ile mümkündür. Maşukuna yabancılaşmış âşık olamaz.

(Yusuf İslam Oğuz)

***

Vapur, Boğaz, ekmek, şehir

Memleketten gelirken hep o derslerde anlatılan İstanbul’un nasıl olduğunu merak etmişimdir. Ayasofya’dan tutun Fatih Camiî’ne dek gezilecek çok yer var.

Burası binlerce yıllık medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir yer. Ulaşım kolay olmasına rağmen çok fazla insan yaşadığı için sıkıntılar yaşanabiliyor. Buna rağmen eski dönemlerden kalan birçok eseri görmek için mükemmel bir fırsat burada yaşamak.

Vapurla gezmek ayrı bir hava; bir yandan deniz kokusu, bir yandan taze hava çok iyi geliyor insana. Canım sıkıldıkça Kadıköy rıhtımdan kalkan herhangi bir vapura binip geziyorum. Vapurdan inip bir balık ekmek veya patso yemenin tadı da ayrı oluyor İstanbul’da...

(Âdem Namal)

***

Hikâyesi yaşamak olan şehir

İstanbul tarihi boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, kültürlerin ve tarihin iç içe geçtiği eşsiz bir şehir. Boğaziçi’nin serin suları yedi tepe üzerine kurulu bu kadim şehrin her köşesinde farklı bir hikâye anlatır.

İstanbul’da yaşamak, bu hikâyelerin bir parçası olmak demektir. Günün ilk ışıklarıyla birlikte uyanan bu şehir, martıların çığlıkları ve vapur seslerinin eşliğinde yeni bir güne “Merhaba!” der. Sabahları, İstanbul’un en hareketleri saatleridir. Herkes yeni bir günde yapılacak işlerine doğru koştururken, bu şehrin en güzel saatlerinden biri olan sabah güzelliğini gözden kaçırıyor.

İstanbul sabahları benim en sevdiğim vakitlerdir. Herkesin bir koşuşturma içinde olduğu bu saatlerde kendimi güzel manzaralı bir yerde huzurla buluştururum. Gülhane Parkı’nda bir yürüyüş yapmak, rüzgârın etkisi ile koca ağaçların uğultusunu dinlemek bana huzur verir.

Bu şehir özellikle ilkbahar zamanları eşsiz bir görüntüye ev sahipliği yapıyor. Boğaz’ın maviliği, ağaçların ve çiçeklerin canlı renkleri... Sadece manzarasından bahsetmek elbette doğru değil; tarihî ve görkemli yapıları göz ardı etmek imkânsız. Ayasofya’nın o ihtişamlı duruşu, Kız Kulesi’nin sadeliği bu şehre ayrı bir hava katıyor. Her köşesinde ayrı bir tarihî olayı, tarihî bir eseri barındıran bu şehir, birçok medeniyete de ev sahipliği yapmaktadır.

Sabah vakitlerinden bahsettim ama akşamlardan da bahsetmemek olmaz. Akşamları dostlarla güzel bir manzara eşliğinde içilen çay, yapılan sohbet bende unutulmayacak hatıralar bırakıyor. En başta söylemiştim “İstanbul’un her köşesi bir hikâye anlatır” diye, tarihî eserlere, kimin yaptığına, nasıl yaptığına bakarken kendimi o eserin bir parçası gibi hissediyorum. Bu eşsiz şehri çok seviyorum ve ayrı ayrı hikâyeler biriktirmek için bu şehirde daha fazla yaşamak istiyorum. Evet, hareketli ve yorucu ama ben bu hareketli şehre alıştım ve gelecek için daha fazla anı biriktirmek niyetindeyim.

(Aziz Burhan Acar)

***

 

 

Binlerce yıllık tarih ve kültür birikimi, bir açık hava müzesi gibidir. Şehirdeki başlıca tarihî mekânlar arasında Ayasofya, Sultan Ahmed Camiî, Yerebatan Sarnıcı, Galata Kulesi ve Kapalı Çarşı yer alır. Bu eserlerin tamamı Tarihî Yarımada olarak bilinen eski İstanbul içindedir.

