ARAP Baharı’nın çıkış yeri olması, Kuzey Afrika’nın 162
bin kilometrekarelik ve 12 milyonluk nüfuslu küçük ölçekli Tunus’u, dünyanın
ilgi alanına çekmiştir.
Tunus, Osmanlı döneminde (1534-1881) “Garp Ocakları”
diye adlandırılan bölge ülkelerinden birisiydi. Fransa işgal dönemi (1881-1956)
Tunus’ta büyük dramlara, insanî kayıplara yol açtı. 347 yıl süren Osmanlı
dönemine karşılık 75 yıl süren Fransız işgal dönemi, Tunus’ta çok büyük
toplumsal değişimlere yol açtı. Fransızcanın Arapçanın önüne geçmesi, bu
değişimi açıklayan örnek olaylardan biridir.
Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesinin askerî
önderlerinden olan Habib Burgiba’nın, bağımsızlıktan sonra uygulamaları ile
Fransızlardan daha çok Fransız olduğu görüldü. Fransa’nın askerî işgalle
getirdiği lâikliği, işgalden sonra Fransızlar gibi zorbalıkla sürdürmeye devam
etti. Burgiba, Yeni Düstur Partisi ile tek partili idaresini (1956-1987) 31 yıl
askerî bir diktatörlükle sürdürdü. Bu uygulamaları ile Tunus kurtuluş
mücadelesi, Tunus için yeni bir Fransız işgal evresi gibi olmuştur.
Burgiba iktidar olduğunda, Mısır’da (Baas Partisi ile)
Nasırcılık en parlak dönemindeydi. Burgiba’nın değişmeyen örneği Fransız
işgalcileri oldu. Nasır ve Kemal Paşa ise Burgiba için ara sıra yer değiştiren
örnek isimler olmuştur. Çünkü Nasır’ın sosyalist olmasına karşılık, Kemal Paşa kayıtsız
şartsız Batıcı bir siyâsî çizgiyi benimsemişti. Burgiba Tunus’a hiçbir şey
kazandıramadan, kendi yetiştirmelerinden olan Zeynelabidin Bin Ali tarafından
1987’de askerî bir darbeyle devrilmişti. Haydan gelip huya gidenlerden oldu…
14 Ocak 2011’de Tunuslu seyyar satıcı Muhammed
Buazizi’nin kendisini yakması ile başlayan sokak olayları kısa sürede bütün
Tunus’a yayılmıştır. Bu olaylar diktatör Bin Ali’nin saltanatını yıktı. Halkın
gazabından korkan Bin Ali, taşınır mülkleriyle birlikte Suudi Arabistan’a
kaçmıştı. Her diktatör gibi bütün saltanatına ve debdebesine rağmen Bin Ali’nin
de en çok kendi halkından korktuğu ortaya çıkmıştır.
Sokak olayları Tunus ile sınırlı kalmadı, kısa sürede
Mısır’da ve Suriye’de etkisini gösterdi. Mısır’da 30 yıllık Hüsnü Mübarek yönetimi
yıkıldı. 2011’de Mısır’da yapılan ilk çok partili özgür seçimi İhvan-ı Müslimin’in
cumhurbaşkanı adayı Muhammed Mursi kazanmıştır. Ancak iki yıl sonra yeni bir
askerî darbeyle Sisi, Mısır’ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’yi devirip
hapsetmiş, daha sonra da cezaevi şartlarında katletmiştir.
Suriye Baas’ı ve diktatör Esat ise halkın öfkesinden İran ve Rusya tarafından korundu. Suriye halkına büyük bir bedel ödetildi. Milyonu aşan Suriyeli katledildi. Suriye nüfusunun yarısı ülke dışına göç etti. Akdeniz’i geçmeye çalışan Suriyeliler için Akdeniz, bir Suriyeli mezarlığına döndü.
Gannuşi özelinden görünen siyasal düzlem
Arap Baharı’nı en hasarla atlatan ülke Tunus olmuştur.
Tunus’ta halkın seçimi ile iktidar el değiştirmiştir. On yıl süren iç savaşla
Tunus’un yıkılması tehlikesi atlatılmıştır. Arap Baharı’nın tek kazançlı ülkesi
Tunus olmuştur. Tunus’a bunları kazandıran kişi ise tartışmasız bir şekilde
Raşit El-Gannuşi’dir (D.1941).
Gannuşi, köylü bir aileden gelir. On kardeşten en
küçüğüdür. Hafız olan babası Raşit’in de hafız olmasını temin eder. Gannuşi,
gençlik döneminde Nasırcılık ekolünün etkisinde kalır. Mezun olduğu lise Arapça
eğitimli olduğundan, Fransızca eğitim veren Tunus’taki üniversitelere giremez.
