SON üç yüzyıldır gözümüzü, kulağımızı ve hatta gönlümüzü Batı’ya çevirdik. Batı ile yatıp Batı ile kalkıyoruz. Kendi kültürümüzü hor görürken Batı’nın her türlü âdetini iyi kötü demeden benimsedik. Batı’da bir terakki ve ilerleme yaşanırken bizler geriledik. Ancak bunun sebeplerini görmezlikten gelip sonuca odaklanarak onun büyüsüne kapılmaktan geri kalmadık. Oysa Batı bir virüs gibi önce toplumları ayrıştırıyor, birlikleri bozulan toplumların dirliklerini bozuyor, sonra da bu parçalanmış toplumları kendi sofrasına meze ederek bir güzel yutuyordu. Sömürgecilik böyle başlamıştı.
Batı, girdiği ülkelerin insanları köleleştirip bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyuyor, elde ettiği bedava işgücü ve kaynaklarla göz kamaştırıcı ilerlemesini sağlıyordu. Her ne kadar bu değirmen kan ve gözyaşı ile dönse de onun ışıltılı dünyası bütün dünyayı cezbediyordu. Batı, vahşi dünyaya medeniyet getiriyordu ne de olsa. Güçsüz kıtalardan zayıf devletçiklere kadar aslında onun Beyaz gölgesinin düştüğü her yer kaosun, huzursuzluğun, fakirliğin, yoksulluğun, yolsuzluğun, anarşinin ve karanlığın beşiği hâline geliyordu.
Batı, daha fazla üretmek ve daha fazla kazanmak adına teknolojik gelişmeye mecbur kalmıştı. Artık tezgâhlarda aç, susuz, hastalıklı ve sorunlu bireylerin yerini makineler almaya başlamıştı. Son tahlilde bu devasa makineler yerlerini dijital bir teknolojiye bırakırlarken üretim ha bire artıyor, yeni pazar ihtiyaçları hâsıl oluyordu. Zira maddeten sömürülen ülkeler zihnen de sömürüldüğü için kendisi üretemiyor, üretse de bu seri üretim karşısında rekabet gücü olmadığından kendi malını kendi halkına bile satamıyordu.
Batı, gittiği yeri özgürleştirip demokrat yapıyordu. Bir de özgürlük ve demokrasi adında yeni sloganlar bulunmuştu. “Kahrolsun krallar, sultanlar, hakanlar; yaşasın demokrasi!” gibi… Bu yaldızlı sloganlar ile gönüllü biçimde Batı’ya köleleşerek özgürleşen bireyler yeni bir rüyanın koynunda mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Yani işler tıkırındaydı.
Lâkin hoyratça sömürülen tabiatın dengesi bozulmuş yeni sorunlar baş göstermişti artık. Toprak kirlenmiş, çürümüş ve yavaş yavaş ölmeye başlamıştı. Teknolojik atıklar ve ziraî ilaçlar nedeniyle su kirlenmiş, onu içen toprağa, insana, hatta içindeki canlılara zehir olmuştu. Teknolojinin ürettiği fabrikaların bacalarından ve arabaların egzozlarından çıkan zehirli gazlar havayı da kirletmiş, başta bitkiler olmak üzere onu soluyan tüm canlılar için solunum kâbusları başlamıştı. Peşinden doğal denge, ekolojik kirlenme, çevrecilik, küresel ısınma, çölleşme, iklim değişikliği, sürdürülebilirlik, güvenli gıda gibi bir yığın yeni kavram ile bu gidişi durdurma ve dünyayı kurtarma adına ortaya atılan bir Batı buluveriyorduk karşımızda. Öyle ya, denge bozulmuş ve dünya kirlenmişti. Artık yeni nesiller için tehlike çanları çalıyordu.
Hemen suçlular aranmaya başlandı. Belliydiler aslında: Batı’nın kendi eski teknolojilerini transfer ettiği, yine onun özgürleştirdiği ve demokratlaştırdığı üçüncü dünya ülkeleri... Bunlar doğayı kirletiyorlardı ve dünya tüm insanlığın ortak malıydı, kimse kafasına göre iş yapamazdı. Bir sürü tedbir ve karar alındı. Anlaşmalar imzalandı. Medenî Batı kararlıydı ve dünyayı kurtaracaktı. Madem dünya için çanlar çalıyordu, Batı’nın bu insanî adımı desteklenmeliydi. Üniversiteler, bilim adamları, çevreciler ve medya müthiş bir kampanya başlattı. Artık sokaktaki vatandaştan en tepeye kadar herkes çevreci olmuştu.
