İsmailler var oldukça

İnandıkları tek şey, güçlü silahlarıydı. Bu üstünlüğe güvenerek, amansızca Çanakkale’ye saldırdılar. Maddî üstünlük ve modern silahlar onlarda olmasına rağmen unuttukları çok önemli bir şey vardı: Sadece zafer kazanmaya değil, şehit olmaya gelmiş vatan evlatları yalnızca bizim saflarımızda savaşıyordu.

ASIRLAR öncesinden atalarımızın ve peygamberlerimizin davranış ve öğretileri biz Müslümanlara miras olarak nesilden nesle aktarılmıştır. Başımıza gelen hastalıklarda sabrı kuşanıp Hazreti Eyyub gibi kalbimiz mutmain bekleriz şifa gününü. Umudun adı Yakub’dur (as) asırlar boyu bizim için. İffeti, vefayı Hazreti Yûsuf’la öğrenir ve şiar ediniriz.

Müminler hayatlarında ve davranışlarında peygamberlerden nüveler taşırlar. Kimimize Hazreti İbrahim gibi buyruğa boyun eğmek düşer. Adına “Hasan” dediği yavrusuna ise “İsmail” gibi bir duruş yakışır. Yavrusunu Allah yolunda savaşa gönderirken bir an bile tereddüt etmez. İsmailler, yollara düşerken bilirler vedaların ateşinin bu dünyada yakarken yürekleri, kavuşmalarınsa ahirete kaldığını. Emir Yüce Yaradan’dan olunca, “Gerçek müminler, ancak Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir!” (Hucurat, 15) ayetine muti olurlar.

Kalbi iman dolu mücahitleri kimse tutamaz. Vatanın dört bir yanından yiğitler İbrahim’in teslimiyetini kuşanıp yangın yerine değil de sanki gül bahçesine gidiyormuş gibi koşarak giderler cepheye. Çanakkale Muharebesi de çok çetin geçmektedir. Binlerce askerimiz şehit düşüp zayiatımız artınca gönüllüler de askere çağrılır. Kınalı Hasan’ın hikâyesi de böylece başlar…

Vatanın dört bir köşesindeki onlarca akranı gibi küçük yaşına rağmen Hasan da büyük bir vakarla gönüllüler arasında yerini alır. Annesi, yüreğinde kopan fırtınalara aldırış etmeden kuzusunu kınalar da öyle gönderir Çanakkale’ye.

Yüzbaşı Sırrı Bey’in, askerler arasında dolaşırken Hasan’ın başındaki kına dikkatini çeker. Cepheye gelen gençlerin ellerinde ve parmaklarında kına görmeye alışıktır Sırrı Bey ama bir askerin başına yakılan kınayı ilk defa görmektedir. Hasan’a bunun mânâsının ne olduğunu sorduğunda Hasan utanır ve bilmediğini söyler: “Buraya geleceğim vakit anam yaktı bu kınayı. Ben de ‘Niye?’ diye sormadım.”

Komutan, “Öyleyse bir mektup yaz da sor bakalım, biz de öğrenmiş olalım” deyince, “Ben yazı yazmasını bilmem komutanım” diye cevap verir Hasan. Komutan, “Sen söyle, bölük yazıcısı yazsın köyüne, bakalım ne cevap gelecek” der.

“Baş üstüne komutanım!” der Hasan ve bir istirahat anında bölük yazıcısı Hasan’ın yanına gelir. Hasan söyler, o yazar. Selâm kelÂmdan, arkadaşlarının dostluğundan, komutanının tatlı dilinden bahsettikten sonra Hasan konuyu kınaya getirir: “Anacığım, kumandanım saçımdaki kınayı sordu, ben bilemedim. Arkadaşlarımın arasında mahcup oldum. Kınanın bir mânâsı varsa bildir de kumandanıma söyleyeyim.”

Mektup Yozgat yollarına çıkar. Aradan iki aya yakın, belki daha fazla zaman geçtikten sonra Hasan’ın anasına ulaşır. Köyün imamı mektubu okur, anasının söylediklerini de yazıp cepheye yollar. Yüzbaşı Sırrı Bey mektubu alarak okumaya başlar:

“Yavrum, Hasan’ım, kınalı kuzum… Mektubun geldi, dünyalar sanki benim oldu. Köy imamı okudu, ben ağladım. Kumandanını pek sevmişsin, ne güzel.

