SOFRAMIZDA bir parça ekmek
kırıntısı, tabağımızda bir pirinç tanesi bırakmaktan ödü kopan çocuklardık biz,
ne ara bu kadar müsrif, doyumsuz ve nankör olduk?
Çocukken
Pendik’te bahçeli, üç katlı müstakil bir evi olan, Rize’den İstanbul’a gelip
yerleşmiş bir akrabamıza kalmaya gitmek, benim için rüya gibi olmuştur hep.
Varlıklı bir sülâleden geldiklerinden, bu evin garajında son model Amerikan
arabaları olur, sadece Türk filmlerinde izleyebildiğim bu arabaları hayran
hayran saatlerce seyrederdim. O yıllarda arabası olan o kadar az aile vardı ki
ancak böyle tanıdıklarda ya da filmlerde görebilirdik. O evde, bizde olmayan buzdolabı,
çamaşır makinesi, gramofon ve pikap vardı. 60’lı yıllar bitmeden televizyon da
gelmişti de Bulgaristan’ın yaptığı yayınları, devâsa bir anten yardımıyla
seyrederdik.
İşte
bu zengin akraba evindeki tutumluluk alışkanlıkları kafamda o kadar yer etmişti
ki unutamadım; benim alışkanlıklarım olmuştu onlarınki. Evde hiçbir yiyeceğin
eksikliği söz konusu olmamıştı ama örneğin çikolatalar yuvarlak gümüş bir kapta,
cilâ kokan yemek odası dolabının içinde durur, her gelişimizde bir iki tane
almamıza ses çıkarılmazdı. Daha fazlasına ise nedense cesaret edemezdik. Ekmekler
eve az olmayacak miktarlarda alınır, bayatlamaya başlarlarsa ya kızartıp
üzerine vişne şerbeti dökülerek özel ve nefis bir fırın tatlısı yapılır ya da
ekmek dilimleri yumurtaya bulanıp yağda kızartılarak “ekmek balığı” şeklinde bizlere
ikindi çayıyla ikram edilirdi. Yahut kahvaltıda kızartılır, üzerine tereyağı ve
bal sürülüp tabaklarımıza konulur, biz de afiyetle yerdik.
O
zamanlar ancak Sana ya da Vita yağı alabildiğimiz için tereyağı lükstü bizler
için. Daha fazla mutfakta asılırdı bayatlamış ekmekler ki köfte yapmak üzere
kurutulur, bezin arasına konulup dövülür, bembeyaz bez torbalar içinde muhafaza
edilirdi. O zengin evden de, evimizden de ekmek atıldığını hiç hatırlamıyorum.
Bir
gün önceden kalan pilavlar yayla çorbası ya da kadınbudu köfte olarak ertesi
gün karşımıza çıkardı. Yenen tüm etlerin kemikleri bahçede duran cins bekçi
köpeğine, karpuz-kavun kabukları ise bahçenin başka bir köşesinde bulunan
kümesteki tavuklara giderdi. Sanırım birçok sebze kabuğu ve salata artığı da
onlara verilirdi. Eve gelen paketlerin iplikleri elde küçük bir fiyonk yapılıp
gerektiğinde kullanılmak üzere hep aynı mutfak çekmecesine girerdi. Parlak
paket rafyaları da, daha sonra çıkmalarına rağmen aynı çekmeceye aynı şekilde
yerleşmeye başlamıştı. Naylon poşet yoktu o zamanlar, erzak kese kâğıdında
fileye konup eve öyle gelirdi. Kese kâğıtları da özenle düzeltilirdi. Zenginler
mahalle bakkalına geri verir, fakir aile çocukları ise bakkala kilo ile satar,
çiklet, şeker, leblebi, pralinli parmak çikolata alırlardı.
Evin
bahçeye bakan iki köşesinde, çatıdan gelen yağmur suyu borusunun altında birer
adet, 200’er litrelik varil dururdu. Nedense hep ağzına kadar dolu olduğu için,
biz çocukların üstünde kâğıttan yapılmış kayıklarımızı yüzdürüp uzun saatler
oynayabildiğimiz ve çok keyif aldığımız yerlerdi. Ancak asıl varlık nedenleri,
bahçeye düzenli bir bahçıvan geldiği yıllarda güllerin, çiçeklerin ve diğer
bitkilerin sulanabilmesi için yağan yağmur sularının toplanması olmalıydı. Yağmur
suyunun bile ziyan edilmemesine gayret edilen bir dönemdi. Çünkü normal
kullanım suyu da pompalar ile çekilen, bahçedeki kuyudan sağlanıyordu.
