İslâm toplumunda muallim ve öğretmene bakış

Hakikat şudur ki, milletlerin bünyesinde inkılaplar mektepte başlar ve her milletin kendine özel mektebi, eğitim sistemi vardır. Millî eğitim, zihniyet ve örfleri, metot ve müfredatı, terbiye prensipleri, psikolojik temelleri ve hattâ binasının yapı tarzı ile kendisini başka milletlerinkinden ayırt eder. Bizde vaktiyle medrese, millî mektepti. Medresenin en ayırıcı yönü ise muallimdi, müderristi. Yani öğretmendi.

EĞİTİMİN aslî anlamda üç temel unsuru bulunmaktadır. Her üç unsur da insan merkezlidir: Öğrenci, öğretmen ve mektep…

Öncelikle kısaca eğitimi tanımlamakta yarar var. Her milletin kendine mahsus bir eğitim anlayışı ve mektebi vardır. Millet rûhunu yapan, maârif ve eğitimdir. Eğitimin düşmesi ve kalitesizleşmesi, milletin rûhunu yerlere serer. Eğitime değer vermemek, millet rûhunun  yıkılışını hazırlar. 

Eğitim hangi yönde yürürse millet rûhu da onun arkasından gider: “Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî, rûh-i millîdir/ Onun iflâsı, en korkunç ölümdür; mevt-i küllîdir.” Millî Mücadele’nin mânevî cephesinde en ön safta bulunan, halkı Batı emperyalizmine karşı mücadeleye teşvik eden, aynı zamanda dinî ve pozitif ilimlerin ışığında toplumsal hayatta meydana gelen kültür ve medeniyet krizine çözüm arayan Mehmed Âkif, durumu böyle tanımlamaktadır.

Fertte olduğu gibi millet vücûdunda da iki unsur birleşmiş bulunur: Biri, verâsetle ecdâddan intikal eden, öbürü eğitimle kazanılandır. Ecdâdın verâseti, tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maârifin hizmetidir. Bizde ecdâd rûhunu yaşatıcı, tarih şuurunu besleyen ve canlı tutan eğitim olduğu gibi, onu yıkan ve çürüten de eğitimdir. Bin yıllık şanlı bir mâziye sahip, şerefli olaylarla bezeli bir tarih sahibi milletin bu kadar kısa zamanda bütün geleneklerinden ve kendine has özel yapısından sıyrılıp soyunarak Nasrânî bir kimliğe bürünmesi üzerinde dikkatle durulması ve uzun uzadıya üzerinde düşünülmesi gerektir.

Bu kısa girişten sonra konumuzun ana temasını teşkil eden ama aynı zamanda eğitimin aslî unsuru olan “öğretmen” kavramı ve kimliğine dönmek gerekiyor.

Öğretmen kimdir? 

Öğretmenlik bir meslek midir? Öğretmeni öteki mesleklerden ayıran en önemli ayırıcı vasıf nedir, nelerdir? Öğretmenlik neden Peygamber mesleğidir?

Farkında olmadığımız bir gerçeği hatırlamakta yarar var: Hira mağarasında ilk vahye muhatap olan Peygamberimiz, “Oku! Yaratan Rabbin adıyla oku!” emriyle peygamberliği tebellüğ etmiş ve tebliğe başlamıştır.

Hakikat şudur ki, milletlerin bünyesinde inkılaplar mektepte başlar ve her milletin kendine özel mektebi, eğitim sistemi vardır. Millî eğitim, zihniyet ve örfleri, metot ve müfredatı, terbiye prensipleri, psikolojik temelleri ve hattâ binasının yapı tarzı ile kendisini başka milletlerinkinden ayırt eder. Bizde vaktiyle medrese, millî mektepti. Medresenin en ayırıcı yönü ise muallimdi, müderristi. Yani öğretmendi.

Bugünkü eğitim kaba tekniğin peşinde, Batı’nın zehirli akımına kapılarını açmış, Yahudilik oltası bir demokrasi anlayışının kurbanı, zavallı bir kurumdur. Geleceği hazırlayacak nesillere vereceği hiçbir şeyi kalmamıştır. Öyle ki, daha önce kendisini yok etmek için çaba harcayan ne varsa hepsine boğun eğmiş ve teslim olmuştur. Teslimiyet içindeki eğitim sistemi nasıl kurtulacaktır?

