
İNSAN, yeryüzünde mukim, canlı, hareketli, yiyip içen biyolojik bir varlık
olmasının yanında akleden, fikreden ve hisseden bir varlıktır. Onun manevi
özellikleri olarak isimlendirebileceğimiz bu ikinci tür özellikleri, kendisini
diğer yaratılmışlardan ayırır. Onun akledici, fikredici ve hissedici oluşu,
gerek düşünsel, gerekse ameli yapıp etmelerinde kendisini kontrol etmesine ve
bazı düşünce ve davranışlarını iyi, bazı düşünce ve davranışlarını da kötü
olarak değerlendirmesine sebep olur.
İnsan, bazen herhangi bir fiilde bulunmadan önce ondan kaçınması
gerektiğini düşünür, bazen de herhangi bir fiilinden sonra onu yaptığına pişman
olur veya herhangi bir fiili yapmadığından dolayı kendisini kınar. Mesela,
muhtaç biriyle karşılaştığı zaman, imkânı elverdiği halde ona yardım etmeden
geçip gittiyse, daha sonra pişman olur ve kendi kendini kınar. Veya herhangi
birine -ne sebeple olursa olsun- kötülük yapan insan, bir süre sonra
yaptığından vicdan azabı çekmeye başlar.
Bu durum, eğitimli-eğitimsiz, zengin-fakir, köylü-şehirli ve sair farkı
olmaksızın tüm insanlarda ortak bir duygudur. O halde insanın temel
özelliklerinden birini “biyolojik yanı” oluştururken, ikincisini de “psikolojik
(ruhi) yanı” oluşturmaktadır. İnsanın birinci özelliği olan beşeri yanı
hayvanlarla aynı iken, ikinci özelliği olan ruhi yanı ise onu diğerlerinden
ayıran bir özelliktir. Bu yüzden bazı İslâm düşünürleri, beşer ile insan
arasında fark görürler ve Tevhid’i kabullenemeyenleri insanlaşamamış beşerler
olarak isimlendirirler.
Takva ve fücur
Beşerin insan olmasını sağlayan ruhiyat, yine iki kategoriden oluşmaktadır.
Sözünü ettiğimiz iki özellik, “takva ve fücur”, insanda ontolojik olarak
bulunmaktadır. Yani varlığının zorunlu bir gereği olarak vardır. Kur’an’ın
ifadesiyle dillendirecek olursak Allah, nefsi (kişiyi) yaratıp ona takva
(iyilik) ve fücuru (kötülük) ilham etmiştir. (Şems 7-8)
İslâm ahlâkçılarının diliyle söyleyecek olursak, insanda “faziletler” ve
“reziletler” aynı anda bilkuvve olarak bulunurlar. Fakat insan, bunlardan
sadece birini tercih ederek amel haline dönüştürür. Aklıyla bilme, kalbiyle
hissetme melekesine sahip olan insan, aralarındaki farkı anlayıp, kendi
iradesiyle ikisinden birine yönelir.
Bir kısım filozofa göre ise insanda asıl olan faziletlerdir. Ancak bunlar, bazen biyolojik yanımızın hastalanmasına benzer bir şekilde maraza duçar olurlar. İşte reziletler, bu durumda ortaya çıkarlar. Daha doğrusu, fazilet gerçekleşmediği zaman, onun daha altında kalan fiil gerçekleşir ki buna rezilet adı verilir. Reziletler tedavi edildiklerinde, yeniden asıl olan faziletler gerçekleşmeye başlar. Bu yüzden ilk İslâm filozofları, ahlâkla ilgili kitaplarına “et-tıbbü’r ruhani” adını vermişlerdir.
İnsanın bir iç dinamiği olarak, onu iyiye ve güzele sevk edecek en güçlü etkendir. Bu yüzden ahlâkın ihmal edilmemesi, insanın kendi varlığını ahenkli bir şekilde sürdürmesi için zorunludur.
