
Kavramların
dili
BİRBİRLERİYLE çok yakından
ilişkili iki kelime ve iki kavram. Birisi negatif içerikli (israf), diğeri
pozitif içerikli (tasarruf).
İsraf;
aklen, mantıken, ilmen ve dînen yerilmiş ve kabûl edilmeyen bir kavram. Ahlâken
de sevimsiz ve hoş karşılanmayan bir kavram. İsraf edenlere “müsrif” ya da “savurgan”
denilir. Tasarruf ise tam tersi; sevilen, takdir edilen, teşvik edilen ve hoş
karşılanan bir kavram. Bugünkü anlamıyla “tutumlu olmak”…
Aklını
yitirmeyen (mecâzî anlamda), bilimin ve mantığın kurallarını hiçe saymayan,
ahlâkî değerlerini kaybetmeyen, şımarıklık yapmayan, açgözlü ve doyumsuz
olmayan, hedonist bir felsefeye sahip olup bohem bir hayat yaşamayan her
insanın nezdinde tasarruf etmek aklî, mantıkî, ilmî, ahlâkî bir değer ve
davranıştır.
Emânetlerimiz
ve imtihanımız
Şurası
unutulmasın ki, canımız da dâhil olmak üzere sahip olduğumuz her şey aslında
bizim değildir. Hepsi imtihan maksadıyla Yaratan tarafından geçici süreliğine
bize verilmiş olan birer nimet ve emânettir. Öyle olmasaydı canımızı Azrail’e
hiç teslim eder miydik? Öyle olmasaydı ölürken malımızı, “Öbür dünyada lâzım
olur” diye yanımızda hiç götürmez miydik?
Yanımızda
kefenden başka bir şey götürebiliyor muyuz? Aslında onu da biz götürmüyoruz.
Geride kalanlar, bizim hiçbir dahlimiz olmadan bize bu kefeni giydirmiyorlar
mı? Rivâyet odur ki, Vehbi Koç bile o kadar malı mülkü olduğu hâlde, öldükten
sonra defnedilmeden önce ayağına bir çift çorabını oğlu Rahmi’ye giydirttirememiş
(Mektup Hikâyesi).
Mâmâfih
(bununla birlikte) öldükten sonra hepimiz yanımızda istisna olarak mutlaka bir
şey götürüyoruz. Ama bunlar, yaşarken o kadar sevdiğimiz, üzerlerine toz bile
kondurmadığımız o güzelim dünya malları değiller. Ya nelerdir? “Amellerimiz”…
Yani yaşarken, diri iken yapıp ettiklerimiz... İşte bunların hesabını hesap
gününde Allah’a vermek için yanımızda götürüyoruz ve dahi götüreceğiz.
Yeri
gelmişken, imtihanla ilgili olarak iki âyet zikredelim.
İki
âyet
“Andolsun,
mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki,
bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Âl-i İmrân Sûresi,
186’ncı âyet, Diyânet İşleri Meâli-Yeni)
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara Sûresi, 155’inci âyet. Diyânet İşleri Meâli-Yeni)
İsrafın
çeşitleri ve düzenlenen kampanyalar
İsrafın
bin bir çeşidi vardır; ekmek, enerji, mal, mülk, hayat, sağlık, zaman ve daha
niceleri…
Hiç
unutmuyorum. 70’li, 80’li yıllarda Devlet tarafından “ekmek israfını önleme
kampanyaları” düzenlenirdi. Bununla ilgili olarak o zaman ülkemizde tek
televizyon kanalı olan TRT’de yayınlar yapılır, spot reklâmlar gösterilirdi.
Ama buna rağmen pek de olumlu neticeler alınamazdı. Çünkü bu biraz inanç ve
bilinç meselesiydi.
Meselâ,
Anadolu’da analarımız ekmeği hiç israf etmezlerdi. Bizi de öyle
yetiştirmişlerdi. Zâten biz küçükken köylerde yufka (açık) ekmekler vardı.
