İslâm ve çocuk

Gerçeklerden uzaklaştıkça açığa çıkan yeni hastalıkların hepimizin yüreğinde yer bulması, bizi, sessizleştirilmesi düşünülen insanı korkutmuyor mu? Adım adım ilerleyen kötülüğün her gün artması korkutucu gelmiyor mu? Başımıza gelmeden evvel “Bir şeyler yapılmalı!” demekten gayrı ne yapabiliyoruz? Yazılan neyse kadere, başa gelecek olan odur ve yazılan çekilecektir ancak yazıyı yazan kalem bize tercih hakkı vermişken ve eliyle, diliyle düzeltme şansı vermişken suskunluğumuz neden?

İnsana Bakış

YERYÜZÜNE halife olan insan, en yüce mertebeye çıkabileceği gibi en aşağı dereceye kadar düşebilir. Bu mertebeler kişinin ahiret yurdunda yerini belirleyecek olan ölçüdür. Doğumdan başlayan fani hayat yolculuğu ölüm ile âlemden âleme geçişle bitecektir. Yaşam boyu yaptıklarımız silinmez bir deftere kaydedilmekte ve o gün geldiğinde inkâra mahal bırakmayacak şekilde saklanmaktadır.

Âdemoğlu varlıkların şereflisi olarak addedilmiştir. Bu şerefe nail olabilmek hiç de kolay değildir. Kulluk yapmanın yeterli olup olmayacağına karar verecek olan kudret sahibi Allah’tır. Lakin vakti zamanında Efendimiz ile sohbette olan ashabın aktarımlarına göre, Efendimizin, kardeşlerim diyerek bahsettiği ahir zaman ümmetinin çok zorluk çekeceği, imkânlara rağmen ibadet etmenin neredeyse mümkün olmayacağı ve böylesi bir ortamda az da olsa yapılan sahih ibadetlerin ise ashabın yapacağı ibadetlere denk sayılacağı anlatılır. Bu sebeple kullukta ölçüt konusunda ahkâm kesmek biz naçiz kullara düşmez. Lakin yüksek mertebeye ulaşmak için gayret gösterilmesi mecburidir.

Uzunca zamandan beri sorulan sorulardan ve tartışılan meselelerden birisi “İnsanın amacı nedir?” sorusudur. Elbette ilk ve en önemli cevabı ayet-i kerimede de belirtildiği üzere kulluk etmek içindir. Lakin buna ek olarak başka görevlerimiz de var. İnanmak, ahlaklı olmak, doğru olmak, yaşamaya dair görevleri yerine getirmek, gelecek nesillerin daha iyi yetişmesi için çalışmak ve çocukları güzel ahlak başta olmak üzere onları yarına hazırlamak gibi görevler yetişkinlere verilmiştir.

Çocuk deyince doğal olarak büyük bir ummana dalmış oluyoruz. Çocuk kavramı dinimizde çok özel ve önemli bir yere sahiptir. İslâm dininin ilk emirlerinden birisi bilindiği üzere cahiliye devrindeki o ahlaktan uzak geleneği yani kız çocukların diri diri gömülmesine son verilmesiydi. Bize emanet olan çocukların en değerli varlığımız olduğunu bildirerek o devre kara leke olarak vurulan bu âdeti ortadan kaldıran dinimiz, çocuklara bir sürü hak vermiştir. Bu haklar incelendiğinde görülecektir ki İslâm dini bazıların iddia ettiği gibi bir akıl hastalığı değil insanlığın tek kurtuluşudur.

İslâm’da çocuk hakları

Konu Kur’an olunca bana söz düşmez, sözü Allah kelamına bırakmak gerek. Çocuk hakları konusunda yüce Allah, “Çocuklarını cehaletle, düşüncesizlikle öldürenler, mutlaka hüsrandadır.” (En’am, 140) “Evlatlarınızı, fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat, onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsra, 31)

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere çocuklar bizlere bir ihsandır ve çocukların yaşama hakkı ve helâl rızık yeme hakları vardır. Bir başka ayet-i kerimede çocukların emzirilme hakları olduğundan ve çocukların örf adetlere göre giydirilme haklarından söz eder. Emzirme konusunda eğer annenin sütü yetersiz ise çocuğun emzirilmesini iki yıla kadar temin etmenin ve giydirmenin de babanın görevi olduğu buyurulmuştur.

