ALLAH cezanı versin İsrail… Allah cezanı versin İsrail…
Pek çoğumuzun günde -herhâlde- yüz defa söylediği bu beddua, bir yerde işe yarayacak ümidindeyim.
Yüz az gelirse, bine çıkarabiliriz.
*
Eskiler bedduadan hoşlanmazdı. Bedduayı tavsiye etmez, menederlerdi. Yerini bulmazsa geri döneceğine dair uyarıda bulunurlardı.
“Beddua edilen kişi onu hak etmediyse dönüp dolaşır ve beddua edene gelir” derlerdi.
Razıyım. Şayet İsrail ceza ile buluşmayı hak etmiyorsa, dönüp gelsin, beni bulsun.
“Eskiler” dediğimiz nineler dedeler, zarif insanlardı. İnce düşünürlerdi. Boş yere beddua edilmesini istemezlerdi. Kötülükten uzak durmak için kötü söz sarfetmemek gerektiğine inanırlardı.
Biz onlar kadar zarif değiliz. Biraz kaba bile sayılırız. Ayrıca biz büyüdükten sonra dünya çok fena kirlendi.
Şayet boş yere beddua ediyorsak, neticeye katlanırız.
Yeryüzünde şu son aylarda yaşadıklarımızdan, Gazze’de gördüklerimizden daha aşağılık, daha beter bir uygulama varsa, İsrail suçlu değilse, cezayı hak etmiyorsa, lânetlenmeye müstahak değilse, insanlıktan çıkmamışsa, razıyım, beddua dönüp gelsin.
“Kahrolsun İsrail” sloganları yersizse, haksızsa, kabul, dönüp gelsin. Adresimiz belli, kimliğimiz belli. Hep aynı yerdeyiz.
*
Gerekçede mutabık kaldıysak, kaldığımız yerden devam edelim.
Allah cezanı versin İsrail.
Kolun kanadın kırılsın, boyun devrilsin.
Boğazın kurusun da bir yudum su verenin olmasın.
Gidişin olsun da dönüşün olmasın.
Yuvanda baykuşlar ötsün, ocağında incir ağacı çıksın.
Huyun suyun kurusun, yattığın yerde toprağın dar gelsin.
Haritada kendine yer bulamayasın.
Yaptıklarını bulasın.
Balaların ardında melesin.
*
Bakın, beddua ederken bile çocukları, bebekleri hariç tutuyoruz. Onların masum olduğuna inanmaktayız. Suçlu olan, eline yüzüne kan bulaşanların cezasını çekmesini istiyoruz fakat masumlara zarar gelmesine karşıyız.
Siyasetçilerin emrindeki İsrail ordusu gibi değiliz. İsrail askerleri çoluk çocuk ayırmıyor. Kadın erkek demeden, genç yaşlı demeden saldırıp öldürüyor. Attığı bombaların kimlerin başına düşeceğini hesap etmeden saldırıyor. Filistinli siviller ya parçalanarak can veriyorlar yahut yanarak. Hiçbirinde vücut bütünlüğü yok. Bazılarından geriye sadece bir parmak kalıyor. Bir avuç küle dönenler de var.
Nazım Hikmet’in, ABD’nin Hiroşima’ya attığı bombadan ölen çocuklar için yazdığı mısraları hatırlıyoruz yine.
“Hiroşima'da öleli/ oluyor bir on yıl kadar./ Yedi yaşında bir kızım,/ büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,/ gözlerim yandı kavruldu./ Bir avuç kül oluverdim,/ külüm havaya savruldu.”
Bugünlerde Gazze’deki çocuklar, 80 yıl önceki Japon çocuklarından farksız.
Onlar da durup dururken, bir gece yarısı atılan bombayla yanıp kül oluyorlar. Şiirin son dörtlüğü de şöyle:
“Çalıyorum kapınızı,/ teyze, amca, bir imza ver./ Çocuklar öldürülmesin/ şeker de yiyebilsinler.”
Gazze’nin yangından, bombadan bir şekilde kurtulabilmiş masum çocukları, şekeri hayâl bile edemiyorlar. Açlıkla mücadele ederken şeker çok lüks. Akla bile gelmez. O iri gözlü güzel çocuklar, yiyecek iki lokma ekmek, bir yudum su bulmak için yangın yerlerini elleriyle karıştırıyorlar, külleri ve kömürleri eşeliyorlar.
*
Netanyahu, dünyada kendilerini durduracak bir güç bulunmadığına inanıyor. Bunu da açık açık dile getiriyor. Küstahlıkta sınır yok.
İstediği kadar pervasız olsun, fena hâlde yanılıyor. Onu durduracak bir güç var.
MHP Lideri Devlet Bahçeli bu hafta yaptığı son konuşmasında, Türkiye’nin harekete geçmesi gerektiğini söyledi.
“İsrail’in katil Başbakanı ve Savunma Bakanı hakkında ülkemizin bir an evvel yakalama kararı çıkarmasını beklediklerini” açıklayan Bahçeli, Netanyahu’nun adını da “Caniyahu” şeklinde kullandı. Çok da yakıştı bu isim.
Bahçeli, Gazze’deki zulüm karşısında İslâm ülkelerinin de ayağa kalkması gerektiğini vurguladı.
Olması gereken budur ama boyunduruk enseden baskı yaparken, istenilen şekilde hareket edebilmek kolay değil. Önce sert bir hamle ile o boyunduruktan kurtulmak, muşeti iptal etmek ve üvendireden kaçmak şart.
Tabiî bunun için de bazı riskleri göze alacak cesarete sahip olmak gerekir. Kimlerde var o cesaret; o vicdan, o inanç, o yürek?