Sofrada yemek yerken veya yedikten sonra sofranın dışına dökülmüş küçük ekmek
kırıntıları varsa, biz onları dahi büyük bir saygıyla alır, öper, alnımıza
koyar ve “Bismillah” diyerek yerdik.
Biz
böyle terbiye edilmiştik. Çünkü Anadolu’da ekmeğin adı nimetti. Nimeti de veren
Allah’tı. O hâlde nimete saygı, Allah’a saygı demekti.
Bundan
dolayı bu terbiye ile büyütülmüş bizler için yapay “ekmek israfını önleme
kampanyaları” düzenlemeye hiç gerek yoktu. Zâten nimete, dolayısıyla Allah’a
saygısı olmayanlara da ne kadar kampanya düzenlerseniz düzenleyin, yine de
sonuç alamazsınız.
Yine
o yıllarda “enerji israfını önleme kampanyaları” da düzenlenirdi. TRT’de yine
benzer uygulamalar ve yayınlar yapılırdı. Ama sonuç pek değişmezdi.
İsraf
ve tasarrufla ilgili hâtıralar
Yeri
gelmişken, bu konuyla alâkalı bir hâtıramı nakledeyim:
Üniversite
hocalığına geçmeden önce, 80’li yılların başlarında -ki mesleğimin daha ilk
yıllarıydı- Ankara’daki bir lisede öğretmen olarak görev yaparken, bir kış günü
akşama doğru okulumuza Alman ZDF televizyonundan bir ekip geldi. Amaçları,
Almanya’da çalışan Türk ailelerin çocukları Almanya’da yaşayıp okurken,
sonradan bir vesile ile Türkiye’ye dönmüş ve ülkelerinde okumak durumunda
kalmış olan bu Türk gençlerinin iki farklı kültüre muhatap olmaları sebebiyle
kültürel yapılarındaki muhtemel değişmeleri mukayeseli bir şekilde
incelemekmiş. Bunun için erinmeden Almanya’dan kalkıp ülkemize gelmişler ve okulumuzda
bu tür talebelerin bulunduğunu öğrenince çekim ve röportajlar yapmak için
okulumuza teşrif buyurmuşlar.
Bu
tür öğrenciler benim sınıfımda bulunuyorlardı ve ben de o saatlerde sınıfta
ders yapıyordum. Kapı çalındı ve baktım ki Müdür Bey ile birlikte Alman
televizyon ekibi kameralarla birlikte içeriye girdiler. Müdür Bey bana durumu
anlattıktan sonra, Almanlar çekim ve röportaj yapmak için başladılar hazırlık
yapmaya. Bu arada mevsim kış ve zaman da akşama doğru olduğu için ortalık erken
kararıyor, hâliyle okulda ışıklar yanıyordu.
Almanlar,
çekim malzeme ve kameralarını sınıfa taşıdıktan ve koridorda da işleri bittikten
sonra, içlerinden bir tanesi giderek koridordaki elektrikleri “boşa
yanmasınlar” diye söndürüverdi. Alman’ın bu davranışı dikkatimi çekti ama
önceleri buna pek de bir anlam verememiştim. Neyse, sınıfta kayıt ve
öğrencilerle mülâkat yapıldıktan sonra işlerini bitirdiler ve teşekkür ederek
sınıfımdan ayrıldılar.
