İsraf ve tasarruf ahlâkı

Asıl olan, “tasarruf ahlâkı”dır. Bu ahlâkı kazandırmak için aileler ve Millî Eğitim Bakanlığı’na çok iş düşmektedir. Müfredat programlarına “Tasarruf Ahlâkı” adlı bir ders konulabilir ve her kademede okutulabilir. Çünkü bu bir bilinç ve ahlâk meselesidir…

Kavramların dili

BİRBİRLERİYLE çok yakından ilişkili iki kelime ve iki kavram. Birisi negatif içerikli (israf), diğeri pozitif içerikli (tasarruf).

İsraf; aklen, mantıken, ilmen ve dînen yerilmiş ve kabûl edilmeyen bir kavram. Ahlâken de sevimsiz ve hoş karşılanmayan bir kavram. İsraf edenlere “müsrif” ya da “savurgan” denilir. Tasarruf ise tam tersi; sevilen, takdir edilen, teşvik edilen ve hoş karşılanan bir kavram. Bugünkü anlamıyla “tutumlu olmak”…

Aklını yitirmeyen (mecâzî anlamda), bilimin ve mantığın kurallarını hiçe saymayan, ahlâkî değerlerini kaybetmeyen, şımarıklık yapmayan, açgözlü ve doyumsuz olmayan, hedonist bir felsefeye sahip olup bohem bir hayat yaşamayan her insanın nezdinde tasarruf etmek aklî, mantıkî, ilmî, ahlâkî bir değer ve davranıştır.

Emânetlerimiz ve imtihanımız

Şurası unutulmasın ki, canımız da dâhil olmak üzere sahip olduğumuz her şey aslında bizim değildir. Hepsi imtihan maksadıyla Yaratan tarafından geçici süreliğine bize verilmiş olan birer nimet ve emânettir. Öyle olmasaydı canımızı Azrail’e hiç teslim eder miydik? Öyle olmasaydı ölürken malımızı, “Öbür dünyada lâzım olur” diye yanımızda hiç götürmez miydik?

Yanımızda kefenden başka bir şey götürebiliyor muyuz? Aslında onu da biz götürmüyoruz. Geride kalanlar, bizim hiçbir dahlimiz olmadan bize bu kefeni giydirmiyorlar mı? Rivâyet odur ki, Vehbi Koç bile o kadar malı mülkü olduğu hâlde, öldükten sonra defnedilmeden önce ayağına bir çift çorabını oğlu Rahmi’ye giydirttirememiş (Mektup Hikâyesi).

Mâmâfih (bununla birlikte) öldükten sonra hepimiz yanımızda istisna olarak mutlaka bir şey götürüyoruz. Ama bunlar, yaşarken o kadar sevdiğimiz, üzerlerine toz bile kondurmadığımız o güzelim dünya malları değiller. Ya nelerdir? “Amellerimiz”… Yani yaşarken, diri iken yapıp ettiklerimiz... İşte bunların hesabını hesap gününde Allah’a vermek için yanımızda götürüyoruz ve dahi götüreceğiz.

Yeri gelmişken, imtihanla ilgili olarak iki âyet zikredelim.

İki âyet

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 186’ncı âyet, Diyânet İşleri Meâli-Yeni)

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara Sûresi, 155’inci âyet. Diyânet İşleri Meâli-Yeni)


İsrafın çeşitleri ve düzenlenen kampanyalar

İsrafın bin bir çeşidi vardır; ekmek, enerji, mal, mülk, hayat, sağlık, zaman ve daha niceleri…

Hiç unutmuyorum. 70’li, 80’li yıllarda Devlet tarafından “ekmek israfını önleme kampanyaları” düzenlenirdi. Bununla ilgili olarak o zaman ülkemizde tek televizyon kanalı olan TRT’de yayınlar yapılır, spot reklâmlar gösterilirdi. Ama buna rağmen pek de olumlu neticeler alınamazdı. Çünkü bu biraz inanç ve bilinç meselesiydi.

Meselâ, Anadolu’da analarımız ekmeği hiç israf etmezlerdi. Bizi de öyle yetiştirmişlerdi. Zâten biz küçükken köylerde yufka (açık) ekmekler vardı. Sofrada yemek yerken veya yedikten sonra sofranın dışına dökülmüş küçük ekmek kırıntıları varsa, biz onları dahi büyük bir saygıyla alır, öper, alnımıza koyar ve “Bismillah” diyerek yerdik.

Biz böyle terbiye edilmiştik. Çünkü Anadolu’da ekmeğin adı nimetti. Nimeti de veren Allah’tı. O hâlde nimete saygı, Allah’a saygı demekti.

Bundan dolayı bu terbiye ile büyütülmüş bizler için yapay “ekmek israfını önleme kampanyaları” düzenlemeye hiç gerek yoktu. Zâten nimete, dolayısıyla Allah’a saygısı olmayanlara da ne kadar kampanya düzenlerseniz düzenleyin, yine de sonuç alamazsınız.

Yine o yıllarda “enerji israfını önleme kampanyaları” da düzenlenirdi. TRT’de yine benzer uygulamalar ve yayınlar yapılırdı. Ama sonuç pek değişmezdi.