Elbette bunu yadırgamadık; içtiğimiz sudan soluduğumuz havaya ve hayatımız için gerekli gıda maddelerini ürettiğimiz toprağa kadar her şey zehirlenmiş, adını sanını bilemediğimiz hastalıklar zuhur etmişti. Yaşadığımız ve adına “çevre” dediğimiz alanımız hunharca katliama uğramıştı. Faili kim olursa olsun, bu katliam durdurulmalıydı.
Kavramlar dünyası
Yeni kavramlar hele bir de Lâtince olunca daha havalı geliyor insanımıza. Ekoloji, ekosistem, habitat, doğal denge, doğal döngü, aura, geri dönüşüm, karbon ayak izi, emisyon vesaire. Bunlara dört elle sarıldık, hatta bazılarını Türkçeleştirdik. İyi de oldu aslında. Zira dünya ile bütünleşmek ve entegre (bu kelime de “bütünleşmek” demek ama olsun, daha entel duruyor) olmak şart. Batı, adına eskilerin “mevzuat” dediği yönetmelikleri bir bir çıkarırken bunların çoğu ülke parlamentolarından geçerek yasallaştı bile. Buna da bir itirazımız yok. Çünkü vahim bir akıbete doğru sürükleniyoruz.
Geçen yüzyıl süresince küresel sıcaklık 0,5 santigrat derece artmış, deniz seviyesi 20 santimetre yükselmiş ve buna bağlı olarak birçok ekolojik sistem çökmüştür. 2100 yılına kadar ise dünyamızdaki sıcaklığın 3 santigrat, deniz seviyesinin ise 70 santim daha artarak yıkımın ivmelenmesi beklenmektedir.[i]
Sıra alınan kararların uygulanmasına gelince, bu defa işin rengi değişti. Gönüllüler ve çevreye karşı duyarlı bireyler bulmak hemen mümkün değildi. Bu bilincin yaygınlaşması için eğitim şarttı. Ayrıca insanların yasalara karşı her ne kadar boynu kıldan ince olsa da inceden inceye bir de alerjisi vardı. Bir şekilde yasal boşlukları bulup işi sulandırmak, mevzuatın işlerliğini tıkamak yani pasif de olsa direnç göstermek gibi… Bu da kırılmalıydı.
O zaman çevrecilerin aklına “din” faktörü geldi. Öyle ya, bütün dinler çevreciydi. Çevreci gönüllüler arasında Batılı din adamları da böylece yerini almış oldu. Harıl harıl Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit’te yani İncil’de çevreye dair ne varsa ortaya konulmaya başlandı. Sonuçta bu adım olumlu sonuçlar da doğurdu. Ancak bizim lâik ve seküler Batıcı entel dantellerimiz kendi kültürüne, tarihine, medeniyet telâkkisine, dinine ve onun öğretisine o kadar bigânedirler ki Batılı din adamlarının bu çalışmaları karşısında ister istemez anında etkilenip neredeyse gözyaşlarını salacak duruma geliverirler. Zira onların kafasındaki İslâm telâkkisi geri kalmışlığın en büyük sebebidir. Oysa İslâm dini bu konuları zaten Kur’ân’da işlemiş, Hazreti Peygamber de örnek yaşantısı ile bu işin uygulayıcısı olmuştur.
Ancak kavramlar Lâtinceden tercüme olduğu için ve yabancı hayranlığımız yüzünden kendi kavramlarımızı Batı’dan devşirerek oluşturma hastalığımız yüzünden İslâm dininin bize öğrettiği düsturları, onun koyduğu kavramları bilmeyiz ve küçümseriz.
Hıristiyanların kabul ettiği tanrı, Hıristiyanlara, “Yeryüzünü doldurun ve onu boyunduruk altına alın” demektedir. Hiç şüphesiz böyle bir inanç, Hıristiyanların tabiatı tahrip ve sorumsuzca kullanmalarının düşünce altyapısını oluşturmada büyük rol oynamıştır.
