SON zamanlarda artan Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine bağlı olarak Turancılık söylemi de sıkça duyulmaya başlandı. Bir görüşe göre Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, tek çârenin Turancılık olduğunu göstermiştir. Diğer görüşe göre ise Türkiye’yi yönetenler, bütün İslâmî söylemlerini bırakarak Turancılığa yönelmiştir. Hakikatin bu iki görüşün epeyce uzağında aranması icap eder.
Müslüman Arap kaynaklarında (Taberi, Hamevi, Harezmi, El-Ömeri gibi)
coğrafî bir ad olarak “Turan” terimi yer almıştır. Harezmi, (Ö. 850) Ceyhun
nehrinin İran ve Turan arasında sınır kabul edildiğini ve nehrin doğu kısmında
kalan bölgenin Turan olduğunu yazmıştır. Osmanlı kaynaklarında ise Kanûnî
Sultan Süleyman’ın Şah Tahmasb’a 1534’te yazdığı mektup ve 1786’da Buhara
Hükümdarı Muhammed Masum Han’a gönderilen mektupta, kendisinden “Turan ülkesi
hükümdarı” diye söz edilmiştir (Mehmet Saray, Rus İşgali Devrinde Osmanlı
Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki Siyâsî Münasebetler, TTK, Ankara,
2017).
Yine de Osmanlı ülkesinde Turancılık deyimi, 19’uncu yüzyılın sonuna kadar
pek kullanılmaz. Buna karşılık 19’uncu yüzyılın başından itibaren Macaristan’da
Turan terimi kullanılmıştır. Çünkü Macar siyâsî kimliği için tehdit sayılan
Panslavizm ve Pancermenizme karşı Turan terimini Macar bilim insanları,
Ural-Altay-Fin-Macar topluluklarının ortak bir kimliği olarak tercih etmişlerdir.
Böylece siyâsî bir akım olarak Osmanlı’dan önce Macaristan’da ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’da ise ancak 19’uncu yüzyılın sonunda “Türkçülük” ile eş anlamlı olarak
kullanılmaya başlanmıştır.
Özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra “Turan ve Türkistan” adları daha çok
duyulur ve kullanılır hâle gelmiştir.
Turan ve Türkistan adları, Türkiye/Batı Türklerinin dikkatini bir ölçüde
Doğu’ya/Türkistan’a çevirmiştir. Meşrutiyet döneminde Osmanlıcılık, İslâmcılık
ve Türkçülük tartışmalarının önemli ölçüde odağını bu kavramlar oluşturmuştur.
Cumhuriyet döneminde Kemalizm, Türkistan/Turan adlarını içine alan “Türk
milleti” deyimini reddetmiş, Türk milleti adını Türkiye ile sınırlandırmıştır.
Dönemin şartlarında Türk milleti adını, Türkiye sınırları dışına uzatmak “SSCB
ve İngiltere’nin sömürgesi olan bölgelerde örtük bir hak iddiası” anlamına
geleceği için bu terimler tedavülden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetici
seçkinleri, SSCB’nin düşmanlığından korunmayı ve İngiltere’nin dostluğunu her
şeyin üstünde tutmuşlardır.
Bu çıkarma işinde o kadar ileri gidilmiştir ki, “Türk Tarihi Tezi” adlı
eğlenceli görüş ile Türkiye sınırları dışında kalan Türkler “Türk milleti”
adının dışında sayılırlarken, buna karşılık Milât öncesi dönemde Türkiye’de
yaşadığı bilinen Urartu-Hitit-Firig-Lidya-İyonların Türk olduğu ise özel
görevliler tarafından savunulmuştur.
Almanların 1944’teki yenilgisi aşağı yukarı kesinleşince, Türkiye diktatörü
İsmet İnönü’nün isteğine bağlı olarak Ankara’da açılan Turancılık Dâvâsı ile
Alparslan Türkeş, Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan gibi ünlüler
yargılanmışlardır. Böylece Türkiye’nin siyâseti ve yargısı, Turancılığı suç
durumuna getirmiştir (Mustafa Müftüoğlu, Çankaya’da Kâbus: 1944 Turancılık Dâvâsı,
İstanbul 2005).
Millî Mücadele döneminde Turancılık/Türkçülük tartışmaları azalmış,
Cumhuriyet döneminde büsbütün yasaklı hâle gelmiştir. Ancak 1946’da çok partili
hayatın başlaması ile birlikte Turancılık ve diğer adıyla Türkçülük akımı da
yeniden literatürde ve siyâsî hayatta kendine bir karşılık bulmuştur.
“Uzak/efsanevî Atayurt” anlamında kullanılan bu deyim, 1991’de SSCB’nin
dağılması ile birlikte âdeta yeniden doğmuştur.