Çocuklara verilen haklar bunlarla sınırlı değildir elbette. Güzel bir isim verilmesi, oyun oynaması onun hakkıdır. Ergenlik yani büluğ çağına kadar dövülmemesi ama buna karşın iyi terbiye edilmesi yine dinen verilen haklardandır. Diğer çocuklar ile eşit muamele görmesi, farz olan ilimleri öğrenmesi yine anne babalara emredilmiş çocuk haklarındandır. Anne ve babaların görevlerinden birisi de çocuk evlilik çağına girdiğinde evlendirilme hakkıdır.



Dikkat edildiğinde İslâm dininin gerçek mânâda yolumuzu aydınlatan ışık olduğu aşikârdır. İlâhî emirleri uygulayan topluluklarda yalnızca çocuklar değil; erkekler, kadınlar, yaşlılar, hayvanlar ve bitkiler de huzur içinde olacak, güvenliklerinden endişe duyulmayacak ve karşılaşılan sıkıntılarda da haklarının yenmeyeceği bilinecektir.


Efendimizin çocuklara yaklaşımı

Efendimiz Hz. Muhammet (sav) çocuklar hakkında herkesten daha nazik, herkesten daha sevgi dolu olmuştur. Bir baba olarak, devlet lideri olarak ve peygamber olarak çocuklara nasıl yaklaşılması gerekliliği hususunda bize yol göstermiştir. “Çocuğu olan, çocuğuyla çocuklaşsın!” hadisi, bugün bilimsel olarak da anne babalar için şiddetle önerilen husustur. Efendimiz, özellikle yetim çocuklarının eksiklerinin giderilmesini önermiş, çocukları sevindirmenin sadaka olduğunu ifade etmiştir. Maddî gücü olmayanların ise çocukları sevmeleri, başlarını okşamaları ve sofralarında onlara yer vermelerini buyurmuştur. Efendimizin torunlarına olan sevgisi, onlara yaklaşımı her alanda olduğu gibi bizlere örnek teşkil ediyor.

Çocukların iyi yetiştirilmesi ve eğitilmesine büyük önem veren Efendimiz, babalara şöyle bir telkinde bulunuyor. “Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlaktan daha hayırlı bir miras bırakmamıştır.” Hadis-i şerifte görüldüğü üzere, çocuklarımızın geleceği için biriktirdiğimiz mallar, varlıklar elbette kıymetlidir. Görevimizdir aynı zamanda, lakin asıl servetin ve mirasın güzel ahlak olacağını ve ahlaktan uzak yetişen neslin yoldan çıkıp varlığa tapacağı için zulmedenlerden olacağını anlatıyor. Ahlaktan uzak bir tacirin hile yapacağı, ahlak ve inançtan uzak bir bilim insanının bilgiyi insanlığın aleyhine kullanabileceği yadsınamaz bir gerçektir. Kötülüğün ve şerrin önüne geçmek için inanç ve ahlak konusunun ne denli önemli olduğu dinimizce defaatle vurgulanmıştır. Duymazlıktan gelen kulaklarımız olsa da gerçek değiştirilemez.

İslâm ışığında yol alan ecdadımız da çocuklara dinin emrettiği hakları yerine getirmekle birlikte onların refahları, huzur ve güvenliklerini sağlamıştır. Türk hakanları, padişahları devlet işleri nedeniyle kendi çocuklarına babalık görevlerini biraz aksatmış olsalar da eğitimlerine büyük önem vermişlerdir. Lakin devlet yönetmenin büyük sorumluluğu göz önüne alındığında bu durum oldukça normaldir. Kaldı ki İslâm, çocuğun terbiyesini aslında anneye vermiştir. Belli bir yaşa kadar bu sorumluluk annededir. Bu küçük ayrıntı dışında Türk milleti çocuklarına her daim değer vermiş, Batı medeniyetinin asırlar sonra öğrenebildiği yaklaşım ve davranışları bilinen her devirde eksiksiz olarak yapmıştır. Münferit hikâyeler olmuştur elbette ama tarih Türk toplumunun İslâm öncesinde de sonrasında da çocuğa değer verdiğini yazmıştır.