Hiç şüphesiz eğitimin aslî unsuru insandır. Ama onun da en temel belirleyici ve yönlendiricisi, şekil vereni, Peygamber mesleği olan  öğretmenliktir. Gerçekten öğretmenlik, bir Peygamber mesleği midir?

Cahil kavimden medenî topluma

İlk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem, peygamberlik yanında aynı zamanda ilk öğretmendir. Çünkü yaşadığı sürece kendisine, ailesine ve insanlığa hep öğretici olmuştur. Tevhid halkasında yer alan nebî ve resûllerin tamamı birer öğretmendi. Çünkü içinde bulundukları topluma hak ve hakikat yönünde rehber ve öğretmenlerdi.

Ama en büyük ve en önemli öğretmen prototipi, Son Peygamber Hazreti Muhammed’dir (sav). Bir hadîs-i şerifte, “Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” diye buyurmaktadır.

Hazreti Peygamber’in öğretmenlik yönünü anlamak için öncelikle O’nun hayatını çok yakından bilmemiz gerekiyor. Tarihçiler, “Tarihî olayları ve tarihî kişileri anlatırken olayların cereyan ettiği ve yaşadıkları dönemi ve şartlarını iyi bilmek gerekir” derler. O bakımdan, Hazreti Peygamber’in hayatını bilmek ve O’nu tanımak için yaşadığı dönemi, sosyal hayatı ve şartların çok iyi bilinmesi gerekiyor. Bilindiği gibi Hazreti Peygamber’in bulunduğu topluluğun yaşadığı o sürece “Cahiliye Dönemi” denilmektedir. Tarihte de böyle anılmaktadır.

Hazreti Peygamber’in mücadelesini anlayabilmek için Cahiliye Dönemi’ni kısaca tanımakta yarar var. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar hâlâ Cahiliye Devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim var?” (Mâide, 50) buyurulur. İslâm’ın hâkim olmadığı ortamlar, cahiliye çağlarıdır. Çünkü İlâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm’ın gelişinden önceki dönemde yasayan müşrikler Allah’a isyan etmiş ve O’nun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı.

Cahiliye Araplarının sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri söyle sıralamak mümkündür:

Putlara taparlardı: Cahiliye insanları Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar ve “Biz onlara, ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3) derlerdi.

İçki içerlerdi: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hattâ Enes bin Malik’in (ra) bildirdiğine göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hazreti Peygamber (sav) tellâl bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medîne sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Esribe, 3).

Kumar oynarlardı: Cahiliye Çağı’nda kumar da çok yaygındı. Cahiliye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki, kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı.

Tefecilik yaparlardı: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verir, kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu arttırayım mı?” derdi. Bunun yanında faizcilik ve faiz oranı çok büyüktü. Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyor, “Faiz de tıpkı alışveriş gibi” diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara, 275) buyurulmuştur.

Zina (fuhuş) çok büyük orandaydı: Cahiliye Arapları arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaretle, “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın” (Nûr, 33) buyurulur. Ayrıca köleler mal gibi alınıp satılır, mîras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Köle ve câriyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Câriyelerden doğan çocuklar da köle veya câriye sayılırdı. Ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını babaları isterlerse kendi evlâtları arasına alabilirlerdi.

Kızları diri diri toprağa gömerlerdi: Cahiliye Araplarının kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu, namuslarını korumak veya ar telâkki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı.

Peygamber Efendimizin (asm) öğretmenliği ve terbiye ediciliği müstesnadır. O’nun terbiyesi sonunda, içinde yaşadığı toplum ve zaman “Asr-ı Saâdet” diye adlandırılmıştır. O dönemi yaşamış ve Peygamberimize dost olmuş, şöhretleri günümüze kadar gelen ümmetin fertlerinin hepsi, Efendimizin (asm) terbiyeciliğinin şâhitlerindendir.

Evet, bu icraatı yapan Allah’tır; bunu sarraf ve cevherci olan Hazreti Muhammed’in (sav) eliyle yapmıştır. Bu itibarla denilebilir ki, tüm insanlığı hakîki insanlığa ve insânî kemâlâta yükselten veya yükseltme adına eşsiz bir din getiren, Hazreti Muhammed Mustafa’dır (asm). O’nun (asm) terbiye sistemi, sadece nefis eksenli bir terbiye sistemi değildi. O (asm) ümmetini nefis, akıl, kalp ve bütün hissiyatıyla ele almış, çocuklarını diri diri toprağa gömen o vahşi kavimden en medenî toplumu meydana getirmişti.

