İsminur

Dikişlerini aldırdıktan sonra hastane çıkışında, yanağımı yanağına dayayıp, ‘Sen de şu dünyaya iki kişilik bak’ demiştim. İyi haberlerini almayı umuyorduk, ancak öyle olmadı! Önce yoğun bakıma kaldırıldı, ardından ‘Başımız sağ olsun’ haberi verildi” diyerek, bu dünyadan bir İsminur’un gelip geçtiğini dillendiriyordu.

KENDİSİNDEN kaç yaş büyük olduğunu hesap etmemişti; tek bildiği, evin en küçüğü, onun da “ablası” olduğuydu. Ne zaman iki oda bir salondan müteşekkil kerpiç evlerine gitse, mütebessim bir ak yüz onu karşılar, lavaş ekmeğin yanında çinko tabağa konularak yahni servis edilirdi. Yemek sünnetliğinde eniştesi devreye girer, yeniden doldurması için “Bir kepçe daha koy tevşiye” diyerek evin hanımına talimat verirdi.

Çok mu çok yeğeni vardı ve neredeyse tamamı, o eğlenceli oyunların birer parçasıydı. Kireçli duvarda asılı duran Kur’ân-ı Kerim hâricinde, çengelli askıdaki dantelli havluların yanı sıra gömme dolabın içine yerleştirilen radyo ile bir tomar siyah beyaz fotoğrafı her defasında boncuk gözleriyle ziyaret eder, bununla yetinmez, bir de minik elleriyle buluşturarak takvimleri geriye alırdı.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu, belki de işine gelmiyordu anlamak! Dayı ile yeğenler arasında kurulu dünyanın dışında bir de etrafın yüksek sesle dillendirdiği hâdiseler vardı ki, bunlar radyo ajanslarında geçmeyen türdendi; üstelik kayıt dışıydı. Bu yüzden de değerliydi. Kulaklar birer radar vazîfesi görür, istem dışı dahi olsa etraftaki sesleri süzerek oyun oynayanlara ulaştırırdı.

Velhasıl, herkes her şeyin farkındaydı; hangi civanın kamyon altında kalıp feci şekilde can verdiğini, mahalle gençlerinden hangisinin askerden döndüğünü, kimin kime talip olduğunu, hattâ takılan takıların azlığını yahut bolluğunu, Saraçoğlu Sineması’nda hangi filmin afişinin asıldığını, hangi komşunun hac farizasından döndüğünü ve hediye olarak 24 karelik fotoğraf makinası (oyuncak) dağıttığını, kimin dükkân açtığını, kimin devlet dairesinde işe başladığını, kimlerin sünnet vaktinin geçtiğini en nihâyeti, taze gelinlerin kaç aylık hamile olduğunu hep bu tür atmosferlerde öğrenirdi. Öğrendikleri, eğitim hayatı için lâzım olmasa da sosyal hayat ve çevre hâkimiyeti açısından mühimdi.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı, gecenin ilerleyen vakitlerini bahane ederek biraz daha fazla kalma adına kurnazlıklar sergilerdi. Ablası da gülümseyerek kalmasına onay verirdi. Ablasıyla kalması demek, babasına dair yeni ve farklı şeyler duymak demekti. Söze “Efe” diye başladığında, o albenili oyunları bir kenara bırakır, baba emaneti ablasının çekik gözlerinde uzun soluklu gezintiye çıkardı. Her ikisi de babalarını özlemiş olmalıydı ki ayrı bulut kümesinden aynı eteğe yaş döküyorlardı.