Daha
sonraları Alman vatandaşın koridordaki ışıkları “boşa yanmasın” diyerek
söndürmesi davranışı üzerinde beyin jimnastiği yaparak derin derin düşünmeye
başlamış, kendi kendime sormuştum: “Acaba Alman, bu güzel davranışı şöyle
düşünerek yapmış olamaz mı? Türkler bizim kadîm dostlarımızdandır. Tarihte ve
bugün siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerimiz olmuştur ve hâlen de
olmaktadır. Eh, bunların ekonomik durumları da pekiyi değildir. Ülkelerine
gelmişken şu elektrikleri bir söndürüvereyim de bari dostlarımıza küçük bir
katkım dokunsun…”
Böyle
düşündüm ama bu bana pek inandırıcı gelmedi. Sonra zihnimde şu düşünce hâsıl
oldu: “Herhâlde bu güzel davranış, Alman’da bir meleke hâline gelmiş. Bu israf
etmeme davranışını içselleştirmiş. Kendi ülkesinde de, gittiği her yerde de
bunu uyguluyor. Peki, bu güzel davranışı ona kim kazandırmış? Belli ki kendisi
bir eğitim sisteminden geçmiş. Hangi eğitim sisteminden? Alman eğitim
sisteminden… O hâlde bu güzel davranışı kendisine kazandıran neymiş? ‘Alman
Eğitim Sistemi’ imiş…” Zâten olması gereken tasarruf ahlâkı bu değil midir?
Rahmetli
Mehmed Âkif Ersoy, 1910’lu yıllarda Almanya’ya gidiyor. Dönüşte soruyorlar: “Üstad,
nasıl buldunuz Almanya’yı, Almanları?” O da veciz bir şekilde cevap veriyor:
“İşleri dinimize benziyor, dinleri de işimize...”
Evet,
üniversiteye geçtikten sonra ben de birçok Avrupa ülkesine gitmiş ve belirli
sürelerle oralarda kalmıştım. 1990’lı yılların başlarında ilk defa İngiltere’ye
gittiğimde, dönüşte “Batıya Bakış” başlıklı bir makale yazmış ve yazımı da
Âkif’in bu veciz sözüyle bitirmiştim.
Şimdi
de mukayese olması açısından konuyla alâkalı olmak üzere bir hâtıramı daha
nakledeyim:
Yine
bu olaya (yukarıda anlattığım olaya) yakın bir zaman diliminde (sanırım bir iki
ay sonra) yolum TRT Genel Müdürlüğü’ne düştü. Orada, spor servisinde çalışan
bir arkadaşımı ziyâret edecektim. O sıralarda Genel Müdürlük, Kavaklıdere’deki
Amerikan Büyükelçiliği’nin karşında bulunuyordu ve camları da renkli idi. Yanılmıyorsam
arkadaşımın çalıştığı servis, ikinci ya da altıncı kattaydı. Gündüz gözüneydi,
binaya girdim, servise ulaştım, arkadaşımı buldum ve hoş beş, izzeti ikramdan
sonra birdenbire gözüm tavandaki florans lâmbalara takılıverdi. Salon büyükçeydi,
en az iki yüz metrekare vardı. On on beş civarında personel çalışıyordu. Gündüz
gözüne olduğu hâlde istisnasız olarak lâmbaların hepsi de yanıyordu. Üstüne
üstlük florans lâmbaların hepsi de çift çift idi ve tavanda onlarca lâmba
vardı. Ne gariptir ki, o haftada da Türkiye’de “Enerjiyi Tasarruf Etme Haftası”
kutlanıyordu ve TRT’de spot reklâmlar, uygulamalı görüntüler ve tasarrufa dair
yayınlar yapılıyordu.
Bunun üzerine arkadaşıma döndüm dedim ki, “Siz TRT olarak ‘Enerjiyi Tasarruf Etme Haftası’ münasebetiyle halka çeşitli yayınlar yapıyorsunuz. Evet, yapın, faydadan hâli değildir ama (bu sırada tavanda yanan lâmbaları göstererek) peki bunlar ne?”. Döndü, bir lâmbalara baktı, bir bana baktı ve dedi ki, “Haklısınız!”. Bunun üzerine ben, “Hayır! Benim sözel olarak haklı çıkmam hiçbir mânâ ifâde etmez. Olsa olsa nefsimi tatmin eder. Siz ne zaman ki şu lâmbaları söndürürsünüz, işte o zaman haklılığım tescil edilmiş olur ve dikkatim bir işe yarar” dedim ve bir müddet sonra oradan ayrıldım.