Batı’nın çevreciliği
Gelinen noktada kafamıza yerleştirilen Batı algısı, kendimizi inkâra ve aşağılamaya, Batı’yı da yüceltmeye matuf olmuş, algılar artık birer olguya dönüşmüştür. Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın aşağıda çizdiği Batı profili hiç de algıların empoze ettiği gibi değil. Meselâ konuya hayvan hakları penceresinden baktığımızda inanması güç ve şaşırtıcı vakalarla karşılaşırız. Roma kanunlarında da hayvanlar cezalandırılmıştır. Meselâ bir kanun maddesine göre, çift süren çiftçinin sınırı tecavüz ederek komşu tarlayı ihlâl etmesi durumunda o çiftçi ile birlikte öküzler de idam cezasına çarptırılırdı.
Yahudilikte bir kadına veya erkeğe toslayıp öldüren öküz veya boğa recmedilir, eti yenmez. Eğer hayvanın toslama âdeti yoksa sahibine bir ceza yoktur. Fakat öküz bunu huy edinmiş ve sahibi de insanları uyarmamış ise öküz recmedilir (ölünceye kadar taşlanır), sahibi de idam edilir. Yine Yahudilikte bir erkek veya kadın bir hayvanla cinsî münasebette bulunursa, hem hayvan, hem de ilişkide bulunan kadın veya erkek öldürülürdü.
Fransa, hayvanı insan gibi sorumlu kabul ederek, onu mahkeme kararıyla suçuna göre, insana uygulanan cezalarla cezalandıran ilk Hıristiyan ülkedir. Hayvanlar tarafından saldırıya uğrayan kişi veya yakınları mahkemeye başvurur, mahkeme önce ihtiyat babında hayvanı hapsederdi. Sonra mahkeme heyeti oluşturulur, tam bir ciddiyet içerisinde hayvan ve saldırıya uğrayan kişinin karşılıklı şahitleri de dinlenerek savunmaları ve müdafaaları yapılırdı. Hayvanlara verilen cezaların başında azâlarından birinin kesilmesinden tutunuz, başının kesilmesi veya büyük bir törenle meydanlarda hazırlanarak ateşte yakma gibi idam cezaları gelirdi.
İsviçre'nin Bern şehrinde, 1474 yılında, yumurtlayan bir horoz dâvâ edilerek mahkemeye çıkarılmış. O günlerde de sihirbazlar, sihir işleri yapmak için horoz yumurtası arıyorlarmış. Savunma horozun suçsuz olduğunu iddia etmesine rağmen, mahkeme onun sihirbazlar için yumurtladığı gerekçesiyle horoza, “Verdiğimiz karar diğer bütün horozlara ders olacaktır. Bundan ibret alacaklardır” diyerek idam kararını açıklar. [ii]
Bugünkü Hıristiyanlık dininin kendisi de çevre meselesinin ortaya çıkmasında önemli bir nedendir. Zira Hıristiyanların kabul ettiği tanrı, Hıristiyanlara, “Yeryüzünü doldurun ve onu boyunduruk altına alın” demektedir. Hiç şüphesiz böyle bir inanç, Hıristiyanların tabiatı tahrip ve sorumsuzca kullanmalarının düşünce altyapısını oluşturmada büyük rol oynamıştır.[iii]
İslâm’ın çevre algısı
İslâm dininde bir mesele hakkında başvurulacak temel kaynak Kur’ân’dır. İkinci kaynak ise Hazreti Peygamber’in söz ve fiilleri olan hadis ve sünnettir. İslâm’ın çevre hakkındaki görüşleri de bu iki temel kaynağa göre şekillenmiştir.
Öncelikle insanın yaratılması ve yeryüzüne gönderilmesi ile başlayan süreç incelendiğinde, karşımıza mülkün mutlak sahibi olan Allah, O’nun halifesi olarak yeryüzüne gönderilen insan ve onun istifadesine sunulan bir yeryüzü çıkar. Dünya hayatının geçiciliği ve insan için bir imtihan sahası olması bir yana, yeryüzünün asıl sahibinin Allah olduğu, dolayısıyla insanın da bir emanetçi olarak bu mülke sahip çıkması gerekliliği de… Bu temel yaklaşımlar yerine oturtulduğunda zaten meselenin geri kalan kısmı da hâlledilmiş olacaktır: Mülk Allah’ındır, insan emanetçidir.
