İsraf, Nimeti Verene saygısızlıktır

1926 doğumlu babamın eski nüfus cüzdanında “Mehmet oğlu İsmail Efendi’ye ekmek karnesi verilmiştir” ibâresini gözümle görmüştüm. Savaşlar yüzünden çok yokluk çeken, bir gün en önemsiz nesnenin bile ihtiyaç olabileceği bir ortamda yetişmiş büyüklerim, bu yaşam biçimini en doğal hâlleriyle yaşıyorlardı. Çevre aktivisti değillerdi, zira özel yaşamlarında buraya kadar saydıklarımı yaptıktan sonra olmaları gerekmiyordu.

SOFRAMIZDA bir parça ekmek kırıntısı, tabağımızda bir pirinç tanesi bırakmaktan ödü kopan çocuklardık biz, ne ara bu kadar müsrif, doyumsuz ve nankör olduk?

Çocukken Pendik’te bahçeli, üç katlı müstakil bir evi olan, Rize’den İstanbul’a gelip yerleşmiş bir akrabamıza kalmaya gitmek, benim için rüya gibi olmuştur hep. Varlıklı bir sülâleden geldiklerinden, bu evin garajında son model Amerikan arabaları olur, sadece Türk filmlerinde izleyebildiğim bu arabaları hayran hayran saatlerce seyrederdim. O yıllarda arabası olan o kadar az aile vardı ki ancak böyle tanıdıklarda ya da filmlerde görebilirdik. O evde, bizde olmayan buzdolabı, çamaşır makinesi, gramofon ve pikap vardı. 60’lı yıllar bitmeden televizyon da gelmişti de Bulgaristan’ın yaptığı yayınları, devâsa bir anten yardımıyla seyrederdik.

İşte bu zengin akraba evindeki tutumluluk alışkanlıkları kafamda o kadar yer etmişti ki unutamadım; benim alışkanlıklarım olmuştu onlarınki. Evde hiçbir yiyeceğin eksikliği söz konusu olmamıştı ama örneğin çikolatalar yuvarlak gümüş bir kapta, cilâ kokan yemek odası dolabının içinde durur, her gelişimizde bir iki tane almamıza ses çıkarılmazdı. Daha fazlasına ise nedense cesaret edemezdik. Ekmekler eve az olmayacak miktarlarda alınır, bayatlamaya başlarlarsa ya kızartıp üzerine vişne şerbeti dökülerek özel ve nefis bir fırın tatlısı yapılır ya da ekmek dilimleri yumurtaya bulanıp yağda kızartılarak “ekmek balığı” şeklinde bizlere ikindi çayıyla ikram edilirdi. Yahut kahvaltıda kızartılır, üzerine tereyağı ve bal sürülüp tabaklarımıza konulur, biz de afiyetle yerdik.

O zamanlar ancak Sana ya da Vita yağı alabildiğimiz için tereyağı lükstü bizler için. Daha fazla mutfakta asılırdı bayatlamış ekmekler ki köfte yapmak üzere kurutulur, bezin arasına konulup dövülür, bembeyaz bez torbalar içinde muhafaza edilirdi. O zengin evden de, evimizden de ekmek atıldığını hiç hatırlamıyorum.

Bir gün önceden kalan pilavlar yayla çorbası ya da kadınbudu köfte olarak ertesi gün karşımıza çıkardı. Yenen tüm etlerin kemikleri bahçede duran cins bekçi köpeğine, karpuz-kavun kabukları ise bahçenin başka bir köşesinde bulunan kümesteki tavuklara giderdi. Sanırım birçok sebze kabuğu ve salata artığı da onlara verilirdi. Eve gelen paketlerin iplikleri elde küçük bir fiyonk yapılıp gerektiğinde kullanılmak üzere hep aynı mutfak çekmecesine girerdi. Parlak paket rafyaları da, daha sonra çıkmalarına rağmen aynı çekmeceye aynı şekilde yerleşmeye başlamıştı. Naylon poşet yoktu o zamanlar, erzak kese kâğıdında fileye konup eve öyle gelirdi. Kese kâğıtları da özenle düzeltilirdi. Zenginler mahalle bakkalına geri verir, fakir aile çocukları ise bakkala kilo ile satar, çiklet, şeker, leblebi, pralinli parmak çikolata alırlardı.