İslâm dini, diğer dinlerden daha fazla hak ve hukuk konusuna eğilmiş; günümüzde geçerli doğruların, yaşanmışlıklar sonucu ulaşılan gerçeklerin aslında en başından beri emredildiği ortaya çıkmıştır. Bilimsel olarak elde edilen nice bilginin aslında zaten elimizde olduğu, Kur’an ışığında erişilen noktaların bugün hayatımızın her alanında kolaylık, düzen, bilimsel fayda sağladığı ispatlanmıştır. Oruç tutmanın faydaları, hurmayı tek rakamlı olarak yemenin olumlu etkilerini ortaya çıkaran Japon bilim adamının hayreti, bu ispatın güzel bir örneğidir. Bin beş yüz yıl evvel indirilen Kur’an’da geçen yıldızların özellikleri, “kendilerine belirlenen istikamette akıp gitmeleri” henüz sırrı çözülmekte olan bir gerçektir. Dağların yeryüzüne kazık olduğunu ve depreme karşı dayanma gücü verdiğini yine günümüzde anlamı kavranabilmiş bir gerçektir. Yapay zekânın dahi bir din seçilmesi gerekiyorsa bunun İslâm olduğunu söylemesi ise ayrı bir enstantanedir. Bu konuda verilebilecek sayısız örnek vardır lakin benim dağarcığıma ilk gelen örnekleri sizlerle paylaşmakta yarar gördüm. Elbette bilim insanlarının ve İslâm âlimlerinin söyleyecek çok daha fazla sözü olacaktır.

Niçin her gün daha da karanlığa batıyoruz?

Dikkat edildiğinde İslâm dininin gerçek mânâda yolumuzu aydınlatan ışık olduğu aşikârdır. İlâhî emirleri uygulayan topluluklarda yalnızca çocuklar değil; erkekler, kadınlar, yaşlılar, hayvanlar ve bitkiler de huzur içinde olacak, güvenliklerinden endişe duyulmayacak ve karşılaşılan sıkıntılarda da haklarının yenmeyeceği bilinecektir. İşte can alıcı nokta tam olarak burada başlıyor. 

Kıymetli okurlar, İslâm dinini akıl hastalığı olarak lanse etmeye çalışanlar, İslâm’a düşman olanlar ve inancın gerekliliklerini yerine getirmeyenlere baktığımız vakit tüm gerçek ortaya çıkıyor.

Fütursuzca çocukları öldüren terörist İsrail hâlen yaşanmaya devam eden katliamlarıyla gözler önünde değil midir? Geçmişte Batı medeniyetlerinin katliamcı ruhlarıyla ortaya çıkan vahşetten en çok nasibini alan çocuklar ve kadınlar olmadı mı? Bugün yaşanan çocuk haklarının gasplarında, kadınlarımızın haklarındaki gasplarda meselelerin özünde, esaslarını dikkate almadığımız inancımızın eksikliği yok mudur? Adı Narin çocuklarımıza kalkan eller, kurulan kumpaslar, yine bu temel eksikliğimizden ötürü değil midir?

Bir annenin çocuğuna merhamet etmemesinin ahlaksızlıktan, inançsızlıktan gayrı açıklaması olabilir mi? Yedi kat ellerin reva görmeyeceği vahşete bir annenin ortak olmasını hangi duyguyla açıklayabiliriz? Kıymetli okurlarım, çocuğa kalkan el kimin olursa olsun, kırılmalıdır. Adı Müslüman ama İslâm’dan bihaber olan günümüz toplumunun yaşadığı tuhaf travma ne yazık ki her gün ekranlarımıza yansımaktadır. Nedir mesele? Niçin her gün daha da karanlığa batıyoruz? Nasıl oluyor da her bilgiye saniyeler içinde ulaşabilme imkânı olan bu çağda çocukları, kadınları baş tacı etmeyi emreden dine akıl hastalığı diyebiliyoruz?