Efendimizin (sav) eğitime verdiği önem

Şimdi genel bazı başlıklar hâlinde Efendimizin (asm) terbiye sistemi hakkında bilgiler ve örnekler verelim. Ancak bilinmelidir ki, burada nakledeceklerimiz, denizden sadece bir damla kadar değerlendirilmelidir…

Bedir Savaşı’nda yakalanan esirlerden kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler vardır. Efendimiz (asm) bunlara, ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacaklarını söylemişti. Bu fikir hem esirlere, hem de ensara iki taraflı menfaati olan bir görüştü. Hemen eğitim için kolları sıvayan esirler ve ashab, kısa süre içinde okuma ve yazmayı öğrenmişti. Bu sayede Medîne’de okuma yazma bilenlerin sayısı iyice artmıştı. Bunların içerisinde vahiy kâtibi olan ve istikbâlde Kur’ân’ın mushaf hâline getirilmesinde vazîfe alacak olan Zeyd bin Sabit Hazretleri de vardı. O dönemde bir çocuktu ama Allah Resulü’nün (asm) harika terbiyesi onu hem vahiy kâtibi yapmış, hem de Kur’ân’ın günümüze mushaf olarak ulaşması vazîfesinde görev ifa edecek bir eğitim almasını temin etmişti.

Suffe Mektebi

Suffe Mektebi, İslâm tarihinde müstesnâ bir yeri olan ve pek çok âlim sahabenin yetişmesinde vazîfe gören bir okuldur. Bu mektebin öğrencileri; evi, ailesi, malı yani dünyayla onları meşgûl edecek bir şeyleri bulunmayan, sayıları 400-500 arasında değişen ve vakitlerinin tamamını Allah Resûlü’nden (asm) ilim ve feyiz almakla geçiren sahabelerden teşekkül etmekteydi. Bunların eğitimleri Allah Resûlü için o derece önemliydi ki onların ihtiyaçlarını görmeyi Kendi ailesinin ihtiyaçlarını görmekten üstün tutardı. Burada yetişen sahabeler, daha sonra İslâm’ı öğretmek için başka kabilelere öğretmen olarak gönderilirdi. İşte Ebû Hureyre gibi bütün hayatını ilme adayan bir dahi sahabe, bu mektebin talebesidir.

Ashâb-ı Suffe, dinin membaına en yakın, Resûlullah’ın (asm) meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı oluyordu. Muallimleri başta Hazreti Peygamber (asm) olmak üzere Übey bin Kâ’b, İbn-i Mes’ûd, Muâz bin Cebel ve Ubâde bin Sâmit gibi âlim sahabelerdi. Ehl-i Suffe, yüksek seviyede ve âdeta hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahabeler (muksirûn), umûmiyetle onlar içinden çıkmıştır. Ebu Hureyre’ye (ra), “Neden bu kadar çok hadîs naklediyorsun?” diye soranlara, “Benim fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki ticaretleriyle, ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgûl bulundukları sırada Ebû Hureyre, Peygamber’in (asm) mübârek nasihatlerini hıfzediyordu” şeklinde cevap veriyordu.

Kadın talebeler

Allah Resûlü’nün (asm) terbiyeciliği, çok farklı alanlarda değerlendirilebilecek bir konudur. O, insanları mânen eğitirken, maddeten de en medenî milletlere galebe çalacak bir şekilde donatmaktaydı. Sahabelerinin erkeklerini eğitirken, hanım sahabeleri de ihmâl etmemekte, onlara özel eğitim vereceği bir gün tahsis etmekteydi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır: Allah Resûlü’nün (asm) kadınlara verdiği ehemmiyet, insanların kadınları insandan saymadıkları, alınır satılır bir eşya gibi gördükleri, doğan kızlarından utanıp diri diri gömdükleri bir dönemde olmaktadır.

O’nun (asm) zamanında kadın öğretmenler de vardı. Nitekim Şifâ (Ümmü Süleyman b. Hayseme), Hazreti Peygamber’in (asm) hanımlarından Hazreti Hafsa’ya (r.anha) yazı öğretmiştir. Hazreti Peygamber’in (asm) hanımları, ashabın kızlarının eğitim ve öğretimi ile ilgilenirlerdi. Onlar evlerine gelen genç kızlara bildiklerini anlatırlardı. Bu kızlar da öğrendikleri bilgileri başkalarına aktarırlardı. 