 

İstanbul’u anlamak

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’un birçok yanını anlamaktır. Bunları binlerce yıllık tarih, coğrafî güzellikler, Boğaz manzarası, adalar, şehrin hareketliliği, belirli günlerde kurulan pazarlar, çok kültürlü bir yaşamdan kaynaklanan farklı ibadet yerleri gibi genel bir çatı altında toplayabiliriz.

Geçmişten günümüze kadar neredeyse bu coğrafyadaki bütün devletler İstanbul’u almaya, kontrol etmeye, elinde bulundurmaya çalışmışlar. Bu nedenle günümüzde tarihî eser olarak şehrin etrafında surlar bulunmaktadır. Bu tarihî eserlere örnekler vermek istersek Ayasofya, Galata Kulesi ve Kız Kulesi ilk akla gelenlerden sadece birkaçı.

Böyle bir şehirde yaşamak, şehri anladığımızda bizim hayat felsefemizi değiştirmektedir. Yolda yürürken baktığımız tarihî bir eserden insanların bu şehir için niçin savaştığını, tarihî bir yapıya denk geldiğimizde önemli ve yetenekli mimarların düşüncelerini, vapura bindiğimizde Boğaz manzarasını, denize baktığımızda adaları, uçan martıları, en önemlisi de insanlara baktığımızda farklı kültürleri hissetmekteyiz.

İstanbul’daki fazla nüfus, farklı kültürlerden insanların bir arada yaşaması ve turistlik bir şehir olması, çok farklı kültürlerin bir arada olmasından kaynaklanan etkileşimleri oluşturmuştur. Bu durum da bazı kültürlerin yok olmasına ve yeni kültürlerin oluşmasına olanak sağlamıştır. Öte yandan, bazı kültürler de bunun aksine, diğer kültürlerden hiç etkilenmemiştir. Bu kültürel karmaşıklık şehrin her yerine sirayet etmiştir. Bu etkileri İstanbul’da gezerken, her dine ait eserleri bir arada gördüğümüzde rahatlıkla fark edebiliriz. Kısacası İstanbul’da yaşamak, tarih ve farklı kültürlerle bir arada yaşayıp bunlara saygı göstermektir. Tabiî şehrin hızına yetişebilirsek…

(Zafer Uzun)

***

“İstanbul dinliyorum, gözlerim kapalı”

İstanbul’da yaşama sanatının önceliği, şehrin ruhunu dinlemektir. Her bir semtinin kendine özgü melodisi vardır. Bu melodiyi Galata Kulesi’nde şehrin eşsiz manzarasını seyrederken insanların uğultularında, Pierre Loti’de kahvenizi yudumlarken martıların çığlıklarında, Ayasofya’nın kubbesindeki tarihî fısıltıda ve Anadolu’dan Avrupa’ya vapur seyahatinizde denizin sesinden duyabilirsiniz.

Bu melodi birliği, geçmişten bugüne Üsküdar’ın hüzzama çalan duygularına, “Ey İstanbul, beni büyüleyen isimlerden en büyüleyeni yine sensin” diyen Pierre Loti gibi birçok yazar, şair ve ressamın kalemine ilham kaynağı olmuştur.

İstanbul’da yaşamak için her gün keşif yapmak gerekir. Çünkü ithal malı sanatın ve giyimin kültürle harmanlandığı yegâne bir şehirdir İstanbul. Bu bakımdan tarihi boyunca birçok kültürü haznesinde barındırmıştır. Her bir semtin tarihî derinliklerine inildikçe, melodilerin farklılığı bizi kuşkusuz etkileyecek, İstanbul’da yaşamanın bir sanat olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. 

İstanbul’da yaşamanın bir diğer önemli hususu, melankoliyi ve matemi sevmeyi öğrenmektir. Balat’ın renkli sokaklarında gezinirken çarpışan omuzlarda, ütüyü rafa kaldıranların kültüre aykırılığında, trafikteki korna seslerinde kaos gizlidir. Bu kaos, semtin sakinlerini matem duygulara sürükleyecek, İstanbul’u yaşanmaz hâle getirecektir. Fakat doğanın parçası olan kaosu kabullenebilirsek, tarihî caddelerde kaybolurken ayak sesleri bize çekilmez bir gürültü ile değil de ruhumuza hoş gelen bir melodi ile eşlik edecek, İstanbul’da yaşamayı, İstanbul’da yaşama sanatı olarak bizlere sunacaktır.