Kur’ân’daki birçok ayette yeryüzünün asıl hâkiminin onu yaratan Allah olduğu vurgusu yapılır. Meselâ Nur Sûresi 46’ncı ayette, “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır” buyurulur. Yine Mülk Sûresi 1’inci ayette, “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, cömerttir ve O’nun her şeye gücü yeter” denilmektedir. Her iki ayette de Allah’ın yüceliği, kudreti, evrendeki hükümranlığı ve her şeyin Kendisinin kudret elinde olduğu, evrende istediği gibi tasarrufta bulunabileceği ifade edilmiştir. O zaman yeryüzünün asıl sahibi, onu bizim için bir nimet olarak yaratan Allah olduğunu bilen insanoğlu, elbette bu mülkün sahibi değil, emanetçisi olduğunu da bilecektir. Yeryüzü kendisine emanet edilen ve ona sahip çıkacak olan insan, bu görev ve sorumluluğunu Allah’ın kulu olarak, O’nunla ilişkisini sürdürmek suretiyle gerçekleştirirken, diğer yandan da kendi iradesini yeryüzüne sahip çıkacak şekilde kullanmalıdır. Aksi takdirde Allah’tan kopuk bir yeryüzü yaşamı, insanı, heva ve hevesini ilâh edinen bir varlık olmaya sevk etmektedir.[iv]
Yüce Yaratıcı, insandan ayrı ve kopuk bir kâinat var etmediği gibi, kendisinden de uzak ve bağımsız bir varlık dünyası oluşturmamıştır. O, her an aktif biçimde tabiatın kontrolünü elinde tutmakta ve dinamik bir süreci idare etmektedir.[v]
Emanet bilinci
Emanet, onu elinde bulundurana ait olmayan ve usulüne uygun şekilde korumayı gerekli kılan şeyleri kapsar. İnsanın, emrine verilen (teshîr) evrende emanet bilinci ve hilâfet duyarlılığı içinde hareket etmesi esaslı bir görevidir.[vi] Emanetin korunmaması, ihanet ile karşılık bulur. Yani nimete duyarsızlık nankörlük, emanete duyarsızlık ise ihanettir.
Havası suyuyla, börtü böceğiyle, taşı toprağıyla, dağı deniziyle, canlı cansız tüm varlıklarıyla dünya ve içindekiler, Allah’ın emanetidir. Emanete sahip çıkmak, koruyup gözetmek de iman ve vefanın gereğidir.[vii] İnsanın “sahip” değil “emanetçi” olduğu gerçeğinden hareket eden bu ilkeyi İslâm inancının ahirete iman prensibiyle özdeşleştirmek mümkündür. Şöyle ki, “Şüphesiz Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir”[viii] ayetinde de tasvir edildiği üzere insan, yeryüzünde her anlamda emanetçidir. Malı, eşi, çocukları, makamı, bedeni, canı, hatta yeryüzünün güvenliği, ıslahı, adaleti, barışı Allah tarafından ona emanet edilmiştir. Kendine ait olmayan, bir diğer deyişle üzerlerinde istediği gibi tasarruf yetkisine sahip olmadığı bütün bu emanetler hakkında emanetin sahibi olan Allah’a bir gün hesap verecektir. Şu hâlde, insan ile çevre arasında mülkiyet ilişkisi geliştirmek anlamsızdır. İnsan, Mülkün Sahibi’nin çizdiği sınırları öğrenmek ve bu sınırlara uymak, kısacası hesap gününü unutmamak mecburiyetindedir.[ix]
Çevre, insan için bir nimettir
Geniş anlamıyla yeryüzü, insanın içinde yaşadığı çevresidir ve bünyesinde insandan başka canlı ve cansız diğer tüm varlıkları barındırır. Casiye Sûresi 13’üncü ayette, “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir” buyurulduğu gibi, bu varlıklar bir nimet olarak insanın emrine amade kılınmıştır. Emanet kavramından sonra karşımıza bu defa “nimet” kavramı da çıkmıştır. Allah, insan ne istemişse onu vermiştir ve bu nimetler sayılamayacak kadar çoktur.[x] Nimet, şükrü gerektiren ve saygı duyulması gereken bir kavramdır.