İki yıllık ilkokul öğretmenliğinden sonra Mısır’a gider. İzinsiz geldiği
Mısır’da ziraat fakültesine kayıt yaptırmışken Mısır Hükûmeti’nin onu Tunus’a
iade etme kararı, onu Arapçılık ve Nasırcılıktan da uzaklaştıran ilk olay
olmuştur. 1964’te gittiği Şam’da ise Baas diktatörlüğü vardır. Şam’da ziraat fakültesi
yerine Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.
1965’te Türkiye’den başlayarak yedi Avrupa ülkesini
gezmesiyle birlikte zihnindeki Avrupa düşüncesi önemli ölçüde değerini
kaybeder. Gannuşi, bu gezisinin ardından Avrupa’dan ve Avrupa merkezli düşüncelerden
uzaklaşır. 1966, onun Mevdudi, İkbal, Seyyid Kutup, Balik Bin Nebi ve Nedvi
gibi yazarları daha fazla okuduğu ve bunun sonunda ciddî bir fikir değişimi
yaşadığı yıl olmuştur. Artık lâiklikten, milliyetçilikten, geleneksel İslâmî
anlayıştan bütünüyle kopmuş ve merkezinde vahyin olduğu bir İslâm anlayışını
benimsemiştir.
Şam’da Gannuşi, İhvan-ı Müslimin gibi İslâmî örgütleri
de tanıma fırsatı bulmuştur.
1968’de Şam Üniversitesi Felsefe Bölümünden mezun
olduktan sonra doktora için Paris Sorbonne Üniversitesine gider. Ailevî
nedenlerle Paris’ten ayrılıp Tunus’a döner. Malik Bin Nebi’yi ziyaret edip
tanışır. Gannuşi için Malik Bin Nebi, vahiy ile mantığın uyumunu temsile
diyordu ki, “Bu da İslâm rasyonalizminden başka bir şey değildir”. Gannuşi’nin
bu dönemde tanıyıp bir süre izlediği Selefilik akımı ise onun için hayatın
tamamını kapsamaktan uzak ve siyaset dışı bir anlayışı temsil etmiştir. Bu
arada o süreçte lisede felsefe dersleri öğretmenliği yapmıştır.
1970’lerde Burgiba yönetimi radikal lâiklik uygulamaları
ile İslâm’ın bütün izlerini günlük hayatın içinden kazımaya yönelmiştir.
Giderek baskıcılığını arttırmıştır. Gannuşi için Tunus’ta etkili olan
Eşarîlik/Malikîlik ve Sufîliğin çeşitli kolları, kaderciliğe teslimiyeti
öngörmekteydi. Gannuşi, kendi anlayışını “rasyonel dindarlık” diye
adlandırmıştır ama bu dönemde Tunus’ta demokratikleşmeyi savunan çevreler ve
işçi sendikaları ile temas kurmuştur. Bu temasları, ona geniş bir siyâsî ve
sosyal çevreyi tanıma ve bu çevrede yayılma imkânı vermiştir. Gannuşi’nin
içinde olduğu Tunus İslâmî Hareketi, 1980’deki 1 Mayıs kutlamalarına katılır.
İran Devrimi’ni despotluğa, sınıf ayrımcılığına,
emperyalizme ve ahlâksız sömürgeci kültürüne karşı savaşan, İslâm dünyası için
ilham veren bir tecrübe olarak görmüştür. Şiî nüfusun hiç olmadığı Tunus’ta
İran Devrimi’ni bir Sünnî-Şiî çizgisinde değil, bir Şiî olayı olarak da değil,
“İslâmî” olarak değerlendirir.
Demokratlar ve işçi sendikalarıyla temas kurmasının
yanında, 1980’lerde kadın hakları konusu ile ilgilenir. Erkek ve kadın cinsleri
arasında eşitliği vurgulayarak, kadınların sosyal ve siyasal faaliyetlerin
içinde olmasını savunmuştur. Tunus şartlarında bu görüşler oldukça ileri
seviyededir.
Açık olmak isteğiyle, İslâmî Yöneliş Hareketi’nin (MTI)
kurulması ile birlikte hükûmet baskısı giderek artar ve aralarında Gannuşi’nin de
olduğu beş yüz kişi tutuklanır. Gannuşi, tutuklu kaldığı 1981-1984 arasındaki
zamanı bir fırsata çevirip görüşlerini ve siyasetini yeniden gözden geçirir.
Afgani-Abduh ekolünü bu dönemde yeniden tetkik eder. İranlı liderlerin İhvan’ı
ve MTI’yi “Batı özentisi içinde olmakla” suçlamalarına karşılık Gannuşi,
İranlıları “kendilerini hakikatin tek temsilcisi gibi gördüklerini, ABD’yi
büyük şeytan ilân ederek uluslararası ilişkileri basite aldıkları” gibi
karşılıklar vermiştir. Öğrencilerle yaptığı sohbetleri “İslâm’da Demokrasi Var
mıdır?” başlığı ile kitaplaştırır.