(Emine Yılmaz)

***

İstanbul’da usta işi bir yaşamak

İstanbul’da yaşam sanatı, her sabah Boğaziçi’nin muhteşem manzarası eşliğinde başlar. Dingin sular ve Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan köprüler, şehre kendine özgü bir karakter kazandırır. Sabah koşuları, Boğaz’da teknelerle yapılan geziler veya sahil kenarında manzara eşliğinde içtiğimiz bir kahve bile İstanbul’da yaşamın tadını çıkartmanın harika yollarından biridir sadece.

Şehrin farklı semtlerindeki yaşam tarzı da şehrin çeşitliliğini yansıtır. Sultanahmet’te tarihle iç içe bir yaşam sürerken Kadıköy’de bohem ve alternatif bir atmosfer bulabiliriz. Beyoğlu’nda modern kafeler ve sanat galerileri, Karaköy’de tasarım atölyeleri herkesin ilgi alanına hitap eden yaşam tarzlarını sunar.

İstanbul sokaklarının her köşesi bir hikâye barındırır. Binlerce yıllık tarih ve kültür birikimi, bir açık hava müzesi gibidir. Şehirdeki başlıca tarihî mekânlar arasında Ayasofya, Sultan Ahmed Camiî, Yerebatan Sarnıcı, Galata Kulesi ve Kapalı Çarşı yer alır. Bu eserlerin tamamı Tarihî Yarımada olarak bilinen eski İstanbul içindedir.

İstanbul kültür-sanat açısından da içinde yaşayanlara geniş imkânlar sağlayan bir şehirdir. Örneğin İstanbul Bienali, İstanbul Film Festivali, İstanbul Müzik Festivali, İstanbul Tiyatro Festivali, İstanbul Kitap Fuarı gibi etkinlikler her kesimden insana hitap edebilecek aktivitelerdir. Bunların dışında İstanbul’un sokak lezzetleri, şehrin canlı ve renkli atmosferini yansıtan bir zenginlik sunar. Balık ekmek, midye dolma, simit, kumpir, döner gibi lezzetler hemen hemen her semtte karşımıza çıkabilir.

(Barış Parlak)

***

 

Bu şehri içselleştirmemiz için bize kılavuzluk eden şairlerden birkaç dize ile bu engin güzelliklerle hasbihâl etmek, bu şehre ömrünü vermiş büyük zatlara Karacaahmet’te bir ziyarette bulunmak gerek.

 

Vazgeçilemeyen şehir: İstanbul

Doğduğumdan beri İstanbul’da yaşayan biri olarak, İstanbul’un benim için vazgeçilmezlik tanımına karşılık geldiğini fark ettim. Şöyle ki, birini veya bir şeyi gerçek anlamda severseniz o şeyi özümsersiniz. Ne demek istiyorum? Onu bütünüyle sever, minik detaylarına kadar önemsersiniz; kusurlarını veya hatalarını görmez ya da katlanır, ondan vazgeçemezsiniz. Benim sevgi tanımım bu yoğunlukta olduğundan, vazgeçilmezlik tanımım da bir o kadar öyle oluyor. O yüzden bu güzel şehrin kusurlarına katlanıyorsunuz.

Her gün on beş dakika hayatımdan yakınırım; bu şehrin kalabalıklığından... Ama hak vermek lâzım; bu çok kültürlü, eşsiz şehirde herkes yaşamak ve burayı görmek ister. Bu nedenle yakınmalarım trafik saatlerinden öteye gitmez.

Şehri enine boyuna bir gezin, gerekirse esnafa, sakinlerine sorun; yine de İstanbul’u tam anlamıyla keşfedemezsiniz. Neden mi? Bu şehir üstünde birçok kültürü barındırdı ve hâlâ barındırmaya devam ediyor. Her gelen bir ayak izi bıraktı bu şehre. Ve İstanbul’da bu izler saklanmaya devam ediyor. Böyle bir şehri tam olarak keşfedip anlamaya insan ömrü yeter mi, düşünmek lâzım.