Çünkü altı Türk cumhuriyeti (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan,
Özbekistan ve Türkmenistan), sözde de olsa bağımsız duruma gelmiştir. Gerçi SSCB’nin
giderayak bu ülkelerin başına getirdiği yönetici takımı Ruslardan daha çok
Rusçu idilerse de bir araya geldiklerinde ortak bir Türkçe konuşamaz
hâldeydiler. Hattâ Rusça, ortak dilleri durumundaydı.
Annesinin adını haftanın bir gün adı, kendi adını bir ay adı olarak
kullanan, hemen her gün bir parkta kendi heykelinin/büstünün açılış törenini
yapan Şapar Murat Türkmenbaşı gibi uçuk kaçık isimler vardı (Esedullah Oğuz:
Türkmenistan/Stalin’den Niyazov’a, İstanbul 1996).
Bu ülkelerin bağımsız olmalarından sonra Türkiye’den pek çok kişi ve kurum,
gidip oralarda ticâret yapmaya, okullar açmaya başladı. Ancak ihale FETÖ’de
kaldı. Çünkü dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in ve ortağı SHP/CHP’nin özel
desteği ile devletin bütün imkânları FETÖ’ye tahsis edilerek diğer kişi ve
kurumların Türk cumhuriyetlerinde barınmaları âdeta imkânsız hâle getirildi.
Kaderin bir cilvesi olmalı ki, SSCB’nin yetmiş yıllık işgalinden sonra
Türkistan, âdeta FETÖ tarafından yeniden ikinci kez ABD adına işgal edildi.
Kuzey Azerbaycan’ın bağımsız olması ile birlikte Ermenistan’ın, Dağlık
Karabağ’da hak iddiası ile başlayan savaşta adı geçen bu bölge, 1992-1993’te Ermenistan
tarafından işgal edildi. On binlerce Azerbaycan Türk’ü katledildikten sonra milyondan
fazlası ise ikâmet yurtlarından zorla çıkarıldı. Aradan geçen otuz yıldan sonra
elindeki işgal bölgesi ile yetinmeyen Ermenistan, yeniden, 27 Eylül 2020’de
Azerbaycan’a saldırdı ve böylece başlayan savaş, 44 gün sonra, 10 Kasım 2020’de
bir ateşkes anlaşması ile sona erdi.
İşte bu savaşla birlikte, Türkiye’nin, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
tutumu, bazı çevrelerde İslâmcılık-Turancılık tartışmasını yeniden başlattı.
Çünkü Erdoğan, “Bütün imkânlarımızla
Azerbaycan’ın yanındayız” dedi ve bu kararını savaş boyunca uyguladı.
Bugünkü tartışmanın kaynağı ne?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti, hiçbir zaman açıkça “İslâmcıyız”
dememiştir. Dolayısı ile onun her sözünü, her kararını İslâmcılığın tezahürü
diye görmek yanlıştır. Ya da Mümtazer Türköne’nin adlandırması ile “İslâmcılığın
ölümü” diye ilân etmek de yanlış. Çünkü Türkiye şartlarında siyâset yapmak,
bazı siyâsî dengeleri hesaba katmayı icap ettirmiştir. Dünya siyâsî dengelerini
de gözetmek kaçınılmazdır. Tuhaftır ki, Peyami Safa da Vahdeddin Han’ın İstanbul’dan
gidişi ile birlikte İslâmcılığın öldüğünü iddia etmiştir (Peyami Safa, Türk
İnkılâbına Bakışlar, Ankara 2010). Görünen odur ki, bazı kimseler İslâmcılığın
ölümünü beklemiştir. Kendilerine göre uygun gördükleri örneklerle de bu ölüm
haberini açıklamaya çalışmışlardır.
İslâmcılık ve Turancılığın/Türkçülüğün tek bir tanımı yoktur. Ancak siyâsî
açıdan bu kavramlar ele alındığında, İslâmcılık daha çok Müslümanların
birliğini, Turancılık/Türkçülük ise Türklerin birliğini bir hedef olarak
istemek ile açıklanabilir. Azerbaycan örneğinde İslâmcılık ve Turancılık söz
konusu edildiğinde, Azerbaycan saldırıya uğramış, toprakları işgal edilmiş,
halkının bir bölümü katledilmiş veya tehcir edilmiş bir tablo vardır ortada ve
Azerbaycan, mağdur/mazlum taraftır. Aynı zamanda haklı taraftır. Azerbaycan
Türkleri ise Müslümandırlar.
Ermenistan tarafı saldırgan, işgalci, katliamcı ve haksız taratır.