Derken, gece yerini sabaha, bahar mevsimi de yerini hazana bırakıyordu. Senelerin kaç kez doldur boşalt yaptığını hatırlamıyordu. Hatırladıkları düne dairdi ve dün hepsi güzeldi. Güzel kalmasını da arzuluyordu. Sıklıkla mâzinin tozlu raflarına müracaat eder, albüm yaprakları arasından avcuna düşen Foto Aydın damgalı karelerle avunurdu. Daha şimdiden o kareler için “Paha biçilmez” ifadesini kullanıyordu ama zaman, en yağız at misâli dörtnala koşuyordu. Gidenin peşine düştüğünde ise, kendini uzun bir yolun başlangıç noktasında ve tek başına buluyordu.

Oyun oynadığı yeğenleri, okullarından teker teker mezun olmuştu; kimi devlet dairesinde çalışarak tenha gecelere sahip olmaya ve evlenmeye talipti, kimi askere, kimi de öğretmen okuluna gitmişti. Kimi memleket dışında aramıştı rızkını, kimi de ana eteğinde gezdirmişti başını. 1998 senesinin sonbaharı, 7 Eylül günü evin direği Ahmet Efendi, elleriyle kurduğu bahçesinde su arkına yığılıp kaldığında, imdadına İsminur Hanım koşmuştu. Ama o koşma, onu hayatta tutmamıştı.

“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” diyerek yeniden hayata sarıldı. Bir de bolca Kur’ân okumaya… O yaşına rağmen gözlük kullanmadan okuma ve yazmayı kusursuz gerçekleştirmesi etrafın dikkatini çekiyordu. Tıpkı zayıflayan omuzları gibi… O omuzlara bambaşka yükler binmişti ve hepsi de ağırdı.

Evlât sayısına, giderek artan torunlar karışıyordu. Ama o, kendi içinde de hep yalnızdı. Kederi, onu kaderci bir teslimiyetin mümessili yapmıştı. Ne vakit bir salâ verilse, ölümün o soğuk ve ürperten yüzüyle karşılaşır, kısa bir şaşkınlığın ardından hamd ve şükür resitaline başlardı. Ama içinden söküp atamadığı birkaç ölüm vardı ki bunlardan ilki, hiç şüphesiz daha çocukken ebedî ayrılık yaşatan annesi Zahide Hanım, sonrasında babası Abidin Efe, devamında ise erkek kardeşi Coşkun ile kız kardeşi Saliha’nın göç yurduna gidişleriydi.

Bir nebze olsun alışmıştı ki, ilk torunu, henüz 17’isindeki Dilek, birdenbire hayata vedâ edince elden ayaktan düşmüştü. Gözleri bu acıya epeyce gözyaşı taşıdı ama ne gözleri kurudu, ne de dert yüklü satırlar. Çünkü onu ve kız kardeşlerini bugünlere getiren, annelik vazîfesini kusursuz yerine getiren Seher Sultan da önden giden atlılar kervanına katılmıştı.

Ömrünün son demine kadar mürüvvetini arzuladığı oğlunun baba ocağına geri dönmesi karşısında dili, “Ben yoruldum hayat, gelme üstüme” der gibiydi. Önce öncü, ardından artçı depremler yaşadı. Her ne yaşarsa yaşasın, baştaki asil duruşunu sergiliyor ve şükrediyordu.

Başını yastığına koyduğunda, dünyaya getirdiği bütün evlâtları resmigeçit yürüyüşüne geçiyordu; Mustafa, Metin, Nihat, Ayşe, Muharrem, Mesut ve Turgut… Ancak Erkan yoktu kortejde! Epey bekledi ama ne gelen vardı, ne de geleceğine olan ümit. İlk kez endişeye kapıldı! “Ya gelmezse? Ya göremezsem?” sorularına cevap bulamadı ama iç dünyasına bir dert uru daha yerleştirmiş oluyordu.

