İsrail’i durdurmak

Direniş kazanacak, bundan kimsenin şüphesi olmasın! Katil İsrail’in Nuseyrat Mülteci Kampına düzenlediği hava saldırısında 4 yaşındaki kızını kaybeden Filistinli babanın sözleri, bu gerçeği bir tokat gibi yüzümüze vuruyor: “Çocukları öldürüyorlar. Allah’ın izniyle denizden nehre kadar Filistin’i özgürlüğüne kavuşturacağız.”

İSRAİL (terör devleti), 7 Ekim 2023 tarihinden bugüne, neredeyse bir yıla yakın bir zamanda, Filistin Gazze’de, Gazzelilere yönelik olarak, özellikle Müslümanlar için kutsal zamanlarda (bayram ve mukaddes gecelerde) dahi ve hem Müslümanlar, hem de tüm insanlar için dokunulmaz mekânlarda (hastane, ibadethane gibi) ısrarla ve artırarak devam ettirdiği soykırımı bir zulüm makinesi hüviyetinde ifa ediyor. 

Öncesinde de zulümde sınır tanımamıştı İsrail. Fosfor gazı kullanımından dökme kurşuna kadar akla hayâle gelmeyecek öldürme ve yok etme teknikleri kullandı, kullanmaya devam ediyor.  Zindanlarda uyguladığı zulümleri saymaya kalksak bu sayfalar yetmez. 

Uluslararası camianın İsrail’in Gazze’de Filistinlilere uyguladığı bu soykırımın durdurulması, kırk bini aşan masum insanın şehit edilmesinin ardından hâlâ katliama devam etmesinin sona erdirilmesi hususunda BM’ye, ABD’ye, İngiltere’ye ve AB’ye olan güven ve beklentisi ne yazık ki boş çıktı. Aslında bu güven ve beklenti zaten karşılığı olan bir şey değildi. Başka bir ifadeyle, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım ve katliamların durdurulması konusunda BM, ABD, İngiltere ve AB’den medet ummak, zavallılıktan başka bir şey değildi. 

Masalca anlatmak gerekirse, İsrail konusunda bu ülkelerden medet ummak, kırmızı başlıklı kızı büyükanne rolündeki kurda teslim etmekten dahi daha gayr-i ciddî bir eylemdi. Çünkü bunlar, geçmişten bugüne zulmün ağababası olmuş devletlerdir. Hangisini anlatsak diğeri eksik kalır. Birkaçını yazalım yine de. Yazalım ki, İsrail’in bu zulüm, soykırım ve katliamının bitmesi için BM, ABD, İngiltere ve AB’nin neden müdâhil olmadıkları anlaşılsın…

Şer odakları her zaman zulmün koruyucusu oldular

Srebrenitsa’dan başlayalım… Bosna Savaşı esnasında Srebrenitsa, BM tarafından “güvenli bölge” ilân edilmişti. Bu güvenli bölge BM adına 400 Hollandalı asker tarafından korunmaktaydı. Güvenli bölge olduğu için otuz bine yakın Boşnak oraya sığınmış ve BM askerleri tarafından Srebrenitsa yakınlarındaki Potaçari’deki akü fabrikasına yerleştirilmişti. Oyun tam burada oynandı. Hollandalı askerler 11 Temmuz 1995 günü akü fabrikasındaki savunmasız binlerce Boşnak insanı “Sırp Kasabı” olarak bilinen Ratko Miladiç komutasındaki askerlere teslim etti. 

Bu insanlara Srebrenitsa’da ne oldu, ne yapıldı? 

Sırp askerleri tarafından Srebrenitsa’da beş gün içinde 9 bine yakın Boşnak katledildi. 25 bin Boşnak bir günde mülteci olmak zorunda bırakıldı. Yetmedi, bu kıyımdan kaçmaya çalışan ve Tuzla’ya ulaşmak isteyen 15 bine yakın Boşnak, Sırp keskin nişancıları tarafından tek tek vuruldu. Bunların içinde Tuzla’ya sadece iki üç bini ulaşabildi. Merak edenler için yazalım, Bosna Savaşı’nda 350 bine yakın Boşnak katledilerek 500’den fazla toplu, 5 binden fazla da müstakil mezara gömüldü.

Gelelim meşhur Ruanda’ya... Ruanda (Tutsi) Soykırımı 7 Nisan 1994 tarihinde gerçekleşti ve 300 bini çocuk olmak üzere 800 bin kişi hayatını kaybetti. 2 milyon insan komşu ülkelere giderek mülteci oldu. Peki, bu katliamın gerçek sahibi kimdi? Sadece Hutular mı? Elbette hayır! Ruanda Soykırımı’nın gerçek sahibi Belçika’dır. Hani şu günlük kakao toplama konusunda eksik kalmış olanların ellerini kesmekle şöhret bulmuş Belçika… Ruanda gerçeği çok önemlidir. İsrail’in Gazze’de kullandığı fosfor bombasının Ruanda’da Hutuların palalarla yaptığı Tutsi katliamındaki kullanımından farkı yoktur. Gelin, bu gerçeği Ruanda’nın Kibuye kentinde 1979’da dünyaya gelen Nishimwe’den öğrenelim. 

