İslâm, insan ve ahlâk

Beşerin insan olmasını sağlayan ruhiyat, iki kategoriden oluşmaktadır. Sözünü ettiğimiz iki özellik, “takva ve fücur”, insanda ontolojik olarak bulunmaktadır. Yani varlığının zorunlu bir gereği olarak vardır. Kur’an’ın ifadesiyle dillendirecek olursak, Allah, nefsi (kişiyi) yaratıp ona takva (iyilik) ve fücuru (kötülük) ilham etmiştir (Şems, 7-8).

İNSAN, yeryüzünde mukim, canlı, hareketli, yiyip içen biyolojik bir varlık olmasının yanında akleden, fikreden ve hisseden bir varlıktır. Onun manevi özellikleri olarak isimlendirebileceğimiz bu ikinci tür özellikleri, kendisini diğer yaratılmışlardan ayırır. Onun akledici, fikredici ve hissedici oluşu, gerek düşünsel, gerekse ameli yapıp etmelerinde kendisini kontrol etmesine ve bazı düşünce ve davranışlarını iyi, bazı düşünce ve davranışlarını da kötü olarak değerlendirmesine sebep olur.

İnsan, bazen herhangi bir fiilde bulunmadan önce ondan kaçınması gerektiğini düşünür, bazen de herhangi bir fiilinden sonra onu yaptığına pişman olur veya herhangi bir fiili yapmadığından dolayı kendisini kınar. Mesela, muhtaç biriyle karşılaştığı zaman, imkânı elverdiği halde ona yardım etmeden geçip gittiyse, daha sonra pişman olur ve kendi kendini kınar. Veya herhangi birine -ne sebeple olursa olsun- kötülük yapan insan, bir süre sonra yaptığından vicdan azabı çekmeye başlar.

Bu durum, eğitimli-eğitimsiz, zengin-fakir, köylü-şehirli ve sair farkı olmaksızın tüm insanlarda ortak bir duygudur. O halde insanın temel özelliklerinden birini “biyolojik yanı” oluştururken, ikincisini de “psikolojik (ruhi) yanı” oluşturmaktadır. İnsanın birinci özelliği olan beşeri yanı hayvanlarla aynı iken, ikinci özelliği olan ruhi yanı ise onu diğerlerinden ayıran bir özelliktir. Bu yüzden bazı İslâm düşünürleri, beşer ile insan arasında fark görürler ve Tevhid’i kabullenemeyenleri insanlaşamamış beşerler olarak isimlendirirler.

Takva ve fücur

Beşerin insan olmasını sağlayan ruhiyat, yine iki kategoriden oluşmaktadır. Sözünü ettiğimiz iki özellik, “takva ve fücur”, insanda ontolojik olarak bulunmaktadır. Yani varlığının zorunlu bir gereği olarak vardır. Kur’an’ın ifadesiyle dillendirecek olursak Allah, nefsi (kişiyi) yaratıp ona takva (iyilik) ve fücuru (kötülük) ilham etmiştir. (Şems 7-8)

İslâm ahlâkçılarının diliyle söyleyecek olursak, insanda “faziletler” ve “reziletler” aynı anda bilkuvve olarak bulunurlar. Fakat insan, bunlardan sadece birini tercih ederek amel haline dönüştürür. Aklıyla bilme, kalbiyle hissetme melekesine sahip olan insan, aralarındaki farkı anlayıp, kendi iradesiyle ikisinden birine yönelir.

Bir kısım filozofa göre ise insanda asıl olan faziletlerdir. Ancak bunlar, bazen biyolojik yanımızın hastalanmasına benzer bir şekilde maraza duçar olurlar. İşte reziletler, bu durumda ortaya çıkarlar. Daha doğrusu, fazilet gerçekleşmediği zaman, onun daha altında kalan fiil gerçekleşir ki buna rezilet adı verilir. Reziletler tedavi edildiklerinde, yeniden asıl olan faziletler gerçekleşmeye başlar. Bu yüzden ilk İslâm filozofları, ahlâkla ilgili kitaplarına “et-tıbbü’r ruhani” adını vermişlerdir.

