İslâmcılık tövbesi

Türkiye şartlarında İslâmcılığı düşmanların arasında görme çabası Batıcılığın etkisidir. Batıcılığa teslim olmaktır. Müslümanlar da nihayet insandırlar. Yanlışları, hataları vardır. Ancak bunların bahane edilerek, abartılarak saf değiştirme çabası örtülemez. İslâmcılık için değil, İslâmcılıktan vazgeçenlerin tövbe etmesi akla uygundur.

BİR Müslüman, “geçmişteki İslâmcılığından pişman olup tövbe” eder mi? Ya da “İslâmcılık bir çürük ipliğe hayâl dizmek” midir? Bu soruların cevabını bulmak için İslâmcılığın bir tarifi ve özeti iyi gelebilir…

“İslâmcı” diye bilinenler, kendilerini İslâmcı olarak tarif etmemişlerdir. İslâmcı nitelendirmesi özellikle dışarıdan bakan gözlerin tarifidir. İngilizcede “Pan-İslâmizm”, Arapçada ise “el-İslâmiyyun” diye adlandırılmıştır. Ancak Cumhuriyet döneminde Türkçenin geçirdiği acayip değişimin de bir sonucudur bu isim. Çünkü İslâmcı olarak bilinenler, Yeni Osmanlılar zamanından başlayarak (1860-1876) özellikle “İttihad-ı İslâm” deyimini kullanmışlardır. Osmanlı döneminde nüfus cetvelleri din ve mezhep farkına göre tasnif edilmiştir. Müslümanlar ise bu cetvellerde “İslâm” diye nitelendirilmiştir. Yani o dönemde İslâm, hem din adı, hem de o dine inanmışların adı olarak o cetvellerde kullanılmıştır; Hıristiyan ahali, Museviler ve İslâm ahalisi gibi...

İttihad-ı İslâm, doğrudan “Müslümanların Birliği” demektir. Çünkü sömürgeci Avrupa ülkeleri, İslâm dünyasını işgal ederek buraları kendilerinin sömürgeleri hâline getirmeye başlamıştır. Buna karşılık Müslümanların, sömürgecilere karşı ittifak etmelerinden başka bir çareleri yoktur. Irk, mezhep veya tarikat farklılıklarına göre iç mücadelelerine devam etmeleri, sömürgecilerin işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. Zaten ayetlerde (Âl-i İmran, 103 gibi) Müslümanların birlik içinde olmaları öngörülmüştür. Sömürgecilere karşı Müslümanların birlik olmaları çağrısı, aslında sonradan yapılan bir icat değildir. İslâm’ın var olduğu günden beri geçerli olan bir kuraldır.

İttihad-ı İslâm çağrısı, sömürgecilerin saldırı ve işgallerine karşı Müslüman topluluklara yapılan bir uyarı, bir hatırlatma olmuştur. Antiemperyalist bir tutumun açıklamasıdır. Böyle bir tutumdan pişman olmak, tövbe etmek için akla uygun bir neden olabilir mi?

İttihad-ı İslâm, aynı zamanda Osmanlı Devleti’ni kurtarma formülüdür. Çünkü “her topluluğun kendi kendini yönetme hakkının” savunulmaya başlanması, giderek taraftar toplaması, çok çeşitli din, mezhep ve ırk farklılıklarından oluşan Osmanlı toplum yapısını temelinden sarsmıştır. Her topluluk Osmanlı Devleti’nden ayrılıp bağımsız olmaya çalışmıştır. “Yeni Osmanlılar” diye bilinen aydın grubu ise buna çare olarak Osmanlı sınırları içindeki “Müslümanların birliğini” savunmuştur.

Böyle bir savunmaya itiraz etmek için akla uygun sebepler bulmak zordur. Osmanlı dönemindeki aydınların, “Ey ahali! Siz de din, mezhep, tarikat ve ırk farklılıklarınıza göre ayrılıp birer bağımsız devlet olmalısınız” demeleri beklenemezdi. İttihad-ı İslâm vurgusu, görüldüğü gibi antiemperyalist bir içeriği kadar, siyasî önceliği de olan bir düşünce temeline dayanmıştır.