“Vazgeçilmezlik” demiştim; bu şehre biraz yıllarını adayınca fark ediyorsunuz bu durumu. Türkiye’nin her bir köşesinde güzellik vardır elbet, fakat gittiğiniz her şehirde İstanbul’un yerini dolduracak unsurlar ararsınız.

Allah, bir şehre verilebilecek en değerli hediyeleri büyük bir nimet olarak İstanbul’a vermiş. Boğaz’ı vermiş, yeşillik vermiş, köklü bir geçmişe sahip tarihsel unsurlar vermiş. Ve sayamadığım daha çok öge... Bazı şairler, edebiyatçılar denemiş anlatmayı, devamını onlara bırakıyorum. Ama kısaca demeliyim ki, kelimelerle anlatamadığım bu şehirde yaşamak, ayrı bir sanat.

(Selin İrem Korucuoğlu)

***

Karmaşadan sanat çıkarmanın adı İstanbul

Şehrin karmaşasında huzurlu yaşamak; huzuru bulma, kültürel çeşitliliğin tadını çıkarma, tarihsel dokulara ve yapılara saygı gösterme ve modern yaşamın bizlere sunduğu olanakların değerlendirmesini yapmayı ifade eder. Bu dengeyi korumak, şehrin sunduğu fırsatları ve öncelikleri aynı zamanda şehrin getirdiği zorlukları deneyimlemek, acısıyla tatlısıyla şehrin getirdiği duyguları tatmak, huzur bulup kafa dinlemek, inançlara göre ibadetleri yapabilmek, şehrin her ortamında ayrı bir keyif almaktır. Aynı zamanda şehrin dinamiklerini anlamak, yerel lezzetleri, tarihî ve yerel mekânları keşfedip ziyaret etmek, Boğaz’ın ve adaların güzelliklerinden faydalanmak, sokakları keşfetme sanatını da içerir. 

İstanbul’un ruhunu yakalamak, geçmişi ve bugünü bir arada yaşamak ve şehrin enerjisinden beslenmek anlamına gelir bu. İstanbul’u yaşamak bir sanattır, herkese nasip olmaz.

(Yiğit Gözüyukarı)

***

“Nereden nereye?” şehri İstanbul

Moralim, her durakta dur-kalk yapan araçlarla, çalan kornalarla, ağlayan çocuklarla çoktan bozulmuştu. Bu boğucu hava... Ah! Her seferinde “Ben burada ne yapıyorum? Ne işim var İstanbul’da?” düşüncesini söyletiyor insana…

Yüzümde, İstanbul’da yaşayan insanların yüzünde bulunan o gergin, dışarıya karşı aşırı nefret içeren, üç saniye daha bakarsan her an küfür yiyebileceğim bir asık ifade... Bu kaotik ortamın üstesinden gelmek, atomu parçalamaktan daha zor. Kulaklık taksan, en sevdiğin şarkı mideni bulandıracak bir hâl alır biçimde...

Ve bugün...

Sıcak bir ilkbahar mevsiminin son ayı ve son pazarı. Kadıköy’ün sürekli denize çıkan ara sokaklarında arkadaşımla yürüyorum. Güneş pırıl pırıl, ağaç yaprakları arasından gösteriyor kendini.

İşte yine o koku! Havada, daha çok çocukken, Ramazan aylarında hafif bir esintiyle gelen o fırın, bahar kokan koku… Güzel geçmiş günleri hatırlatan, anne kokan, huzur kokan koku… İnsan nereye giderse gitsin, kaç yaşına gelirse gelsin, bilecek o kokuyu. Öyle ki, insanın birden içini doldurur, gözleri yaşartır.

Ve ben... Ne çocukluğumu İstanbul’da geçirdim. Ne de bu ara sokaklarda yaşadım daha önce. Ama bu koku Kadıköy’de insanı yakaladı mı, sanki bir zamanlar hayatımızın büyük bir kısmını burada geçirmiş ve bu sokakları karış karış biliyormuşsunuz da unutmuşsunuz gibiyi anlatır. Sanki 1980 veya 1990 yazında, arkadaşlarınızla büfeden meşrubat almışsınız da sahilde oturup içmişsiniz gibi… Denizden gelen o güzel esinti saçlarınızı okşuyor ve siz konuşmalara derin sohbetlere dalmışsınız gibi…

(Sezai Çoksu)