Ermenistan halkı Hıristiyandır. Üstelik Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki
savaş, aradaki din farkı nedeniyle değil, Ermenistan tarafının saldırısı ile
başlamıştır. Bu savaşta akıl/vicdan hangi tarafta olmalıdır? Haksız ve
saldırgan olan Ermenistan tarafında mı, yoksa saldırıya uğrayan, mazlum ve mağdur
Azerbaycan tarafında mı?
Olaylara aklının/vicdanının penceresinden bakanlar, Azerbaycan tarafında
olmuşturlar.
Ermenistan saldırganlığına karşı Azerbaycan tarafı için hayır duâ etmek,
Türkçülükle sınırlandırılabilir mi? Türkçü olmamak için Ermenistan tarafına mı
hayır duâ etmek icap eder? İslâmcılık, Müslüman olan Azerbaycan tarafı yerine,
Hıristiyan ve saldırgan taraf olan Ermenistan tarafı için hayır duâ etmek veya
bu savaşta tarafsızmış gibi yapmak mıdır?
Şu an adında “İslâm Cumhuriyeti” yazılı olan, Ermenistan tarafına her türlü
desteği veren İran’ın yaptığı da bundan başka bir şey değildir!
Müslüman dayanışmasından başka bir şey olmayan İslâmcılık, Türkiye’nin
Azerbaycan’a her türlü yardımı yapmasını öngörür. Bu iki ülkenin (Türkiye-Azerbaycan)
Türk olmalarını yardımlaşmaları için bir engel gibi görmek, akıl ve vicdan dışı
bir tutumdur. Kurgulanmış bir kötü niyetin sonucu olmalıdır. Türklerin
aralarındaki yakınlık ve yardımlaşma, aynı zamanda insanî bir vazîfedir. İnsan
kendi kardeşine, onun sorunlarına kayıtsız kalır mı? O kayıtsızlık, giderek
kardeşliğin ölümü demek olacaktır.
Türklerin aralarındaki yardımlaşma, Müslümanların aralarındaki yardımlaşmadan
başka bir şey değildir. Küresel çapta Müslüman dayanışmasının bir parçasıdır.
Nitekim Azerbaycan-Ermenistan savaşında Pakistan, Azerbaycan’ın yanında yer
almıştır. Pakistan’ın Türkçülük nedeniyle Azerbaycan’ın yanında yer aldığını
hangi akıl ileri sürebilir? Buna karşılık, Türklerin birbirlerine yardım
etmesini Turancılık bilen İran, bu savaşta Ermenistan’ın yanında olmuştur.
İslâmcılık, bir Müslüman dayanışmasıdır. Öyle olmalıdır. Ancak bu
dayanışmanın içinden Müslüman Türkleri çıkarma çabası, ancak İslâm
düşmanlarının işlerini kolaylaştıracak bir tutumdur. Kendi hegemonyaları ve
siyâsî takıntıları için şeytan ile işbirliği yapmaktan utanmayanların,
Türkiye-Azerbaycan arasındaki yakınlığı “Turancılık” adlandırması ile küçük
düşürme, İslâm’ın rağmına bir iş gibi takdim etme çabası, doğrudan doğruya İslâm’a
da, İslâmcılığa da suikasttır!
Hatırlanmalıdır ki, Hazar ötesindeki Türk ülkelerinin liderleri,
içlerindeki Rusya korkusu nedeniyle bu savaşta Azerbaycan’ın yanında yer
alamadılar. Bu savaşla birlikte içlerindeki Rusya korkusunun, vicdanlarını ve
gözlerini kör olmaktan kurtarmış olması umulur.
Otuz yıl önce muhtemelen Rusya korkusu ile Azerbaycan için iki tane
helikopter gönderemeyen eski Türkiye, şimdi bütün imkânlarını Rusya’ya, ABD’ye
ve AB’ye rağmen Azerbaycan’ın emrine verdiğini açıklıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve partisi “İslâmcıyız” demese de, Azerbaycan’a karşı bu kardeşlik tutumları,
belki de nispet edildikleri İslâmcılığın bir sonucudur.
Bir Müslüman topluluğun önce kendi içinde dayanışması icap eder. Arapları “Dayanışma
içinde değiller” diye sabah akşam kınayanların, Türkiye ve Azerbaycan’ın
dayanışmasını aynı mantıkla takdir etmeleri gerekirdi. Bu dayanışma, İslâmcılığın
ölümü değil, belki de hayat bulmasıdır. Hayırda yarışması istenenler için örnek
bir davranıştır. Yüz yıllardan beri mağdur ve mazlum olan Müslümanların
sorunlarının temelli olarak çözülebilirliliğinin de bir başlangıcıdır.
Müslümanların kendi içlerindeki dayanışmalarına itiraz etmek, işgalci-sömürgeci
düşmanın işini kolaylaştırmak, düşmanla aynı safta yer almaktır.