İsraf ve tasarrufla ilgili hâtıralar

Yeri gelmişken, bu konuyla alâkalı bir hâtıramı nakledeyim:

Üniversite hocalığına geçmeden önce, 80’li yılların başlarında -ki mesleğimin daha ilk yıllarıydı- Ankara’daki bir lisede öğretmen olarak görev yaparken, bir kış günü akşama doğru okulumuza Alman ZDF televizyonundan bir ekip geldi. Amaçları, Almanya’da çalışan Türk ailelerin çocukları Almanya’da yaşayıp okurken, sonradan bir vesile ile Türkiye’ye dönmüş ve ülkelerinde okumak durumunda kalmış olan bu Türk gençlerinin iki farklı kültüre muhatap olmaları sebebiyle kültürel yapılarındaki muhtemel değişmeleri mukayeseli bir şekilde incelemekmiş. Bunun için erinmeden Almanya’dan kalkıp ülkemize gelmişler ve okulumuzda bu tür talebelerin bulunduğunu öğrenince çekim ve röportajlar yapmak için okulumuza teşrif buyurmuşlar.

Bu tür öğrenciler benim sınıfımda bulunuyorlardı ve ben de o saatlerde sınıfta ders yapıyordum. Kapı çalındı ve baktım ki Müdür Bey ile birlikte Alman televizyon ekibi kameralarla birlikte içeriye girdiler. Müdür Bey bana durumu anlattıktan sonra, Almanlar çekim ve röportaj yapmak için başladılar hazırlık yapmaya. Bu arada mevsim kış ve zaman da akşama doğru olduğu için ortalık erken kararıyor, hâliyle okulda ışıklar yanıyordu.

Almanlar, çekim malzeme ve kameralarını sınıfa taşıdıktan ve koridorda da işleri bittikten sonra, içlerinden bir tanesi giderek koridordaki elektrikleri “boşa yanmasınlar” diye söndürüverdi. Alman’ın bu davranışı dikkatimi çekti ama önceleri buna pek de bir anlam verememiştim. Neyse, sınıfta kayıt ve öğrencilerle mülâkat yapıldıktan sonra işlerini bitirdiler ve teşekkür ederek sınıfımdan ayrıldılar.

Daha sonraları Alman vatandaşın koridordaki ışıkları “boşa yanmasın” diyerek söndürmesi davranışı üzerinde beyin jimnastiği yaparak derin derin düşünmeye başlamış, kendi kendime sormuştum: “Acaba Alman, bu güzel davranışı şöyle düşünerek yapmış olamaz mı? Türkler bizim kadîm dostlarımızdandır. Tarihte ve bugün siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerimiz olmuştur ve hâlen de olmaktadır. Eh, bunların ekonomik durumları da pekiyi değildir. Ülkelerine gelmişken şu elektrikleri bir söndürüvereyim de bari dostlarımıza küçük bir katkım dokunsun…”

Böyle düşündüm ama bu bana pek inandırıcı gelmedi. Sonra zihnimde şu düşünce hâsıl oldu: “Herhâlde bu güzel davranış, Alman’da bir meleke hâline gelmiş. Bu israf etmeme davranışını içselleştirmiş. Kendi ülkesinde de, gittiği her yerde de bunu uyguluyor. Peki, bu güzel davranışı ona kim kazandırmış? Belli ki kendisi bir eğitim sisteminden geçmiş. Hangi eğitim sisteminden? Alman eğitim sisteminden… O hâlde bu güzel davranışı kendisine kazandıran neymiş? ‘Alman Eğitim Sistemi’ imiş…” Zâten olması gereken tasarruf ahlâkı bu değil midir?

Rahmetli Mehmed Âkif Ersoy, 1910’lu yıllarda Almanya’ya gidiyor. Dönüşte soruyorlar: “Üstad, nasıl buldunuz Almanya’yı, Almanları?” O da veciz bir şekilde cevap veriyor: “İşleri dinimize benziyor, dinleri de işimize...”

Evet, üniversiteye geçtikten sonra ben de birçok Avrupa ülkesine gitmiş ve belirli sürelerle oralarda kalmıştım. 1990’lı yılların başlarında ilk defa İngiltere’ye gittiğimde, dönüşte “Batıya Bakış” başlıklı bir makale yazmış ve yazımı da Âkif’in bu veciz sözüyle bitirmiştim.

Şimdi de mukayese olması açısından konuyla alâkalı olmak üzere bir hâtıramı daha nakledeyim:

Yine bu olaya (yukarıda anlattığım olaya) yakın bir zaman diliminde (sanırım bir iki ay sonra) yolum TRT Genel Müdürlüğü’ne düştü. Orada, spor servisinde çalışan bir arkadaşımı ziyâret edecektim. O sıralarda Genel Müdürlük, Kavaklıdere’deki Amerikan Büyükelçiliği’nin karşında bulunuyordu ve camları da renkli idi. Yanılmıyorsam arkadaşımın çalıştığı servis, ikinci ya da altıncı kattaydı. Gündüz gözüneydi, binaya girdim, servise ulaştım, arkadaşımı buldum ve hoş beş, izzeti ikramdan sonra birdenbire gözüm tavandaki florans lâmbalara takılıverdi. Salon büyükçeydi, en az iki yüz metrekare vardı. On on beş civarında personel çalışıyordu. Gündüz gözüne olduğu hâlde istisnasız olarak lâmbaların hepsi de yanıyordu. Üstüne üstlük florans lâmbaların hepsi de çift çift idi ve tavanda onlarca lâmba vardı. Ne gariptir ki, o haftada da Türkiye’de “Enerjiyi Tasarruf Etme Haftası” kutlanıyordu ve TRT’de spot reklâmlar, uygulamalı görüntüler ve tasarrufa dair yayınlar yapılıyordu.