Gannuşi ve “Allah’ın hâkimiyeti” vurgusu
Gannuşi’ye 1987’de ömür boyu hapis, iki arkadaşına da
idam cezası verilmiştir. Burgiba, beğenmediği bu karar için yeniden dâvâ açtığı
bir esnada devrilmiştir. Yeni diktatör Bin Ali’nin çok partili seçimlere dayalı
siyasete izin vereceğini açıklamasının ardından MTI, 1988’de partileşmek için
resmî müracaat yapar ise de izin verilmez.
1989’da Gannuşi, gönüllü olarak Londra’ya sürgüne
gönderilir. Londra’da 22 yıl kaldıktan sonra Ocak 2011’de, Arap Baharı’nın
başlaması ile yeniden Tunus’a döner. Gannuşi’nin MTI adlı örgütü “Nahda” adıyla
partileşir ve 2011’de girdiği seçimlerin yüzde 37’sini alıp seçimi kazanır.
2019’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Nahda,
büyük bir seçim yenilgisi yaşayarak oyların ancak yüzde 12’sini alır.
Gannuşi’ye göre demokrasi, her şeyden önce halkın
seçme hakkı ile yöneticilerini seçme, denetleme ve değiştirme imkânı verir.
Ülkeden ülkeye demokrasinin içeriği ve tarifi değişse de özgür seçimle
yönetimin tayin edilmesi, ortak ve değişmeyen özelliğidir. Bu seçme hakkı
iledir ki halkın hâkimiyeti yönetenlerin üzerinde olur ve hak ile despotluk
engellenir.
Gannuşi için Batı demokrasileri temelde kötü değildir,
ancak materyalizmin kaynaklık etmesinden dolayı malul hâldedir. İslâmî ilkeler
ise demokrasiyi bu malullükten ve zengin sınıfların fakirler üzerindeki
hâkimiyet aracı olmasından onu çıkaracaktır. Demokrasi böylece, İslâm ilkeleri
ile ıslah edilip terbiye edilmiş olacaktır. Gannuşi’ye göre tarihte insanlığın
yaşadığı dönemlerde ortaya çıkan demokrasi tecrübeleri de insanlığın ortak
mirası gibidir.
Ve yine Gannuşi’ye göre Batı’da başlayan insan hakları
söylemleri, yine Batı’nın eliyle dünyanın her tarafında aynı içerikte
uygulanmaktan engellendiği için insanlığın sorunlarını çözememiştir. Bu noktada
bütün putların etkisinden kurtulacak olan insanın özgürlüğü de, temel hakları
da korunmuş olacaktır. İnsanın kendisi için bir inanç seçebilme hakkı da onun
temel hakkıdır ve hiçbir şekilde yönetimler tarafından sınırlandırılamaz.
Gannuşi’ye göre İslâm ilkeleri ve demokrasi arasında
bir çelişki yoktur. İslâm’ın şura ve içtihat ilkelerinin çoğunluğa dayalı
olması, demokrasi ile ortak temel özelliklerindendir. Baskıcı/otokrat
yönetimlere karşı demokrasiyi, insanın seçme hakkını savunmak, İslâm’ın da
temel bir ilkesidir. Lâiklik, kilise hegemonyasına bir protesto hareketi olarak
ortaya çıktığı için Hıristiyanlık sınırları içinde Batı’da meşruiyete sahiptir.
Ancak aynı meşruiyetin İslâm dünyasında olmadığı açıktır.
Gannuşi, yazdıkları ve yaptıkları ile İslâm
düşüncesine katkıda bulunmuştur. “Allah’ın hâkimiyeti” vurgusu ile demokrasiye
itiraz edenleri şiddetle eleştirmiştir. Siyâsî tutumuyla iç çatışmaları
engellediği gibi, despotluk arayışlarına da engel olmuştur.
Şimdi Tunus’ta muhalefet lideri olarak Gannuşi, İslâmî
ilkelerin rağmına demokrasiyi sahiplenmiş değildir. Aksine demokrasinin, içini
İslâmî ilkelerle doldurmuş halkın seçme hakkına dayanan bir demokrasi ile İslâm’ın
sorunu olmadığını göstermiştir. Arap Baharı’nın keşmekeşi içinde bütün İslâm
dünyası için son derece değerli bir tecrübe örneği ortaya koymuş ve geleneksel
bağnazlığın egemen olduğu bir ülkede İslâm’ın özgürlük anlayışı ile halkın
özgürlüğünün ve temel haklarının ayrılmaz bir bütün gibi olduğunu göstermiştir.