Hazreti Âişe ve Ümmü Seleme (r.anhüma) başta olmak üzere Hazreti Peygamber’in (asm) hanımlarının ve daha başka kadınların eğitim ve öğretime büyük katkıları olmuştur. Öyle ki, Allah Resûlü’nün (asm) eşlerinden teşekkül eden eğitim sistemine, “Ezvac-ı Tahire Okulu” denilmiştir. Yani “Hazreti Peygamber’in Pâk Eşlerinin Okulu”…

Hazreti Âişe (r.anha), öğrenme konusunda utanmayan ensar kadınlarını övmüştür. Bu noktadan hareketle, kadınların öğrenmeye büyük ilgi gösterdiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Sahabeler de kendi kız çocuklarının eğitimleriyle ilgilenmişlerdir. Sözgelimi Sa’d b. Ebû Vakkas, kızına yazı öğretmiştir.

Hazreti Peygamber’in (asm) eğitim konusunda hür-köle ayrımı gözetmediği de bilinmektedir. Hadîs kaynaklarında şu sözü çok geçmektedir: “Kim bir câriyeyi güzel bir şekilde eğitir, terbiye eder, sonra da azat eder ve evlendirirse, onun için iki mükâfat vardır.”

Eğitimde zorluğu değil, kolaylığı tercih etmek 

Bedevînin biri Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahabeler onu azarlamaya kalkıştılar. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” (Buhârî) 

İdeal bir öğretmen nasıl olmalıdır?

Âdem (as), oğlunu beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan öğretmendir. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu… Farkında olsun veya olmasın, her ferdin hayatında öğretmeninin izleri bulunur. Devletleri yapan da, yıkan da öğretmenlerdir. Öğretmene değer verildiği ve hürmet gösterildiği ülkede insanlar mutlu ve faziletlidirler. Öğretmenin aşağılandığı ve hor görüldüğü milletler düşmüş, alçalmışlardır. En önemlisi, bedbahttırlar. Devirlerin idealizmini yaşatanlar, öğretmenlerdir.

Milletimiz hangi öğretmen tiplerini tanıdı?

Milletimizin aslî temellerini oluşturan İslâm’da ilk öğretmen, Hazreti Peygamber’dir. Öğreten O, inandıran O, yürüten O’ydu. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti bir okul hâline dönüştürmüştü. Kendinden sonraki dönemlerde bu ikisi ayrılmakla beraber, temaslarını daima korudular. Devlet adamı, muallimin kendi emrinde olduğu müddetçe millet ikbâlini yaşadı. Öğretmen devlet adamının emrine girdiğinde, felâketler baş gösterdi.

Öğretmen, hayatımızın sahibi olmaktan ziyâde bir sanatkârdır. Kullanıcı değil, yapıcıdır. Seyirci değil, aktördür. O en güzel, en doğru hayatın örneğidir. Öğretmen, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu hâlde, buna tahammül etmesini bilen ve seven idealisttir. Öğretmenlik tam bir sevgi ve rûh işidir. Nefsinin tüm isteklerine karşı çıkarak ferdî ulviyete kavuşturan, insandır. Çünkü nefsin arzularından geçmek, aşkın meyvesidir.

Öğretmen, hepimizin her an muhtaç olduğu bir hekimdir. İman ve anlayış vâsıtaları ile bizi tedavi eder. Öğretmen, sahibi olduğu mesuliyetle içimizde en çok hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır. Millî eğitim demek, öğretmen demektir. O sebeple hür olmayan öğretmen, öğretmen değildir!

Öğretmeni bu karakteri ile tanımayıp onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet, onu basit bir memur kadrosuna, maaş bodrosuna mahkûm eder, meyve verecekken kökünü kurutur.

“Öğrencileri ile ortak paydaları olan, onlara saygılı, şefkatli, peşin hükümleri olmayan ve affedici, seven, tepkilere karşı sabırlı, örnek şahsiyetli, eğitimin bütün uygun usûllerini bilen ve kullanan, fedâkâr, etkileyici ve tutarlı tavırlar sergileyen insan”, öğretmendir. İşte bütün bu özellikler ve daha fazlasını üzerinde taşıyan Peygamberimiz, ümmeti ile münasebetlerini bütün öğretmenlere daima yeni ve taptaze örnek olacak şekilde inşâ etmiştir.