Bunun üzerine arkadaşıma döndüm dedim ki, “Siz TRT olarak ‘Enerjiyi Tasarruf Etme Haftası’ münasebetiyle halka çeşitli yayınlar yapıyorsunuz. Evet, yapın, faydadan hâli değildir ama (bu sırada tavanda yanan lâmbaları göstererek) peki bunlar ne?”. Döndü, bir lâmbalara baktı, bir bana baktı ve dedi ki, “Haklısınız!”. Bunun üzerine ben, “Hayır! Benim sözel olarak haklı çıkmam hiçbir mânâ ifâde etmez. Olsa olsa nefsimi tatmin eder. Siz ne zaman ki şu lâmbaları söndürürsünüz, işte o zaman haklılığım tescil edilmiş olur ve dikkatim bir işe yarar” dedim ve bir müddet sonra oradan ayrıldım.

Kalkındıkça, o günden bugüne israf daha da arttı. Bir tarafta semirdikçe obez olanlar, bir tarafta dünyanın çeşitli coğrafyalarında ekmek bulamayan insanlar, din ve insan kardeşlerimiz…

Düşünceler ve mülâhazalar

Aşağıya, Kızılay’a doğru yolda yürürken yolda düşünüyor ve kendi kendime soruyordum: “TRT’de çalışanlar hiçbir eğitimden geçmediler mi?” Sonra cevap veriyordum: “Evet, geçtiler.” Ama hangi eğitim sisteminden? Türk eğitim sisteminden… Peki, bu ne menem bir eğitim sistemiymiş ki TRT’de çalışan bu insanlarda tasarruf etme ahlâkı ve bilincini oluşturamamış ve bunu davranışa dönüştürerek bir meleke hâline getirememiş?

Sonra bizimkilerle, okulumuzdaki Alman vatandaşın davranışlarını karşılaştırdım. Onların şahıslarında Türkiye ile Almanya’yı mukayese ettim. Arada çok fark vardı. Hele o yıllarda bu fark daha da fazlaydı. Bunun üzerine rahmetli Âkif’in o veciz sözünü tekrar hatırladım. Gerçekten de işleri dinimize, dinleri de işimize benziyordu!

Müsriflik ve sapmalar

Kalkındıkça, o günden bugüne israf daha da arttı. Gardıroplarımızda onlarca elbise, ayakkabılıklarımızda onlarca ayakkabı, resmî kurumların, okulların, üniversitelerin yemekhanelerinden çöpe giden tonlarca ekmek ve yemek, beş yıldızlı otel salonlarında yapılan israflar, şatafat, hoyratlıklar, savurganlıklar, düzenlenen mevlüt, doğum günü, bebek banyosu etkinlikleri, eğlence partileri ve hedonist bir felsefeyle yaşanan bohem bir hayat ve daha niceleri… Bir tarafta semirdikçe obez olanlar, bir tarafta dünyanın çeşitli coğrafyalarında ekmek bulamayan insanlar, din ve insan kardeşlerimiz…

Alınacak tedbirler ve tasarruf ahlâkı

Asıl olan, israf ve tüketim ekonomisi değil, üretim, paylaşım ve tasarruf ekonomisidir. Bu da “number one”dan başlayarak “number son”a varıncaya kadar tüm devlet kademelerini, özel, tüzel herkesi ve her kurumu kuşatmalıdır.

Asıl olan, “tasarruf ahlâkı”dır. Bu ahlâkı kazandırmak için aileler ve Millî Eğitim Bakanlığı’na çok iş düşmektedir. Müfredat programlarına “Tasarruf Ahlâkı” adlı bir ders konulabilir ve her kademede okutulabilir. Çünkü bu bir bilinç ve ahlâk meselesidir. Her kademedeki öğrencilerin ve ülkemizin buna şiddetle ihtiyacı vardır. Bu bilinç ve ahlâk, eğitim yoluyla davranışa dönüştürülerek zaman içerisinde gençlerde bir meleke hâline getirilmelidir. Devletin bu konulara önderlik etmesi, farkındalık oluşturması, duyarlı ve örnek olması gerekir. Unutulmasın ki, ülkemizde israf olmasa, Türkiye, bir Türkiye daha olur!

Yine unutulmasın ki, Müslümanın bozulması tereyağının bozulmasına benzer. Tereyağı bozulursa zehirler!

Son söz: Ne diyelim, Allah ânımızı ve sonumuzu hayreyleye!