İnsanın bir iç dinamiği olarak, onu iyiye ve güzele sevk edecek en güçlü etkendir. Bu yüzden ahlâkın ihmal edilmemesi, insanın kendi varlığını ahenkli bir şekilde sürdürmesi için zorunludur.

Reziletlerden kaçınmalı

İnsan, diğer varlıklar ile münasebeti olan bir canlıdır ve Yaratıcı, cemadat, nebatat, hayvanat ve hemcinsleriyle ilişkili bir hayat sürer. İnsanın yapıp etmeleri, kendi dışındakilerle münasebetlerini olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkilemekte, hatta kendi varlık kategorisinin altında bulunanların hayatını değiştirmektedir. Davranışları kendisine bile tesir etmekte, halini ve geleceğini etkilemektedir. Mesela insan, uyuşturucu maddeler almaya başladığında akli melekesini yitirmekte ve onun etkisinde bulunduğu zaman hem kendine, hem de çevresine zarar verebilmektedir. Bu nedenle insan, kendisinden başlayarak çevresiyle olan münasebetlerinde reziletlerden kaçınmak zorundadır. İşte bu zorunluluk, insanı bazı değer ve kurallara uymaya mecbur etmektedir.

Gündelik dilimize kadar giren “kendiyle barışık olmak” ifadesi, insanın kendisine karşı bile bazı yükümlülükler taşıdığını göstermektedir. Çünkü insan, en azından ahenkli bir hayat yaşamak istemektedir. Sözü edilen ahenkli hayat ise, ancak ahlâki değerlerin varlığı ve insanların onlara uymasıyla doğru orantılı olarak gerçekleşebilir. Bu yüzden içtimai hayatın sürdürülebilmesi için, insanların davranışlarında faziletlerin olması zorunludur.

Ahenkli ve düzenli bir hayat

Ahlâki davranma duygusu her insanda kendiliğinden vardır. Dışarıdan herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın insan, içinden fışkıran bir duyguyla bazı kurallara riayet eder ya da yaptıklarını değerlendirerek ondan mutluluk veya üzüntü duyar. Ancak insan, yine kendi iradesiyle bu isteğini bastırarak, kendini ahlâki davranmaktan uzak tutabilir. Fakat bu, normal ve tabiî bir davranış değildir.

İnsanı gerek ferdî, gerekse içtimaî hayatında rastgelelikten ve ilkesizlikten kurtararak ahenkli ve düzenli bir hayata götürecek ve kendi otokontrolünü sağlayacak olan ahlâktan başka hiçbir güç yoktur. Ahlâk dışındaki yaptırım ve müeyyidelerse dış etmenlerle gerçekleştirilebilmektedir. Bu yüzden sözü edilen etki ortadan kalktığında, insanın davranışı birden bire değişivermektedir. Mesela hukuka riayet etmek, cezaî müeyyidelerle karşılaşmaktan korkulduğu takdirde uyulan fakat hukukun elinin ulaşmadığı mekânlarda ihmal edilen kurallar toplamıdır. Ancak bu kurallara riayet etmek, ahlâki bir yükümlülük olarak içselleştirildiğinde her halükarda uygulanabilmektedir. O halde ahlâk, insanın bir iç dinamiği olarak, onu iyiye ve güzele sevk edecek en güçlü etkendir. Bu yüzden ahlâkın ihmal edilmemesi, insanın kendi varlığını ahenkli bir şekilde sürdürmesi için zorunludur.