Nimete saygısızlığın en önemli iki göstergesi, israf ve savurganlıktır (tebzîr). İsraf, ihtiyacı fazlası ile gidermek, savurganlık ise ihtiyaç yokken ya da kötülüğe yahut boşa harcamaktır. Her ikisi de nankörlüktür ve yasaklanmıştır.9 Toplumsal hayatta ortak kullanıma açık olan çevreyi israf ölçüsünde kullanmak, başkasının hakkından çalmak, savurganlık (tebzir) ise başkasının hakkını gasp etmek yani kul hakkına girmek demektir.[xi]
Kul hakkı
Ortak kullanılan her şeyde bizim olduğu kadar çevremizdeki herkesin hakkı vardır. Buna kabaca “kul hakkı” desek de aslında bu kavram çok geniş bir kavramdır. İnsanın fani oluşu ve evreni kendisinden sonra gelecek nesillerle nöbetleşe kullanması, emanetin diğer bir sonucudur. Dolayısıyla evrendeki ortaklarına bulunduğu yerleri doğal işleyişinde ve temiz bir şekilde teslim edebilmesi, emanetin kul hakkını ilgilendiren boyutudur.[xii] Bu yönüyle Allah’ın bizlere ortak kullanım alanı olarak sunduğu tabiatı sömürerek gelecek nesillerin ve başka varlıkların ondan faydalanmasına mani olmak, kul hakkına girmek demektir.
Yaratılış bir gayeye matuftur. Bunun yanında, birçok ayette belirtildiği gibi, yeryüzünde bulunan hiçbir şey boşuna yaratılmamış ve her maddenin bir yaratılış gayesi vardır. İsra Sûresi 44’üncü ayette ise yaratılış gayesi biraz daha açıklanmıştır: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak siz onların tespihlerini anlamazsınız. O Halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
Canlı ve cansız olarak tasnif ettiğimiz yeryüzündeki her şey Allah’ı zikrediyorsa, O’nu anıyor ve varlığına şahitlik ediyorsa, o zaman insanın da bunlara karşı daha dikkatli davranması bir zorunluluk olmaktadır. Bu şuurda olan bir insan asla tabiatı tahrip edemez. Oysa bu şuurdan yoksun olan ve sadece kendi şahsî çıkarlarını gözeten seküler insan tipi, tabiatı hoyratça tahrip etmiştir.
Kâinatın dengesi
Ayetleri incelediğimizde, yeryüzünde yaratılan her şeyin bir denge içinde olduğunu da görürüz. Furkan Sûresi 2’nci ayette, “O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir” ifadesiyle bu durum açıkça belirtilmiştir. Rahmân Sûresi 7 ve 8’inci ayetlerde ise, “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız” buyurulmakta. Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Yüce Allah kâinatı bir denge üzerine yaratmıştır. Bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dâhilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur.
Diyanet Kur’ân Yolu Tefsirinde bu durum şöyle tefsir edilmiş: “İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî yasalar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü, genellikle kısaca ‘her şeyi lâyık olduğu yere koymak’ diye tanımlanan adalet ilkesidir. Bu ilke, bir taraftan kişinin Allah’tan başka varlığa tanrılık yakıştırmamasını, diğer taraftan da beşerî ilişkilerde her hak sahibine hakkını vermesini ifade eder. 8’inci ayetteki mizan kelimesi bu anlamda olmalıdır; zira burada mizanın ihlâl edilmemesi, dengeden sapılmaması istenmektedir.”[xiii]
Görüldüğü gibi bu denge, ekolojik dengeyi de ihtiva etmektedir. Allah’ın koyduğu bu muazzam dengeyi koruma yükümlülüğü ve memuriyeti de insana tevdi edilmiştir.
Dengeyi bozmak ve fesat
Bakara Sûresi 60’ncı ayette, “Allah’ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesat) yaparak karışıklık çıkarmayın” emri ile karşılaşırız. Ayette geçen “fesat” kelimesi ıslahın zıddıdır ve bir şeyin fıtratını yani doğasını, tabiatını, tabiî hâlini bozmanın yanında “bir şeyi yerinden etmek” mânâsına gelir. İlk bakışta “yeryüzünde fesat çıkarmak” denildiğinde anarşi, terör ve kaos gibi anlamlar akla gelse de yeryüzünde tabiî dengenin bozulması da bir fesattır ve bir kaosa, kargaşaya sebebiyet verir. Ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, iklim değişiklikleri, aşırı kuraklıklar, aşırı yağışlar gibi tüm anormal tabiat olayları bu fesadın bir sonucudur.