İttihad-ı İslâm vurgusunun ortaya çıktığı dönemde, İslâm dünyası ekonomik bakımdan oldukça geri durumdaydı. Müslüman topluluklar oldukça fakirdi. Sağlık hizmetleri yok denecek kadar azdı. Eğitim hizmetleri yetersizdi. 19’uncu yüzyılın bir demiryolu çağı olmasına karşılık, İslâm dünyasında demiryolu da yoktur. İslâm ülkeleri ya doğrudan ya da dolaylı olarak sömürge durumundaydı.

Joseph Ernest Renan (Ö.1892),  Reinhart Pieter Anne Dozy (Ö.1883) ve benzeri kimseler “İslâm dünyasının geri kalmasından doğrudan İslâm’ın sorumlu olduğunu” iddia etmişlerdir. Buna karşılık Namık Kemal ve Cemaleddin Afgani, Renan gibi kimseler için reddiyeler yazıp İslâm dünyasının geri kalmasından İslâm’ın değil, “istibdat idarelerinin ve yanlış tevekkül ile kader anlayışının sebep olduğunu” belirtmişlerdir. Böylece tarihte kurulan bütün Müslüman hanedanlıklar, eleştirel bir gözle ele alınmış, İslâm’ın siyaset ilkelerinin ihmâl edildiği vurgulanmıştır. İslâm ilkelerinin sadece siyâsî alanda değil tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilim dallarında da ihmâle uğradığı belirtilmiştir. İdeal bir dönem olarak Hazreti Muhammed (sav) ve Dört Halife dönemi nitelendirilerek Müslümanlar için bir çözüm yolu olarak gösterilmiştir.

***

İttihad-ı İslâm ya da sonradan yaygın bir şekilde kullanılan İslâmcılık, böylece tarihin tekrarını ya da bütünüyle reddedilmesini değil, İslâm ilkeleri ışığında analizini savunmuştur. İstibdadı ve hurafeleri İslâm dünyası için başat bir sorun saymıştır.

“İttihad-ı İslâm” adıyla bilinen çabalar bir çeşit arınma ve aydınlanma çabasıdır. Hakikatin üzerinde toplanan tarihin tozlarını, istibdat idarelerinin atıklarını ayıklama çabasıdır. Nitekim Mehmet Akif’in (Ö.1936) sözleriyle ifade edelim:

“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.

Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?

İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî, görelim.

Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?

En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,

Belki on şerhe bakıp bir kuru ma’nâ çıkaran,

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ

İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.

Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;

Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster.

Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tâne fakih;

Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhu nezîh?

Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek;

Hani bir tane ‘usûl’ âlimi -yâhu- bir tek?”

*** 

Bu akım aynı zamanda gerilemenin temel kaynağı olarak da istibdadı ve hurafeleri görmüştür. Dozy gibi kimselerin İslâm’a karşı yönelttikleri iftira ve önyargılara dayalı eleştirilere Sırat-ı Müstakim gibi dergilerde reddiyeler yazıldığı gibi, Dozy benzeri Oryantalistlerin taklitçisi olan Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet gibi şahısların temsil ettikleri Batılılaşmaya karşı akılla, ilimle muhalefet etmişlerdir.

İkinci Meşrutiyet döneminde (1908-1918) ise Osmanlı Devleti’ni kurtarma arayışları, Osmanlıcılık (sonra Batıcılık), Türkçülük ve İslâmcılık diye ayrı ayrı birer düşünce akımı olarak bazen birbirlerinin rakibi durumunda olsalar da aynı zamanda varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Osmanlıcılığın içinden çıkıp onun yerini alan Batıcılık akımı daha sonra Osmanlı’yı bütünüyle tasfiye etmenin adı olmuştur. İttihad-ı İslâm ya da yaygın kullanımı ile İslâmcılık, Türkiye gibi ülkelerde bir çare, bir çözüm olduğunu özellikle Millî Mücadele döneminde göstermiştir.