Ahlâkın menşei

Ahlâkın menşei konusundaki tartışma, genelde Allah’tan mı, yoksa insandan mı kaynaklandığı konusunda yoğunlaşmaktadır. Çok eski çağlardan beri ahlâk dinle ilişkilendirilmekte, ondan ayrı düşünülmemektedir. Çünkü bütün dinler, netice itibariyle müntesiplerini ahlâki bakımdan yüksek değerlerin sahibi yapmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden insan topluluklarında ortaya çıkan ahlâki değerlerin en yüksek ideallere yönelik olanları “din” menşelidir. Hatta ilahî vahiyle gerçekleşen dinin ortaya çıkışını, toplumda baş gösteren ahlâki değerlerin yozlaşması ve yüksek değerlerin yerlerini bayağı (alçak) değerlerin alması hazırlamıştır. Kur’an’da kıssası anlatılan bütün peygamberler, gönderildikleri toplumlardaki bayağı ahlâkı düzeltmekle görevlendirilmişlerdir. Nuh ve İbrahim putperestliğin, Lut fuhşiyatın, Salih azgınlığın, Musa zulmün, İsa ise şekilciliğin uyulan ahlâki değer haline getirildiği toplumlara gönderilmiştir. Onlar, toplumlarındaki bu kötü ahlâkın yerine Tevhid’i, iffeti, adaleti, merhameti ve özü yakalamayı “yüksek ahlâki değerler” olarak yerleştirmeye çalışmışlardır.

Ahlâkın menşei konusundaki ikinci görüş, materyalizm ve ateizmin görüşüdür. Buna göre ahlâkın menşei, bizzat insanın kendisidir. İnsan ve insan toplulukları sürekli bir evrimle gelişme içerisindedirler. Bunun bir sonucu olarak insan, bizzat kendisinden kaynaklanan bir iç dinamik ile bazı ahlâki değerler ihdas etmiş ve buna uymaya riayet etmiştir. Bu teoriye göre insan, ortak özellikleri münasebetiyle bütün toplumlarda ortak evrensel ahlâki değerler ortaya çıkarmakla birlikte, zaman ve mekân gibi dış etkenlerin tesiriyle ortaya çıkan farklılıklardan hareketle yöresel ahlâki değerler de ihdas etmiştir. Maddeci geleneğe göre, her şey insan tarafından üretilmekte ve insanın istifadesine sunulmaktadır. Ahlâk da insanın ürettiklerinden sadece bir tanesidir.

Hayânın dışavurumu

İslâm öğretisi ise sanki bu iki görüşün bileşiminden meydana gelmiştir. İslâm, her şeyden önce “insanı yaratılmış bir varlık” olarak gördüğü için, onu Allah’tan bağımsız, tek başına bir varlık olarak görmez. O, yaratılmış biri olması münasebetiyle ilk özelliklerini Yaratıcıdan almıştır. Allah insana, daha yaratırken takva ve fücuru ilham etmiş, ona akıl ve kalp vererek kendini geliştirmesini temin etmiştir. Bu yüzden Kur’an’da, kıssası anlatıldığı kadarıyla Âdem ve eşi, yasak meyveden yediklerinde avretlerinin açılması üzerine hemen yapraklarla o bölgelerini örtmeye çalışmışlardır. İşte bu davranış onun, doğasında olan hayâsının dışavurumundan başka bir şey değildir. Burada Allah’tan olan ile insandan olanın ortak paydalarda buluştuğunu görmekteyiz. İnsan, Allah’ın fıtratına yerleştirdiği hayâdan hareketle, kendi kendine avret yerini örtmeyi ahlâki bir yükümlülük haline getirmektedir. Hâlbuki Allah, bundan önce ona böyle bir şey emretmemiştir.

O halde ahlâk, menşei itibariyle hem ilahî, hem de beşerî yanı olan bir yükümlülük değeridir. Onun Allah’tan bağımsız düşünülmesi mümkün olmadığı gibi, tamamen insan dışından, kendisinin etkisi olmaksızın dikte edildiği de düşünülemez. İnsanı kemale erdirmek üzere gönderilmiş Son Elçi şöyle demektedir: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”

Demek ki dinin temel amacı, insanda zaten ontolojik olarak bulunan güzel ahlâkı gün yüzüne çıkarmak ve onu kemale erdirmekten başka bir şey değil.