Kimse kaçmasın, bana ne demesin, “Benimle ilgili değil” demesin! Hepimizin suçu ve sorumluluğu var. Bugün dinimize, masumlarımıza, geleceğimize yapılan sözlü, fizikî saldırılardan ve yarın başımıza gelecek zorluklardan ötürü hepimiz sorumlu ve suçluyuz. Her gün bir adım daha yaklaşan şer, bir gün bizi de içine almadan önce durup düşünüp ve yolumuzu istikamet üzere çevirmemiz icap eder. Uydu aracılığıyla 2.500 civarında çağrı cihazını, telsizi patlatarak insanları öldüren ve yaralayan hastalıklı zihniyet fizikî olarak ve perdeler ardından sessizce yaklaşıyor. Görmemek için kör, duymamak için sağır, bilmemek için gözleri ve dimağı kapatmak gerek. Biz kör, sağır mıyız yoksa akıl tutulması mı yaşıyoruz?


Tuzağı zayıf olan şeytan ve yoldaşları gerçekten bizi esir aldılar. Varlıkla, korkuyla, bencillikle esir aldılar. Yürüdüğümüz yolu karanlığa çevirerek uçuruma gittiğimizi sakladılar. Birer birer düşüyoruz.


Tuzağı zayıf olan şeytan ve yoldaşları gerçekten bizi esir aldılar

Gerçeklerden uzaklaştıkça açığa çıkan yeni hastalıkların hepimizin yüreğinde yer bulması, bizi, sessizleştirilmesi düşünülen insanı korkutmuyor mu? Adım adım ilerleyen kötülüğün her gün artması korkutucu gelmiyor mu? Başımıza gelmeden evvel “Bir şeyler yapılmalı!”demekten gayrı ne yapabiliyoruz? Yazılan neyse kadere, başa gelecek olan odur ve yazılan çekilecektir ancak yazıyı yazan kalem bize tercih hakkı vermişken ve eliyle, diliyle düzeltme şansı vermişken suskunluğumuz neden?

Madem sığınağımız Kur’an, o hâlde sözlerimizi yine Allah kelamı ile tamamlamakta fayda var: 

“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna savaşmıyorsunuz.” 

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise bâtıl dâvâ uğruna savaşırlar. Şu hâlde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın planı (tuzağı) daima zayıftır.” (Nisa, 75-76)

Tuzağı zayıf olan şeytan ve yoldaşları gerçekten bizi esir aldılar. Varlıkla, korkuyla, bencillikle esir aldılar. Yürüdüğümüz yolu karanlığa çevirerek uçuruma gittiğimizi sakladılar. Birer birer düşüyoruz. “Durun, bu yolun sonu karanlığa çıkar!” diyenleri birer birer cezalandırdılar. Hâl böyle olunca üstat Necip Fazıl’ı anmadan edemedim. Esaretten kurtulmadıkça, şeytana karşı durmadıkça, kendimize gelmedikçe Narin çocuklarımızı ve bize emanet kadınlarımızı koruyamayacağız, diyor ve sizleri, Üstat Necip Fazıl’ın o muhteşem mısralarıyla baş başa bırakıyorum. 

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!/ Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:/ Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,/ Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,/ Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;/ Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!/ Durum diye bir lâf var, buyrunuz size durum;/ Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!/ Bir şey koptu içimden, şey, her şeyi tutan bir şey,/ Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey;/ Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,/ Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem./ Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;/ Evde cinayet, tramvay arabasında zina!/ Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;/ Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!/ Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu;/ Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!/ Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,/ Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!/ Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!/ Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!/ Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul./ Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;/ Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!/ Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;/ Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz./ Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;/ Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç./ Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;/ Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!/ Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;/ Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!/ Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;/ Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?/ Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;/ Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”