Evin bahçeye bakan iki köşesinde, çatıdan gelen yağmur suyu borusunun altında birer adet, 200’er litrelik varil dururdu. Nedense hep ağzına kadar dolu olduğu için, biz çocukların üstünde kâğıttan yapılmış kayıklarımızı yüzdürüp uzun saatler oynayabildiğimiz ve çok keyif aldığımız yerlerdi. Ancak asıl varlık nedenleri, bahçeye düzenli bir bahçıvan geldiği yıllarda güllerin, çiçeklerin ve diğer bitkilerin sulanabilmesi için yağan yağmur sularının toplanması olmalıydı. Yağmur suyunun bile ziyan edilmemesine gayret edilen bir dönemdi. Çünkü normal kullanım suyu da pompalar ile çekilen, bahçedeki kuyudan sağlanıyordu.

O günlerin gözde içeceği gazozun şişesi depozitoluydu. Yani içildikten sonra boş şişeler bakkala götürülüp dolularla değiştirilirdi. Gazoz şişesi de şimdiki gibi çöpe atılmıyor, biriktiriliyordu. Okunmuş gazete ve dergiler biriktirilir, yeterince birikince mahalleye belli günlerde gelen eskicilere verilirlerdi. Bu alışveriş ilginçti; çünkü para geçmiyordu. Eski yıllarda, verilen gazete ve şişelere karşılık eskiciden mandal alınıyordu. Yani takas ticâreti yapılıyordu. Daha sonraki yıllarda mandalların yanında yeni yaygınlaşmaya başlayan plâstik ev eşyalarının da verilmeye başladığını görmüştüm.

Almanya’da evsel atıkların evde farklı cinslere ayrılmasına daha yıllar varken, biz bu uygulamayı evlerimizde zaten yapıyorduk. Dikiş makinesi olmayan ev düşünülemezdi. Zaten o günlerin sıkça duyulan reklâmlarından biri, “Her gelin kızın rüyası, Zetina dikiş makinesi” idi. Anneannemde, bizde, misafirliğe gittiğimiz her evde vardı. “Burda” adındaki özel dikiş mecmuası alınır, içinden devâsa bir kâğıt çıkar (yüzeyi herhâlde 1 metrekareden fazlaydı), bu kâğıtta onlarca farklı çizgi ile yapılmış karmaşık desenler bulunurdu. Bu desenler derginin içindeki bayan giysilerinin “patronlarıydılar”. Kâğıttaki uygun desenleri bir kumaşa uygulayıp keser, sonra da doğru dikerseniz istenen giysileri elde ederdiniz. Kısacası evde pek çok giysi, özel davetlere gidilecek kalitede dahi dikilebilirdi. Daha da özenli olunursa, her mahallede bulunan terzilere gidilirdi. Nedendir bilinmez, çocukken gittiğim bu terziler resmî iş yerleri değil, mahalledeki bir ev olurdu.

Yine o dönemlerde örgü örmeyen kadın düşünülemezdi. Her kadın mutlaka bir şeyler örebilir, kadınlar bir araya geldiklerinde, yanlarında çoğunlukla örgü şişlerini ve yünlerini de getirir, sohbetle geçen süre, ev içi üretimin durması anlamına gelmezdi.

Evlerden giysiler atılmazdı; eskiyen gömleklerin yakaları ters yüz edilir, çok daha eskiyince düğmeleri sökülüp özel bir kutuya konulur (annemin düğme kutusunu hâlâ saklıyor, seyrek de olsa içinden kullanıyorum), kumaşı ise kenarları bastırılıp yer bezi olurdu. Parlak kadın giysileri kesilip çocuk giysisi olabildiği gibi, iyice küçülen parçalardan (patchwork tarzı) kareler kesilip birleştirilerek yatak örtüsü, seccâde ya da büyük yastık yüzü yapılırdı.