Peygamber Efendimiz, gerek sahabeler, gerekse diğer insanlarla münasebetlerinde Kendisinden yüzyıllar sonra eğitimin altın kuralları olabilecek düsturları Bizzat söz, davranış ve uygulamaları ile ortaya koymuştur. Bugün eğitim kitaplarında ilmî olarak ortaya konulan ve eğitimden yüzde yüz verim alınması için mutlaka uygulanması gerekli görülen prensiplere baktığımız zaman, bunların Peygamberimizin hayatında en güzel şekilde uygulandığını görmekteyiz.

 

EĞİTİMİN aslî anlamda üç temel unsuru bulunmaktadır. Her üç unsur da insan merkezlidir: Öğrenci, öğretmen ve mektep…

Öncelikle kısaca eğitimi tanımlamakta yarar var. Her milletin kendine mahsus bir eğitim anlayışı ve mektebi vardır. Millet rûhunu yapan, maârif ve eğitimdir. Eğitimin düşmesi ve kalitesizleşmesi, milletin rûhunu yerlere serer. Eğitime değer vermemek, millet rûhunun  yıkılışını hazırlar. 

Eğitim hangi yönde yürürse millet rûhu da onun arkasından gider: “Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî, rûh-i millîdir/ Onun iflâsı, en korkunç ölümdür; mevt-i küllîdir.” Millî Mücadele’nin mânevî cephesinde en ön safta bulunan, halkı Batı emperyalizmine karşı mücadeleye teşvik eden, aynı zamanda dinî ve pozitif ilimlerin ışığında toplumsal hayatta meydana gelen kültür ve medeniyet krizine çözüm arayan Mehmed Âkif, durumu böyle tanımlamaktadır.

Fertte olduğu gibi millet vücûdunda da iki unsur birleşmiş bulunur: Biri, verâsetle ecdâddan intikal eden, öbürü eğitimle kazanılandır. Ecdâdın verâseti, tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maârifin hizmetidir. Bizde ecdâd rûhunu yaşatıcı, tarih şuurunu besleyen ve canlı tutan eğitim olduğu gibi, onu yıkan ve çürüten de eğitimdir. Bin yıllık şanlı bir mâziye sahip, şerefli olaylarla bezeli bir tarih sahibi milletin bu kadar kısa zamanda bütün geleneklerinden ve kendine has özel yapısından sıyrılıp soyunarak Nasrânî bir kimliğe bürünmesi üzerinde dikkatle durulması ve uzun uzadıya üzerinde düşünülmesi gerektir.

Bu kısa girişten sonra konumuzun ana temasını teşkil eden ama aynı zamanda eğitimin aslî unsuru olan “öğretmen” kavramı ve kimliğine dönmek gerekiyor.

Öğretmen kimdir? 

Öğretmenlik bir meslek midir? Öğretmeni öteki mesleklerden ayıran en önemli ayırıcı vasıf nedir, nelerdir? Öğretmenlik neden Peygamber mesleğidir?

Farkında olmadığımız bir gerçeği hatırlamakta yarar var: Hira mağarasında ilk vahye muhatap olan Peygamberimiz, “Oku! Yaratan Rabbin adıyla oku!” emriyle peygamberliği tebellüğ etmiş ve tebliğe başlamıştır.

Hakikat şudur ki, milletlerin bünyesinde inkılaplar mektepte başlar ve her milletin kendine özel mektebi, eğitim sistemi vardır. Millî eğitim, zihniyet ve örfleri, metot ve müfredatı, terbiye prensipleri, psikolojik temelleri ve hattâ binasının yapı tarzı ile kendisini başka milletlerinkinden ayırt eder. Bizde vaktiyle medrese, millî mektepti. Medresenin en ayırıcı yönü ise muallimdi, müderristi. Yani öğretmendi.

Bugünkü eğitim kaba tekniğin peşinde, Batı’nın zehirli akımına kapılarını açmış, Yahudilik oltası bir demokrasi anlayışının kurbanı, zavallı bir kurumdur. Geleceği hazırlayacak nesillere vereceği hiçbir şeyi kalmamıştır. Öyle ki, daha önce kendisini yok etmek için çaba harcayan ne varsa hepsine boğun eğmiş ve teslim olmuştur. Teslimiyet içindeki eğitim sistemi nasıl kurtulacaktır?

Hiç şüphesiz eğitimin aslî unsuru insandır. Ama onun da en temel belirleyici ve yönlendiricisi, şekil vereni, Peygamber mesleği olan  öğretmenliktir. Gerçekten öğretmenlik, bir Peygamber mesleği midir?