Ancak Millî Mücadele’den sonra İttihad-ı İslâm’ın, “emperyalizmin uzantısı, öncü kuvveti olarak” gördüğü Batıcılık akımı iktidarı gasp etmiştir. İslâmcılık çok kanlı bir şekilde tasfiye edilmiştir. Okullarda, üniversitelerde adı ancak düşmanların arasında anılmıştır.

Teslim edilmelidir ki, İttihad-ı İslâm akımı Cumhuriyet’ten sonra önemli ölçüde içerik değiştirmiştir. Kendisini İslâm dünyasından alıp Türkiye ile sınırlandırmıştır. Hedeflerini küçültmüştür. Geçmişinde önemli bir yer tutan arınma çabasını bir yük olarak, hatta sapma olarak görenlerin şamatası arasında, İslâmcılığın arınma çabası üzerine gölge düşürülmeye çalışılmıştır.

***

Geçmişte kazara içinde olduğu İslâmcılık akımından kim ne kadar utanırsa utansın, tövbe ederse etsin, İslâmcılık, özünde antiemperyalist bir tutumdur. Bu tutumun bugün de geçerli olduğunu kimse inkâr edemez. Doğrudan Müslümanların birliğini başat bir hedef olarak seçen İttihad-ı İslâm’ın günümüzde gereksiz olduğunu kim iddia edebilir?

İttihad-ı İslâm günümüz şartlarında bütün Müslümanların tek bayrak, tek devlet ve tek vatan hâlinde olmaları değildir. Filipinlerden Fas’a, Tataristan’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada meskûn olan Müslümanların böyle bir siyasî yapı içinde birleştirilmeleri mümkün değildir. AB örneğinde olduğu gibi Müslüman toplulukların kendi sınırlarını, siyasî varlıklarını koruyarak olabildiğince ve en üst düzeyde ittifak içinde olmaları kendi varlıkları ve kendi faydaları için kaçınılmazdır.

İttihad-ı İslâm ne Arap’ın Türk olması, ne de Türk’ün Arap olmasıdır. Bu akımın öncülerinden Abdürreşit İbrahim’in yüz yıl önce ifade ettiği gibi, “İttihad-ı İslâm, yeni bir sömürgecilik akımı değil, kendini koruma ve geliştirme çabasıdır”.

Müslümanların birliğinden Müslüman olmayanların kaygı duymaları için de akla uygun bir neden yoktur.

İttihad-ı İslâm, her şeyden önce Müslümanların aralarındaki ilişkilerini kardeş oldukları bilinciyle yürütmelerine bağlıdır. İmkânlarını düşmanlık ve birbirlerine üstünlük için değil, ortak hedefler için ayırmaları gerekir. Tarihte olup biten kavgaların etkisiyle birbirlerine üstünlük kurma çabalarından kurtulmaları, güçlenmelerini arttıracaktır. Bir Müslüman topluluğun geleceği ve faydası başka bir Müslüman toplumun zararında aranmamalıdır. Müslüman topluluklar, birbirlerine karşı askerî harcamalar yapmak yerine ellerindeki imkânlarını eğitim, sağlık, yol, enerji gibi altyapı yatırımlarına tahsis etmeleri, kendi kendilerine karşı yapabilecekleri en büyük iyiliktir.

Uluslararası ilişkilerin olabildiğince hak ve adalet üzere şekillenmesinde İttihad-ı İslâm tayin edici olacaktır.

Çünkü Batı (AB-ABD) ve Doğu (Rusya-Çin) sömürgeciliğine karşı alternatif bir güç ancak İttihad-ı İslâm ile mümkün olabilir. Aksi hâlde mevcut sömürgecilerin dünyayı talan edip yağmalama yarışları devam edecektir.

Türkiye şartlarında İslâmcılığı düşmanların arasında görme çabası Batıcılığın etkisidir. Batıcılığa teslim olmaktır. Müslümanlar da nihayet insandırlar. Yanlışları, hataları vardır. Ancak bunların bahane edilerek, abartılarak saf değiştirme çabası örtülemez. İslâmcılık için değil, İslâmcılıktan vazgeçenlerin tövbe etmesi akla uygundur.