O
günlerin gözde içeceği gazozun şişesi depozitoluydu. Yani içildikten sonra boş
şişeler bakkala götürülüp dolularla değiştirilirdi. Gazoz şişesi de şimdiki
gibi çöpe atılmıyor, biriktiriliyordu. Okunmuş gazete ve dergiler biriktirilir,
yeterince birikince mahalleye belli günlerde gelen eskicilere verilirlerdi. Bu
alışveriş ilginçti; çünkü para geçmiyordu. Eski yıllarda, verilen gazete ve
şişelere karşılık eskiciden mandal alınıyordu. Yani takas ticâreti yapılıyordu.
Daha sonraki yıllarda mandalların yanında yeni yaygınlaşmaya başlayan plâstik
ev eşyalarının da verilmeye başladığını görmüştüm.
Almanya’da
evsel atıkların evde farklı cinslere ayrılmasına daha yıllar varken, biz bu
uygulamayı evlerimizde zaten yapıyorduk. Dikiş makinesi olmayan ev
düşünülemezdi. Zaten o günlerin sıkça duyulan reklâmlarından biri, “Her gelin kızın rüyası, Zetina dikiş
makinesi” idi. Anneannemde, bizde, misafirliğe gittiğimiz her evde vardı. “Burda”
adındaki özel dikiş mecmuası alınır, içinden devâsa bir kâğıt çıkar (yüzeyi
herhâlde 1 metrekareden fazlaydı), bu kâğıtta onlarca farklı çizgi ile yapılmış
karmaşık desenler bulunurdu. Bu desenler derginin içindeki bayan giysilerinin
“patronlarıydılar”. Kâğıttaki uygun desenleri bir kumaşa uygulayıp keser, sonra
da doğru dikerseniz istenen giysileri elde ederdiniz. Kısacası evde pek çok
giysi, özel davetlere gidilecek kalitede dahi dikilebilirdi. Daha da özenli
olunursa, her mahallede bulunan terzilere gidilirdi. Nedendir bilinmez, çocukken
gittiğim bu terziler resmî iş yerleri değil, mahalledeki bir ev olurdu.
Yine
o dönemlerde örgü örmeyen kadın düşünülemezdi. Her kadın mutlaka bir şeyler
örebilir, kadınlar bir araya geldiklerinde, yanlarında çoğunlukla örgü şişlerini
ve yünlerini de getirir, sohbetle geçen süre, ev içi üretimin durması anlamına
gelmezdi.
Evlerden
giysiler atılmazdı; eskiyen gömleklerin yakaları ters yüz edilir, çok daha
eskiyince düğmeleri sökülüp özel bir kutuya konulur (annemin düğme kutusunu
hâlâ saklıyor, seyrek de olsa içinden kullanıyorum), kumaşı ise kenarları
bastırılıp yer bezi olurdu. Parlak kadın giysileri kesilip çocuk giysisi
olabildiği gibi, iyice küçülen parçalardan (patchwork tarzı) kareler kesilip birleştirilerek
yatak örtüsü, seccâde ya da büyük yastık yüzü yapılırdı.
Anneannemin
yakası kürklü, iyi bir kumaştan dikilmiş siyah bir mantosu vardı. Öyle ucuza
alınmış bir giysi değildi ama senelerce kullandı. “Moda değişti, her şeyi
yenileyelim” düşüncesi ortada yoktu. Örgü de aynı felsefeye tâbiydi. Eskiyen kazaklar
sökülüp yeniden yumak hâline gelir ve büyük bir torbaya doldurulurdu. Sonra
bunlardan yeni kombinler yapılıp yeni kazaklar örülürdü. Kaliteli ve sağlam
ipliklerin 4-5 tur döndüklerini görmek mümkündü. Çocukken ve ortaokul
çağlarımda arkası önü başka renkten ya da renkli çizgileri olan kazaklarımın
olmasının nedeni, evde o sırada kazağın bütününü yapacak kadar tek renk yün
ipliğin olmamasından kaynaklanabilirdi. Rengi iyice azalan iplikler son aşamada
ya banyo lifi olur ya da farklı ipliklerden yapılmış büyük yatak örtülerine
katılırdı. 1970’li yıllarda annemin ve anneannemin yaptığı bu tür iki örtüyü
yıllarca kullanmıştım.