Cahil kavimden medenî topluma

İlk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem, peygamberlik yanında aynı zamanda ilk öğretmendir. Çünkü yaşadığı sürece kendisine, ailesine ve insanlığa hep öğretici olmuştur. Tevhid halkasında yer alan nebî ve resûllerin tamamı birer öğretmendi. Çünkü içinde bulundukları topluma hak ve hakikat yönünde rehber ve öğretmenlerdi.

Ama en büyük ve en önemli öğretmen prototipi, Son Peygamber Hazreti Muhammed’dir (sav). Bir hadîs-i şerifte, “Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” diye buyurmaktadır.

Hazreti Peygamber’in öğretmenlik yönünü anlamak için öncelikle O’nun hayatını çok yakından bilmemiz gerekiyor. Tarihçiler, “Tarihî olayları ve tarihî kişileri anlatırken olayların cereyan ettiği ve yaşadıkları dönemi ve şartlarını iyi bilmek gerekir” derler. O bakımdan, Hazreti Peygamber’in hayatını bilmek ve O’nu tanımak için yaşadığı dönemi, sosyal hayatı ve şartların çok iyi bilinmesi gerekiyor. Bilindiği gibi Hazreti Peygamber’in bulunduğu topluluğun yaşadığı o sürece “Cahiliye Dönemi” denilmektedir. Tarihte de böyle anılmaktadır.

Hazreti Peygamber’in mücadelesini anlayabilmek için Cahiliye Dönemi’ni kısaca tanımakta yarar var. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar hâlâ Cahiliye Devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim var?” (Mâide, 50) buyurulur. İslâm’ın hâkim olmadığı ortamlar, cahiliye çağlarıdır. Çünkü İlâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm’ın gelişinden önceki dönemde yasayan müşrikler Allah’a isyan etmiş ve O’nun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı.

Cahiliye Araplarının sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri söyle sıralamak mümkündür:

Putlara taparlardı: Cahiliye insanları Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar ve “Biz onlara, ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3) derlerdi.

İçki içerlerdi: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hattâ Enes bin Malik’in (ra) bildirdiğine göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hazreti Peygamber (sav) tellâl bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medîne sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Esribe, 3).

Kumar oynarlardı: Cahiliye Çağı’nda kumar da çok yaygındı. Cahiliye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki, kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı.

Tefecilik yaparlardı: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verir, kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu arttırayım mı?” derdi. Bunun yanında faizcilik ve faiz oranı çok büyüktü. Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyor, “Faiz de tıpkı alışveriş gibi” diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara, 275) buyurulmuştur.

Zina (fuhuş) çok büyük orandaydı: Cahiliye Arapları arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaretle, “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın” (Nûr, 33) buyurulur. Ayrıca köleler mal gibi alınıp satılır, mîras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Köle ve câriyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Câriyelerden doğan çocuklar da köle veya câriye sayılırdı. Ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını babaları isterlerse kendi evlâtları arasına alabilirlerdi.

Kızları diri diri toprağa gömerlerdi: Cahiliye Araplarının kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu, namuslarını korumak veya ar telâkki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı.

Peygamber Efendimizin (asm) öğretmenliği ve terbiye ediciliği müstesnadır. O’nun terbiyesi sonunda, içinde yaşadığı toplum ve zaman “Asr-ı Saâdet” diye adlandırılmıştır. O dönemi yaşamış ve Peygamberimize dost olmuş, şöhretleri günümüze kadar gelen ümmetin fertlerinin hepsi, Efendimizin (asm) terbiyeciliğinin şâhitlerindendir.

Evet, bu icraatı yapan Allah’tır; bunu sarraf ve cevherci olan Hazreti Muhammed’in (sav) eliyle yapmıştır. Bu itibarla denilebilir ki, tüm insanlığı hakîki insanlığa ve insânî kemâlâta yükselten veya yükseltme adına eşsiz bir din getiren, Hazreti Muhammed Mustafa’dır (asm). O’nun (asm) terbiye sistemi, sadece nefis eksenli bir terbiye sistemi değildi. O (asm) ümmetini nefis, akıl, kalp ve bütün hissiyatıyla ele almış, çocuklarını diri diri toprağa gömen o vahşi kavimden en medenî toplumu meydana getirmişti.