Anneannemin yakası kürklü, iyi bir kumaştan dikilmiş siyah bir mantosu vardı. Öyle ucuza alınmış bir giysi değildi ama senelerce kullandı. “Moda değişti, her şeyi yenileyelim” düşüncesi ortada yoktu. Örgü de aynı felsefeye tâbiydi. Eskiyen kazaklar sökülüp yeniden yumak hâline gelir ve büyük bir torbaya doldurulurdu. Sonra bunlardan yeni kombinler yapılıp yeni kazaklar örülürdü. Kaliteli ve sağlam ipliklerin 4-5 tur döndüklerini görmek mümkündü. Çocukken ve ortaokul çağlarımda arkası önü başka renkten ya da renkli çizgileri olan kazaklarımın olmasının nedeni, evde o sırada kazağın bütününü yapacak kadar tek renk yün ipliğin olmamasından kaynaklanabilirdi. Rengi iyice azalan iplikler son aşamada ya banyo lifi olur ya da farklı ipliklerden yapılmış büyük yatak örtülerine katılırdı. 1970’li yıllarda annemin ve anneannemin yaptığı bu tür iki örtüyü yıllarca kullanmıştım.

Birden fazla çocuğu olan ailelerde aynı elbiselerin büyük yaştakinden küçüğe doğru el değiştirmesi sadece doğal değil, resmen “zorunluluktu”. Başka türlü bir davranış düşünülemezdi. Erkek çorapları delindikçe tamir edilirdi. Dikiş makinesinin bir gözünde tahtadan yapılmış, bir tarafında boydan boya bir kanalı olan bir yumurta durur, özel olarak çorap tamirinde kullanılırdı (teyzelerimden gördüğüm kadarıyla).

60’lı yıllarda kâğıt kıymetli malzemeydi, henüz ıslak veya kâğıt mendil, tuvalet kâğıdı, peçete, kâğıt havlu gibi kavramları duymamıştık. Bunların her birinin elbette kumaştan yapılmış karşılığı vardı. Belki şaşıracaksınız ama tuvalet kâğıdının da karşılığı bulunurdu. Adına “taharet bezi” denen bu kumaşın boyutlarının 35’e 35’e santim, kenarlarının iğne oyası olduğunu hatırlıyorum. Tuvalette çivilere takılı olarak duvarda asılı dururdu. O evde yaşayan her bireyin ayrı ayrı taharet bezi olur, gelen misafirler için de ayrıca asılırdı. Sık sık yıkanır, ütülenirdi. Çamaşır makinesi olmayan evlerde ise yıkanır, kaynatılır, ütülenirdi mutlaka. Çocuk bezinin de olmadığını herhâlde tahmin edersiniz. Yeni bebekli evler, balkonlarında kuruyan onlarca beyaz, küçük, kare kumaşlardan anlaşılırdı.

Çocukların bakkala ya da yakınlardaki birtakım dükkâna “Koş, kap şunu getir” mantığı ile yollandığını hatırlıyorum ama çöp dökmeye gönderildiğimizi hiç hatırlamıyorum. Günümüz mutfaklarının bir köşesinde devâsa boyutlarda duran (ve yazın kötü kokabilen) çöp kutusunu da hatırlamıyorum. Bu sevgili akrabamızın evinin her köşesini, her eşyasını kendi kokuları ile hatırlarken, çöp kutusunun evin neresinde durduğunu hiç hatırlamıyor olmam tuhaf geliyor düşündükçe. Mahalleye gelen sucunun arabasını, sütçünün eşeğini, eskiciyi hatırlarken, belediyenin çöpleri nasıl topladığı konusunda da zihnimde hiçbir kayıt yok. Bu kadar mı az çöp çıkıyordu evlerden?

Gereksiz hiçbir lâmbanın yakılmadığı ve çocukların bu nedenle sürekli uyarıldığı 60’lı yılların dünyasında tutumlu olmak, fakirlikten kaynaklanan bir zorunluluk değil, doğal bir yaşam biçimiydi. 1926 doğumlu babamın eski nüfus cüzdanında “Mehmet oğlu İsmail Efendi’ye ekmek karnesi verilmiştir” ibâresini gözümle görmüştüm. Savaşlar yüzünden çok yokluk çeken, bir gün en önemsiz nesnenin bile ihtiyaç olabileceği bir ortamda yetişmiş büyüklerim, bu yaşam biçimini en doğal hâlleriyle yaşıyorlardı. Çevre aktivisti değillerdi, zira özel yaşamlarında buraya kadar saydıklarımı yaptıktan sonra olmaları gerekmiyordu.

Bu alışkanlıkların hiç olmazsa bir kısmını gençlerimize hatırlatabilmek üzere yazdım bu yazıyı, umarım başarabilmişimdir…