Reziletlerden kaçınmalı
İnsan, diğer varlıklar ile münasebeti olan bir canlıdır ve Yaratıcı, cemadat,
nebatat, hayvanat ve hemcinsleriyle ilişkili bir hayat sürer. İnsanın yapıp
etmeleri, kendi dışındakilerle münasebetlerini olumlu ya da olumsuz bir biçimde
etkilemekte, hatta kendi varlık kategorisinin altında bulunanların hayatını
değiştirmektedir. Davranışları kendisine bile tesir etmekte, halini ve
geleceğini etkilemektedir. Mesela insan, uyuşturucu maddeler almaya
başladığında akli melekesini yitirmekte ve onun etkisinde bulunduğu zaman hem
kendine, hem de çevresine zarar verebilmektedir. Bu nedenle insan, kendisinden
başlayarak çevresiyle olan münasebetlerinde reziletlerden kaçınmak zorundadır.
İşte bu zorunluluk, insanı bazı değer ve kurallara uymaya mecbur etmektedir.
Gündelik dilimize kadar giren “kendiyle barışık olmak” ifadesi, insanın
kendisine karşı bile bazı yükümlülükler taşıdığını göstermektedir. Çünkü insan,
en azından ahenkli bir hayat yaşamak istemektedir. Sözü edilen ahenkli hayat
ise, ancak ahlâki değerlerin varlığı ve insanların onlara uymasıyla doğru
orantılı olarak gerçekleşebilir. Bu yüzden içtimai hayatın sürdürülebilmesi için,
insanların davranışlarında faziletlerin olması zorunludur.
Ahenkli ve düzenli bir hayat
Ahlâki davranma duygusu her insanda kendiliğinden vardır. Dışarıdan
herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın insan, içinden fışkıran bir duyguyla
bazı kurallara riayet eder ya da yaptıklarını değerlendirerek ondan mutluluk
veya üzüntü duyar. Ancak insan, yine kendi iradesiyle bu isteğini bastırarak,
kendini ahlâki davranmaktan uzak tutabilir. Fakat bu, normal ve tabiî bir
davranış değildir.
İnsanı gerek ferdî, gerekse içtimaî hayatında rastgelelikten ve
ilkesizlikten kurtararak ahenkli ve düzenli bir hayata götürecek ve kendi
otokontrolünü sağlayacak olan ahlâktan başka hiçbir güç yoktur. Ahlâk dışındaki
yaptırım ve müeyyidelerse dış etmenlerle gerçekleştirilebilmektedir. Bu yüzden
sözü edilen etki ortadan kalktığında, insanın davranışı birden bire
değişivermektedir. Mesela hukuka riayet etmek, cezaî müeyyidelerle karşılaşmaktan
korkulduğu takdirde uyulan fakat hukukun elinin ulaşmadığı mekânlarda ihmal
edilen kurallar toplamıdır. Ancak bu kurallara riayet etmek, ahlâki bir
yükümlülük olarak içselleştirildiğinde her halükarda uygulanabilmektedir. O
halde ahlâk, insanın bir iç dinamiği olarak, onu iyiye ve güzele sevk edecek en
güçlü etkendir. Bu yüzden ahlâkın ihmal edilmemesi, insanın kendi varlığını
ahenkli bir şekilde sürdürmesi için zorunludur.
Ahlâkın menşei
Ahlâkın menşei konusundaki tartışma, genelde Allah’tan mı, yoksa insandan
mı kaynaklandığı konusunda yoğunlaşmaktadır. Çok eski çağlardan beri ahlâk
dinle ilişkilendirilmekte, ondan ayrı düşünülmemektedir. Çünkü bütün dinler,
netice itibariyle müntesiplerini ahlâki bakımdan yüksek değerlerin sahibi
yapmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden insan topluluklarında ortaya çıkan ahlâki
değerlerin en yüksek ideallere yönelik olanları “din” menşelidir. Hatta ilahî
vahiyle gerçekleşen dinin ortaya çıkışını, toplumda baş gösteren ahlâki
değerlerin yozlaşması ve yüksek değerlerin yerlerini bayağı (alçak) değerlerin
alması hazırlamıştır. Kur’an’da kıssası anlatılan bütün peygamberler,
gönderildikleri toplumlardaki bayağı ahlâkı düzeltmekle görevlendirilmişlerdir.