Efendimizin (sav) eğitime verdiği önem

Şimdi genel bazı başlıklar hâlinde Efendimizin (asm) terbiye sistemi hakkında bilgiler ve örnekler verelim. Ancak bilinmelidir ki, burada nakledeceklerimiz, denizden sadece bir damla kadar değerlendirilmelidir…

Bedir Savaşı’nda yakalanan esirlerden kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler vardır. Efendimiz (asm) bunlara, ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacaklarını söylemişti. Bu fikir hem esirlere, hem de ensara iki taraflı menfaati olan bir görüştü. Hemen eğitim için kolları sıvayan esirler ve ashab, kısa süre içinde okuma ve yazmayı öğrenmişti. Bu sayede Medîne’de okuma yazma bilenlerin sayısı iyice artmıştı. Bunların içerisinde vahiy kâtibi olan ve istikbâlde Kur’ân’ın mushaf hâline getirilmesinde vazîfe alacak olan Zeyd bin Sabit Hazretleri de vardı. O dönemde bir çocuktu ama Allah Resulü’nün (asm) harika terbiyesi onu hem vahiy kâtibi yapmış, hem de Kur’ân’ın günümüze mushaf olarak ulaşması vazîfesinde görev ifa edecek bir eğitim almasını temin etmişti.

Suffe Mektebi

Suffe Mektebi, İslâm tarihinde müstesnâ bir yeri olan ve pek çok âlim sahabenin yetişmesinde vazîfe gören bir okuldur. Bu mektebin öğrencileri; evi, ailesi, malı yani dünyayla onları meşgûl edecek bir şeyleri bulunmayan, sayıları 400-500 arasında değişen ve vakitlerinin tamamını Allah Resûlü’nden (asm) ilim ve feyiz almakla geçiren sahabelerden teşekkül etmekteydi. Bunların eğitimleri Allah Resûlü için o derece önemliydi ki onların ihtiyaçlarını görmeyi Kendi ailesinin ihtiyaçlarını görmekten üstün tutardı. Burada yetişen sahabeler, daha sonra İslâm’ı öğretmek için başka kabilelere öğretmen olarak gönderilirdi. İşte Ebû Hureyre gibi bütün hayatını ilme adayan bir dahi sahabe, bu mektebin talebesidir.

Ashâb-ı Suffe, dinin membaına en yakın, Resûlullah’ın (asm) meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı oluyordu. Muallimleri başta Hazreti Peygamber (asm) olmak üzere Übey bin Kâ’b, İbn-i Mes’ûd, Muâz bin Cebel ve Ubâde bin Sâmit gibi âlim sahabelerdi. Ehl-i Suffe, yüksek seviyede ve âdeta hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahabeler (muksirûn), umûmiyetle onlar içinden çıkmıştır. Ebu Hureyre’ye (ra), “Neden bu kadar çok hadîs naklediyorsun?” diye soranlara, “Benim fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki ticaretleriyle, ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgûl bulundukları sırada Ebû Hureyre, Peygamber’in (asm) mübârek nasihatlerini hıfzediyordu” şeklinde cevap veriyordu.

Kadın talebeler

Allah Resûlü’nün (asm) terbiyeciliği, çok farklı alanlarda değerlendirilebilecek bir konudur. O, insanları mânen eğitirken, maddeten de en medenî milletlere galebe çalacak bir şekilde donatmaktaydı. Sahabelerinin erkeklerini eğitirken, hanım sahabeleri de ihmâl etmemekte, onlara özel eğitim vereceği bir gün tahsis etmekteydi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır: Allah Resûlü’nün (asm) kadınlara verdiği ehemmiyet, insanların kadınları insandan saymadıkları, alınır satılır bir eşya gibi gördükleri, doğan kızlarından utanıp diri diri gömdükleri bir dönemde olmaktadır.

O’nun (asm) zamanında kadın öğretmenler de vardı. Nitekim Şifâ (Ümmü Süleyman b. Hayseme), Hazreti Peygamber’in (asm) hanımlarından Hazreti Hafsa’ya (r.anha) yazı öğretmiştir. Hazreti Peygamber’in (asm) hanımları, ashabın kızlarının eğitim ve öğretimi ile ilgilenirlerdi. Onlar evlerine gelen genç kızlara bildiklerini anlatırlardı. Bu kızlar da öğrendikleri bilgileri başkalarına aktarırlardı. 