Çevre söz konusu olduğunda fesattan kaçınma, esaslı bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerim’de ve Hazreti Peygamber’in hadislerinde doğal yapının bozulması fesat kavramıyla ifade edilir ve hem sosyal düzenin, hem de fiziki âlemin bozulmasını kapsar. Tam karşılığı kokuşmuşluk, aslî kimliğin kaybı, bu sebeple de iticilik ve işe yaramazlıktır. Bu noktada Kur’ân-ı Kerîm uyarıda bulunur ve doğal dengeyi bozmanın sonucunu haber verir: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karasıyla deniziyle her tarafta fesat (kokuşma) ortaya çıktı. Allah belki bu yaptıklarından vazgeçip ders alırlar diye eylemlerinin sonuçlarından bir kısmını onlara tattırıyor.”23 Bu fesat sebebiyle insanın yaşam alanı daralmakta, yaşam kalitesi düşmekte, imkânlar azalmakta, bir kısmı da sağlık ile ödenmektedir.
Ayetin günümüzdeki açılımları üzerinde düşünmeye fırsat vermesi bakımından Muhammed Esed’in şu açıklamalarını aktarmayı yararlı buluyoruz: “Böylece günümüzde korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada ‘insanın kendi yapıp ettiklerinin bir sonucu’ yani insanın kendini tahrip eden -çünkü katı materyalist bir temele dayanan- teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha önce hayâl bile edemediği ekolojik felâketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde ‘faydalı’ ilâç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilâve edebiliriz. Bunların tamamı, son tahlilde, insanın Allah’a ve mutlak mânevî/ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, ‘maddî ilerleme’yi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur.” (II, 828-829) Bu bağlamda, ürkütücü sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının delinmesi sorununun tam olarak ayetteki ifadeyle örtüştüğünü yani “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden” ortaya çıkmış bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek olarak hatırlamak gerekir.[xiv]
İnsan ihtiyaçlarını karşılarken aşırı davranır, israf eder, egemen olma arzusu ile tabiatı istediği gibi kullanmaya çalışırsa, tabiatı tahrip eder. Tabiattaki dengeyi bozarak kendisi için ihtiyaçlarını karşılamak üzere sunulan tabiat, tehlike oluşturmaya başlar. İnsan tarafından atmosfere karıştırılan yabancı maddelerle havanın bileşimi bozulmakta, yaşanan bu durum da hava kirliliğine yol açmaktadır. Aynı zamanda insan bunun idrakinde olmayarak hatasını sürdürmektedir. Bunun sonucunda kirlenen hava, bu kirliliği asit yağmurlarıyla su ve toprağa aktarılarak yeryüzündeki canlıları etkilemektedir. Böylece sorun sadece hava kirliliği olarak kalmayıp, bu kirlilik su ve toprağa da geçmektedir. [xv]
Yine fesadın başka bir boyutu da Bakara Sûresi’nin 204 ve 205’inci ayetlerde gözler önüne serilmiş. Rabbimiz bu ayette de, “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı konusundaki sözleri senin hoşuna gider; o, hasımların en yamanı olduğu hâlde kalbinde olana Allah’ı şahit de tutar. Hâkimiyeti aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez” buyuruyor. Ayette geçen “ürünler”den maksat, başta tahıl ürünleri olmak üzere insanların faydalandığı her türlü gıda ve meyvelerdir. Nesilden maksat ise insanlık soyudur, zürriyetidir. Ayette gerek ürün mânâsına gelen “el-hars”, gerek zürriyet, soy mânâsına gelen “en-nesl” kelimelerinin “el” takısı almış olmaları, bu iki hususun kapsamının olabildiğince genişliğine katkı sağlamaya yöneliktir.