Nuh ve İbrahim putperestliğin, Lut fuhşiyatın, Salih azgınlığın, Musa zulmün,
İsa ise şekilciliğin uyulan ahlâki değer haline getirildiği toplumlara
gönderilmiştir. Onlar, toplumlarındaki bu kötü ahlâkın yerine Tevhid’i, iffeti,
adaleti, merhameti ve özü yakalamayı “yüksek ahlâki değerler” olarak yerleştirmeye
çalışmışlardır.
Ahlâkın menşei konusundaki ikinci görüş, materyalizm ve ateizmin görüşüdür.
Buna göre ahlâkın menşei, bizzat insanın kendisidir. İnsan ve insan
toplulukları sürekli bir evrimle gelişme içerisindedirler. Bunun bir sonucu
olarak insan, bizzat kendisinden kaynaklanan bir iç dinamik ile bazı ahlâki
değerler ihdas etmiş ve buna uymaya riayet etmiştir. Bu teoriye göre insan,
ortak özellikleri münasebetiyle bütün toplumlarda ortak evrensel ahlâki
değerler ortaya çıkarmakla birlikte, zaman ve mekân gibi dış etkenlerin
tesiriyle ortaya çıkan farklılıklardan hareketle yöresel ahlâki değerler de
ihdas etmiştir. Maddeci geleneğe göre, her şey insan tarafından üretilmekte ve
insanın istifadesine sunulmaktadır. Ahlâk da insanın ürettiklerinden sadece bir
tanesidir.
Hayânın dışavurumu
İslâm öğretisi ise sanki bu iki görüşün bileşiminden meydana gelmiştir. İslâm,
her şeyden önce “insanı yaratılmış bir varlık” olarak gördüğü için, onu
Allah’tan bağımsız, tek başına bir varlık olarak görmez. O, yaratılmış biri
olması münasebetiyle ilk özelliklerini Yaratıcıdan almıştır. Allah insana, daha
yaratırken takva ve fücuru ilham etmiş, ona akıl ve kalp vererek kendini
geliştirmesini temin etmiştir. Bu yüzden Kur’an’da, kıssası anlatıldığı
kadarıyla Âdem ve eşi, yasak meyveden yediklerinde avretlerinin açılması
üzerine hemen yapraklarla o bölgelerini örtmeye çalışmışlardır. İşte bu
davranış onun, doğasında olan hayâsının dışavurumundan başka bir şey değildir.
Burada Allah’tan olan ile insandan olanın ortak paydalarda buluştuğunu
görmekteyiz. İnsan, Allah’ın fıtratına yerleştirdiği hayâdan hareketle, kendi
kendine avret yerini örtmeyi ahlâki bir yükümlülük haline getirmektedir. Hâlbuki
Allah, bundan önce ona böyle bir şey emretmemiştir.
O halde ahlâk, menşei itibariyle hem ilahî, hem de beşerî yanı olan bir
yükümlülük değeridir. Onun Allah’tan bağımsız düşünülmesi mümkün olmadığı gibi,
tamamen insan dışından, kendisinin etkisi olmaksızın dikte edildiği de
düşünülemez. İnsanı kemale erdirmek üzere gönderilmiş Son Elçi şöyle
demektedir: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”
Demek ki dinin temel amacı, insanda zaten ontolojik olarak bulunan güzel ahlâkı gün yüzüne çıkarmak ve onu kemale erdirmekten başka bir şey değil.