Hazreti Âişe ve Ümmü Seleme (r.anhüma) başta olmak üzere Hazreti Peygamber’in (asm) hanımlarının ve daha başka kadınların eğitim ve öğretime büyük katkıları olmuştur. Öyle ki, Allah Resûlü’nün (asm) eşlerinden teşekkül eden eğitim sistemine, “Ezvac-ı Tahire Okulu” denilmiştir. Yani “Hazreti Peygamber’in Pâk Eşlerinin Okulu”…

Hazreti Âişe (r.anha), öğrenme konusunda utanmayan ensar kadınlarını övmüştür. Bu noktadan hareketle, kadınların öğrenmeye büyük ilgi gösterdiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Sahabeler de kendi kız çocuklarının eğitimleriyle ilgilenmişlerdir. Sözgelimi Sa’d b. Ebû Vakkas, kızına yazı öğretmiştir.

Hazreti Peygamber’in (asm) eğitim konusunda hür-köle ayrımı gözetmediği de bilinmektedir. Hadîs kaynaklarında şu sözü çok geçmektedir: “Kim bir câriyeyi güzel bir şekilde eğitir, terbiye eder, sonra da azat eder ve evlendirirse, onun için iki mükâfat vardır.”

Eğitimde zorluğu değil, kolaylığı tercih etmek 

Bedevînin biri Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahabeler onu azarlamaya kalkıştılar. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” (Buhârî) 

İdeal bir öğretmen nasıl olmalıdır?

Âdem (as), oğlunu beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan öğretmendir. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu… Farkında olsun veya olmasın, her ferdin hayatında öğretmeninin izleri bulunur. Devletleri yapan da, yıkan da öğretmenlerdir. Öğretmene değer verildiği ve hürmet gösterildiği ülkede insanlar mutlu ve faziletlidirler. Öğretmenin aşağılandığı ve hor görüldüğü milletler düşmüş, alçalmışlardır. En önemlisi, bedbahttırlar. Devirlerin idealizmini yaşatanlar, öğretmenlerdir.

Milletimiz hangi öğretmen tiplerini tanıdı?

Milletimizin aslî temellerini oluşturan İslâm’da ilk öğretmen, Hazreti Peygamber’dir. Öğreten O, inandıran O, yürüten O’ydu. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti bir okul hâline dönüştürmüştü. Kendinden sonraki dönemlerde bu ikisi ayrılmakla beraber, temaslarını daima korudular. Devlet adamı, muallimin kendi emrinde olduğu müddetçe millet ikbâlini yaşadı. Öğretmen devlet adamının emrine girdiğinde, felâketler baş gösterdi.

Öğretmen, hayatımızın sahibi olmaktan ziyâde bir sanatkârdır. Kullanıcı değil, yapıcıdır. Seyirci değil, aktördür. O en güzel, en doğru hayatın örneğidir. Öğretmen, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu hâlde, buna tahammül etmesini bilen ve seven idealisttir. Öğretmenlik tam bir sevgi ve rûh işidir. Nefsinin tüm isteklerine karşı çıkarak ferdî ulviyete kavuşturan, insandır. Çünkü nefsin arzularından geçmek, aşkın meyvesidir.

Öğretmen, hepimizin her an muhtaç olduğu bir hekimdir. İman ve anlayış vâsıtaları ile bizi tedavi eder. Öğretmen, sahibi olduğu mesuliyetle içimizde en çok hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır. Millî eğitim demek, öğretmen demektir. O sebeple hür olmayan öğretmen, öğretmen değildir!

Öğretmeni bu karakteri ile tanımayıp onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet, onu basit bir memur kadrosuna, maaş bodrosuna mahkûm eder, meyve verecekken kökünü kurutur.

“Öğrencileri ile ortak paydaları olan, onlara saygılı, şefkatli, peşin hükümleri olmayan ve affedici, seven, tepkilere karşı sabırlı, örnek şahsiyetli, eğitimin bütün uygun usûllerini bilen ve kullanan, fedâkâr, etkileyici ve tutarlı tavırlar sergileyen insan”, öğretmendir. İşte bütün bu özellikler ve daha fazlasını üzerinde taşıyan Peygamberimiz, ümmeti ile münasebetlerini bütün öğretmenlere daima yeni ve taptaze örnek olacak şekilde inşâ etmiştir.

Peygamber Efendimiz, gerek sahabeler, gerekse diğer insanlarla münasebetlerinde Kendisinden yüzyıllar sonra eğitimin altın kuralları olabilecek düsturları Bizzat söz, davranış ve uygulamaları ile ortaya koymuştur. Bugün eğitim kitaplarında ilmî olarak ortaya konulan ve eğitimden yüzde yüz verim alınması için mutlaka uygulanması gerekli görülen prensiplere baktığımız zaman, bunların Peygamberimizin hayatında en güzel şekilde uygulandığını görmekteyiz.