Nishimwe, Ruanda Soykırımı’nın gerçek sahibinin Belçikalılar olduğunu söylemekte ve şöyle seslenmektedir: “Tutsiler ve Hutular ülkedeki farklı sosyal sınıflardı ama Belçikalılar geldiğinde bunu ‘Böl ve yönet’ yöntemiyle değiştirdiler. Böylece sosyal sınıflar ‘etnik köken’ hâline geldi. Etnik kökenimizi belirlemenin yolu ise burnumuzu ve boyumuzu ölçmekti. Böylece ‘Bunlar Hutu, bunlar Tutsi’ diyorlardı. Daha sonra buna göre kimlik kartı dağıttılar. Soykırımdan önce yuvamız sevgi ve şefkat doluydu. Liseye geçtiğimde kim olduğumun farkına vardım, çünkü hâlihazırda ülkede Radio Television Libre des Mille Collines (RTLM) radyosu aracılığıyla Tutsilerden nefret etmeyi öğütleyen propaganda faaliyetleri yapılıyordu. Bize, ‘Siz hamamböceklerisiniz, yılansınız’ gibi ifadeler kullanıyorlardı. Bu ifadeler o radyo aracılığıyla çok fazla kullanıldı. Çocukken bunları duymak korkunçtu…” 

Nishimwe, soykırımı da şöyle özetliyor: “Hemen saklanmak zorunda kaldık. Birçoğumuz için çok zor olan ve saklanarak geçen o üç ayda hayâl edilemez şeylerle yüzleşmek zorunda kaldım. Babamı kaybettim. Üç erkek kardeşim ve her iki taraftan da dede ve büyükannelerim öldürüldü. Amcalarım, halalarım, kuzenlerim; baba tarafından neredeyse ailemdeki herkesi kaybettim. Anne tarafından birkaç aile üyem hayatta kalabildi.”

Biraz daha eskilere uzanıp Almanya’nın Namibya’da gerçekleştirdiği soykırıma bakalım. Çünkü 1884’lerde başlayan ve bugün Namibya olarak bilinen ülkedeki Herero ve Nama kabilelerine yönelik Almanların uyguladığı işgal ve soykırımı hatırlayanlar olmayabilir. Soykırımcılar kolay unuttururlar. Unutturmak için de soykırımdan bir asır sonra, geride kalanlara, “Dua ederken paylaştığımız Tanrı’nın sözleri adına, sizden günahlarımız ve taşkınlıklarımızdan dolayı bizi bağışlamanızı istiyoruz” derler. Çünkü dua ederken paylaştıkları Tanrılarını soykırım yaparken asla hatırlamazlar.  

1880’lerde Namibya’da yaşananların bugün Gazze’de yaşananlardan tek farkı, öldürme teknolojisinin ilerlemesiyle yaşanan gelişmelerdir. Orada da tıpkı bugün Gazze’de olduğu gibi işgalci bir güç, ülkenin gerçek sahiplerinin topraklarına zorla el koymuş ve ülkede yaşayan Herero ve Nama kabileleri buna karşı direnerek isyan etmiştir. Bunun üzerine başlatılan soykırımla on binlerce insan ya katledilmiş ya da zincirlenmiştir. Soykırımının bilânçosu; 60 binden fazla insanın Almanlar tarafından öldürülmesidir. 

İngilizler Almanlardan farklı mıdır? Elbette hayır! Farklı olsa, “Küfür tek millet” olabilir miydi? İngilizlerin Hindistan’da yaptıkları zulüm ve katliamların yanında 1945’lerde Kenya’da yaptıkları da bugün İsrail’in Gazze’de yaptıklarından farklı değildir. 

İngiliz işgalci hükümetine karşı hak ve özgürlük noktasında karşı çıkan Kenyalıların talepleri reddedilmişti. 1952’de İngilizler tarafından Kenya’da soykırım başlatılmış ve 1960’a kadar devam etmişti. Bu soykırımının bilânçosu, 15 bin kişinin katledilmesi ve İngiltere’de yaklaşık 100 bin Kenyalının yargılanmadan 10 yıl hapis cezası almasıdır.

İtalyanların 1929 yılında Libya’da gerçekleştirdiği soykırım da bugün Gazze’de yaşananlardan farklı değildir. Fransızların 132 yıl boyunca Cezayir’de gerçekleştirdiği soykırımın da bugün İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiğinden farkı yoktur. Bu anlamda ABD’nin Kıta Yerlilerine uyguladığı soykırım ve katliamın boyutu çok daha fazladır. 

Velhâsıl-ı kelâm, katil İsrail’in Filistin Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım ve katliamı durdurma konusunda BM, ABD, İngiltere ve AB’nin yapacağı, daha doğrusu yapmak için güdeceği bir hamle yoktur. Çünkü onlar da geçmişte bugün İsrail gibi soykırımcılardır. 

Peki, İsrail’in bu terör saldırılarını kim durduracak? Elbette uluslararası camia müdâhil olmalı ama asıl müdâhil olması gereken, Müslüman devletlerdir. Onlarla birlikte İsrail zulmünü durduracak olan yegâne güç, -biiznillah- Filistin direnişidir. Yüzyılın başında Filistin’de İngiliz işgali sürerken, Filistinli kadınların İngiliz zindanlarındaki eş, baba ve kardeşleri için “Ey dağa çıkanlar” (Ya talêel al-jabal) isimli türküyü söylerken zindan duvarlarına yaklaşıp haykırdıkları gibi, “direniş kazanacak”. 

Evet, direniş kazanacak, bundan kimsenin şüphesi olmasın! Katil İsrail’in Nuseyrat Mülteci Kampına düzenlediği hava saldırısında 4 yaşındaki kızını kaybeden Filistinli babanın sözleri, bu gerçeği bir tokat gibi yüzümüze vuruyor: “Çocukları öldürüyorlar. Allah’ın izniyle denizden nehre kadar Filistin’i özgürlüğüne kavuşturacağız.” 

Direniş kazanacak ve Filistin, denizden nehre özgür olacaktır!