Kalkındıkça, o günden bugüne israf daha da arttı. Bir tarafta semirdikçe obez olanlar, bir tarafta dünyanın çeşitli coğrafyalarında ekmek bulamayan insanlar, din ve insan kardeşlerimiz…
Düşünceler
ve mülâhazalar
Aşağıya,
Kızılay’a doğru yolda yürürken yolda düşünüyor ve kendi kendime soruyordum:
“TRT’de çalışanlar hiçbir eğitimden geçmediler mi?” Sonra cevap veriyordum:
“Evet, geçtiler.” Ama hangi eğitim sisteminden? Türk eğitim sisteminden… Peki, bu
ne menem bir eğitim sistemiymiş ki TRT’de çalışan bu insanlarda tasarruf etme
ahlâkı ve bilincini oluşturamamış ve bunu davranışa dönüştürerek bir meleke
hâline getirememiş?
Sonra
bizimkilerle, okulumuzdaki Alman vatandaşın davranışlarını karşılaştırdım.
Onların şahıslarında Türkiye ile Almanya’yı mukayese ettim. Arada çok fark
vardı. Hele o yıllarda bu fark daha da fazlaydı. Bunun üzerine rahmetli Âkif’in
o veciz sözünü tekrar hatırladım. Gerçekten de işleri dinimize, dinleri de
işimize benziyordu!
Müsriflik
ve sapmalar
Kalkındıkça,
o günden bugüne israf daha da arttı. Gardıroplarımızda onlarca elbise,
ayakkabılıklarımızda onlarca ayakkabı, resmî kurumların, okulların,
üniversitelerin yemekhanelerinden çöpe giden tonlarca ekmek ve yemek, beş
yıldızlı otel salonlarında yapılan israflar, şatafat, hoyratlıklar,
savurganlıklar, düzenlenen mevlüt, doğum günü, bebek banyosu etkinlikleri,
eğlence partileri ve hedonist bir felsefeyle yaşanan bohem bir hayat ve daha
niceleri… Bir tarafta semirdikçe obez olanlar, bir tarafta dünyanın çeşitli
coğrafyalarında ekmek bulamayan insanlar, din ve insan kardeşlerimiz…
Alınacak
tedbirler ve tasarruf ahlâkı
Asıl
olan, israf ve tüketim ekonomisi değil, üretim, paylaşım ve tasarruf
ekonomisidir. Bu da “number one”dan başlayarak “number son”a varıncaya kadar
tüm devlet kademelerini, özel, tüzel herkesi ve her kurumu kuşatmalıdır.
Asıl
olan, “tasarruf ahlâkı”dır. Bu ahlâkı kazandırmak için aileler ve Millî Eğitim
Bakanlığı’na çok iş düşmektedir. Müfredat programlarına “Tasarruf Ahlâkı” adlı
bir ders konulabilir ve her kademede okutulabilir. Çünkü bu bir bilinç ve ahlâk
meselesidir. Her kademedeki öğrencilerin ve ülkemizin buna şiddetle ihtiyacı
vardır. Bu bilinç ve ahlâk, eğitim yoluyla davranışa dönüştürülerek zaman
içerisinde gençlerde bir meleke hâline getirilmelidir. Devletin bu konulara
önderlik etmesi, farkındalık oluşturması, duyarlı ve örnek olması gerekir. Unutulmasın
ki, ülkemizde israf olmasa, Türkiye, bir Türkiye daha olur!
Yine
unutulmasın ki, Müslümanın bozulması tereyağının bozulmasına benzer. Tereyağı
bozulursa zehirler!
Son söz: Ne diyelim, Allah ânımızı ve sonumuzu hayreyleye!