Yavrum, kumandanının emrinden çıkma. Arkadaşların olmuş, birbirinizi çok sevip iyi geçinirmişsiniz. Elbette öylesi yakışır sana da yavrum. Onlar senin dünya ahiret kardeşlerindir.

Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim burada Allah için kurban seçilen koçların başını kına yakarlar. Ben de seni vatan, millet ve Allah yolunda kurban verdim. O yüzden başını kınaladım.”

Sırrı Bey, iki gözü iki çeşme mektubu okur. Sonra posta erini çağırır: “Şu Yozgatlı Kınalı Hasan’ı bulun bakalım! Mektubunu ona ben okuyacağım, onun okuması yoktu.”

Çok geçmez, posta eri geri döner: “Kumandanım, Hasan bir hafta önce Arıburnu’ndaki şiddetli muharebede Hakk’a yürümüş.”

Sırrı Bey orada gözyaşlarına hâkim olamaz. Düşmanın, onca gücüne rağmen Çanakkale’yi neden geçemediğini bir kez daha anlar.

Çanakkale Boğazı işte böyle anaların canlarından set kurup küffara geçit vermediği vatan sathıdır. Savaşan her bir mücahidin ayrı bir kahramanlık hikâyesi vardır. Kınalı Hasan sadece bunlardan bir tanesi.

Seyit Onbaşı’nın iki yüz on beş kiloluk top mermisini kaldırıp namluya sürmesinin inanç ve iman gücünden başka hangi açıklaması olabilir? Şehitlerin kanları, toprağa karışırken can suyu olur vatana. Günümüzde başımız dimdik, eğilmeden durabiliyorsak küfrün karşısında, o can suyunun kanımıza karışmasındandır. Vatan, bayrak ve Allah için çıkılan bu kutlu yolda şehadete yürüyen her bir can için vefa borcumuzu ödemek ise kesinlikle mümkün değildir.

Düşman dünyanın dört bir yanından topladı o insan güruhunu ki bunların arasında nereye ve hangi amaç için gittiğini bilmeyen küçük çocuklar da vardı. İnandıkları tek şey, güçlü silahlarıydı. Bu üstünlüğe güvenerek, amansızca Çanakkale’ye saldırdılar. Maddî üstünlük ve modern silahlar onlarda olmasına rağmen unuttukları çok önemli bir şey vardı: Sadece zafer kazanmaya değil, şehit olmaya gelmiş vatan evlatları yalnızca bizim saflarımızda savaşıyordu.

Bu cansiperane mücadele Rabbimin inayetiyle kazanılmıştı. Çavuş Lench’in anılarında yazdığı “Allah karşı taraftaydı” sözü, bu gerçeğin düşman saflarından da bariz bir şekilde hissedildiğinin bir itirafıdır.

Çanakkale’de yaralıları tedavi etmek için çok büyük gayretler sarf edilir. Sessiz iniltilere hemşirelerin hüzünleri eşlik ederken çaresizliğin tarifi yüzlerinden okunur. Yaralanan askerlerin acılarını dindirecekse morfin değil, zafere olan inançları olur. Muharebe meydanına tekrar dönme zamanının geldiğini kabuk bağlayan yaralar haber verir. Ağaçların altları vuslatı bekleyen ağır yaralılarla dolar. Kurumuş dudakları şehadet şerbetini arzularken, tek refakatçileri ise gölgelerdir.

Nişanlının hasret kokan mendili şehit kanıyla yıkanır yiğidin. Yârinin yazmasını namusu gibi koynunda taşıyanlar bir bir toprağa düşerken kimse dokunamaz artık onlara, yarenlik eden sevdiğinin emanetine. Şimdi Conkbayırı, Anafartalar, Arıburnu ve daha birçok vatan toprağı sayısız şehidimizi bağrında saklamaktadır.

Barut kokulu mektupların kaçı ulaştı sılaya, kaç tanesi şehidinin cebinde posta gününü bekler, bilinmez…