Birden
fazla çocuğu olan ailelerde aynı elbiselerin büyük yaştakinden küçüğe doğru el
değiştirmesi sadece doğal değil, resmen “zorunluluktu”. Başka türlü bir
davranış düşünülemezdi. Erkek çorapları delindikçe tamir edilirdi. Dikiş
makinesinin bir gözünde tahtadan yapılmış, bir tarafında boydan boya bir kanalı
olan bir yumurta durur, özel olarak çorap tamirinde kullanılırdı (teyzelerimden
gördüğüm kadarıyla).
60’lı
yıllarda kâğıt kıymetli malzemeydi, henüz ıslak veya kâğıt mendil, tuvalet kâğıdı,
peçete, kâğıt havlu gibi kavramları duymamıştık. Bunların her birinin elbette
kumaştan yapılmış karşılığı vardı. Belki şaşıracaksınız ama tuvalet kâğıdının
da karşılığı bulunurdu. Adına “taharet bezi” denen bu kumaşın boyutlarının 35’e
35’e santim, kenarlarının iğne oyası olduğunu hatırlıyorum. Tuvalette çivilere
takılı olarak duvarda asılı dururdu. O evde yaşayan her bireyin ayrı ayrı
taharet bezi olur, gelen misafirler için de ayrıca asılırdı. Sık sık yıkanır,
ütülenirdi. Çamaşır makinesi olmayan evlerde ise yıkanır, kaynatılır,
ütülenirdi mutlaka. Çocuk bezinin de olmadığını herhâlde tahmin edersiniz. Yeni
bebekli evler, balkonlarında kuruyan onlarca beyaz, küçük, kare kumaşlardan
anlaşılırdı.
Çocukların
bakkala ya da yakınlardaki birtakım dükkâna “Koş, kap şunu getir” mantığı ile
yollandığını hatırlıyorum ama çöp dökmeye gönderildiğimizi hiç hatırlamıyorum.
Günümüz mutfaklarının bir köşesinde devâsa boyutlarda duran (ve yazın kötü
kokabilen) çöp kutusunu da hatırlamıyorum. Bu sevgili akrabamızın evinin her
köşesini, her eşyasını kendi kokuları ile hatırlarken, çöp kutusunun evin neresinde
durduğunu hiç hatırlamıyor olmam tuhaf geliyor düşündükçe. Mahalleye gelen
sucunun arabasını, sütçünün eşeğini, eskiciyi hatırlarken, belediyenin çöpleri
nasıl topladığı konusunda da zihnimde hiçbir kayıt yok. Bu kadar mı az çöp
çıkıyordu evlerden?
Gereksiz
hiçbir lâmbanın yakılmadığı ve çocukların bu nedenle sürekli uyarıldığı 60’lı
yılların dünyasında tutumlu olmak, fakirlikten kaynaklanan bir zorunluluk
değil, doğal bir yaşam biçimiydi. 1926 doğumlu babamın eski nüfus cüzdanında
“Mehmet oğlu İsmail Efendi’ye ekmek karnesi verilmiştir” ibâresini gözümle görmüştüm.
Savaşlar yüzünden çok yokluk çeken, bir gün en önemsiz nesnenin bile ihtiyaç
olabileceği bir ortamda yetişmiş büyüklerim, bu yaşam biçimini en doğal hâlleriyle
yaşıyorlardı. Çevre aktivisti değillerdi, zira özel yaşamlarında buraya kadar
saydıklarımı yaptıktan sonra olmaları gerekmiyordu.
Bu alışkanlıkların hiç olmazsa bir kısmını gençlerimize hatırlatabilmek üzere yazdım bu yazıyı, umarım başarabilmişimdir…