Hatıralarını yeşerttiği 50 senelik evi, ağır depremin izlerini silme adına yıkılınca, nemli gözlerle bir süre sıfırlanan temel başında kaldı. Sonra kendini toparlayarak oğluna döndü ve “Bu yan tarafa yeniden ev yapalım” olurunu verdi. Mesut’un ilk kazmayı vurduğu andan son dokunuşa kadar her âna şâhitlik ediyordu. Çatı bitmiş, duvarlar sıvanmış, sıra badanaya gelmişti ancak kireç bulunamamıştı. Duvarlar kese kâğıdı rengine boyanır boyanmaz taşındılar yeni evlerine… Gözleri yeni evde “yeni gelin” aradı ama olmadı!

Eskisi gibi yürüyemiyordu. Ev işi yapamaz olmuştu. Göğsüne saplanan ağrılar ve nefes darlığı onu hastane koridorlarıyla buluşturmuştu. Oğulları şifa bulması için başkent Ankara’ya getirmişlerdi onu. Yılların yorduğu kalbin by-pass ameliyatını kaldıramayacağı söylendi ve stent takılarak taburcu edildi. Aradan bir yıl geçmemişti ki başka ağrılar nüksetti. Bu sefer şişkinlikle mücadele etmeye başladı. Karın boşluğuna yerleşen su miktarı onu dayanılmaz sancılara sevk edince, elini Mesut’a vererek bir kez daha Ankara’nın yolunu tuttu. Karşılayan da bir diğer fedakâr oğlu Muharrem’di.

Referans noktaları oluşturarak, annelerinin muayene, tahlil ve yatış işlemlerini tamamladılar. İlk bulgular ve söylemler ne yazık ki iç açıcı değildi. İllet hastalığın belirtileri aile fertlerinin umudunu yerle bir etmişti. Ancak son bir umutla ameliyat kararına onay verdiler.

Kurban Bayramı

Evlâtlarıyla doyasıya vakit geçirmek için Niğde’ye döndüler. Operasyon tarihinde yatış işlemi tamamlanmış, anestezi için Türk cerrahlarına emanet edilmişti. Ameliyattan gülerek çıkmıştı. Umut doluydu. “Başarılı” geçtiği söylenen operasyon sonrasında taburcu edildi. Dikişlerin alınması için bir kez daha başkente gelmişlerdi ama işler yolunda gitmemiş, böbreklerin iflâs ettiği ve metastaz yaptığı bilgisine ulaşılmıştı. Artık beklemekten başka çâreleri yoktu. Son dikişlerin ardından kemoterapi için ilk seans üçte bir oranında tatbik edilmiş, 10 gün sonrasına randevu verilmişti. Ama beklemekten yorulmuştu.

Kendisiyle ilgilenen kim varsa onlara yük olmak istemiyor, bunun mahcûbiyetini iliklerine kadar hissediyordu. Daha fazla dayanamadı ve “Evimi göreyim, çocuklarıma, torunlarıma, bacılarıma karışayım” dedi. Oğulları, bu son isteği yerine getirmek üzere seferber oldular. Son kez doğup büyüdüğü Erciş’e gönderildi.

Onu uğurlayanlar da, karşılayanlar da aynı şeyi söylüyordu: “Babası Abidin Efe’ye benzemeye başlamış…”

Evet, babasının silueti, o ay parçası çehresine yerleşmişti. En küçük kardeşi, “Bakarken iki kişilik bakıyor, ama doyamıyordum. Zaten doyamadık da... Dikişlerini aldırdıktan sonra hastane çıkışında, yanağımı yanağına dayayıp, ‘Sen de şu dünyaya iki kişilik bak’ demiştim. İyi haberlerini almayı umuyorduk, ancak öyle olmadı! Önce yoğun bakıma kaldırıldı, ardından ‘Başımız sağ olsun’ haberi verildi” diyerek, bu dünyadan bir İsminur’un gelip geçtiğini dillendiriyordu.

37 yıllık eşi gibi bir güz mevsiminde, 18 Eylül 2019 tarihinde gözlerini dünyaya, hafif sıklet bedenini de acıya kapadı ve kendisinden 15 sene evvel hayata vedâ eden torunu Dilek’in yanına defnedildi.