İnsanların dünya hayatı, gıda ve meyvelerin varlığına bağlı olarak devam eder. Bunları yok eden kimse insanların bu hayatına kastetmiş sayılır. Bugün başta nükleer ve kimyasal silahlarla olmak üzere, insanları öldürürken aynı değişik bombalarla çevreyi de tahrip ediyorlar. Diğer yandan insanların neslini devam ettirecek olan genç nesilleri savaşlara sokarak öldürdükleri gibi, yeryüzünün verimli arazilerini bozup mayın tarlalarına çeviriyorlar. Bu bozguncuların yaptıkları tahribatın cezası elbette büyük olacaktır.[xvi]
Fesat kavramı ile fıtrat kavramı hakkında yukarıda bahsetmiştik. Fıtrat sadece insan için değil, insanın yaşadığı çevre ve diğer tüm mahlûkat için de geçerlidir. Örneğin suyun fıtratı yani doğal yapısı bozulunca ne içilir, ne de onunla temizlik yapılır. Hatta doğası değiştirilen su bazen bir zehre de dönüşebilir. Yine 80’li yıllarda başta İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde görülen BSE (Bovine Spongiform Encephalopathy) denilen ve halk arasında Deli Dana Hastalığı (Mad Cow Disease) olarak bilinen hastalığın asıl sebebi, et-kemik unu hâline getirilmiş Scrapie hastalığı taşıyan koyunlardan elde edilen et-kemik unlarının, tabiatları ot obur olan sığır yemlerine katılması ile oluşmuştu. Deli dana hastalığı bulaşmış etlerin yenmesi, insanlarda tedavisi mümkün olmayan ve ölümcül bir beyin hastalığı olan “Creutzfeldt-Jakob hastalığına” neden olabiliyor. Hastalığın insanlar için tedavisi de henüz bulunamadı. O yıllarda sadece İngiltere’de 180 bin sığırın[xvii] bu hastalık nedeniyle itlaf edildiği düşüldüğünde, fıtrata müdahalenin ne gibi sonuçlar doğurduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi bu açıklamaları günümüzde, başta Filistin’de yaşanan soykırım ve Doğu Türkistan’da yaşanan asimilasyon hareketleri bağlamında düşündüğümüzde konu daha iyi anlaşılacaktır.
Dengesi bozulan hiçbir şeyden gereği gibi istifade etmek mümkün değildir. Nasıl bir virüs, bir mikrop sapasağlam bünyelerin, bir arızayla nice mükemmel araçların dengesini al üst ediyorsa, çevre de şu dünyamızın dengesidir. Çevreyi koruduğumuz oranda dünyanın dengesini korumuş oluruz. Aksi hâlde denge bozulur. Dengesi bozulan bir dünyada hiçbirimizin barış, güven, huzur ve esenlik içinde bir hayat yaşaması mümkün olmayacaktır.[xviii]
Doğal denge ve israf
Değinilmesi gereken diğer bir husus ise israftır. Doğal kaynakları bilinçsizce kullanmanın bir sonucu olan israf, doğanın düzenini bozan önemli bir etkendir. İslâm’a göre israf kavramı, sadece kaynakların kıt olduğu durumlar için değil, her türlü kaynağın gereksiz kullanımı üzerine kurgulanmıştır.
Kur’ân’da A’râf Sûresi 31’inci ayet, “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” şeklinde bir ikazda bulunur. Burada gıdaların ve suyun ölçülü kullanımı, savurganlık yapılmaması vurgulanmaktadır.
Bir gün Peygamberimiz (sav), Sahabelerden birinin abdest alırken suyu israf ettiğini görür. “Bu israf nedir?” diye sorar. Bunun üzerine Sahabe, “Abdestte israf olur mu?” diye karşılık verir. Peygamberimiz, “Evet, akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur”[xix] buyurur.
Sürdürülebilirlik
Basit bir ifadeyle sürdürülebilirlik, “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerinden ödün vermeden kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak” anlamına gelir.Sürdürülebilirlik sadece çevrecilik değildir. Sürdürülebilirlik; çevresel, psikolojik, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla ele alınması gereken bir kavramdır. Özel sektör veya kapitalistler tarafından sürekli bir üretim, verimlilik, pazar payı ve kârlılık algıları ön plâna alınırken, diğer taraftan kaynakların israf edilmesi ve ortamın bozulması, ekosistemin tahribi ve dengesizliklerin meydana gelmesinden dolayı sağlık sorunları ile çevresel algı karşılarına çıkmakta ve bu konuda uluslararası ve ulusal düzlemde önlemler ve cezaî müeyyideler konulmaktadır.[xx]
Sürdürülebilirlik kavramı ile doğrudan ilgili olan bu hususlara İslâmî bir bakış açısıyla yeteri kadar değindik. Görüldüğü gibi İslâm tarafından ortaya konulan bu yaklaşımlar daha uzlaşılır bir zemin sağladığı ve çevresel endişelerin tek boyutlu değil, aynı zamanda etik, sosyal, ekonomik ve politik yönleriyle karmaşık bir denklem içerisinde olduğu dikkate alınmıştır.
İslâm’ın çevreye ve doğaya verdiği ehemmiyetin onların da Allah’ın mahlûku olduğu ve bir emanet gibi israf etmeden ve zarar vermeden ihtiyaç ölçüsünde kullanılabilir olduğunu tesis etmesi açısından sürdürülebilirlik kapasitesinin İslâmî ilke ve uygulamalarda olduğu söylenebilir.[xxi]
İslâm’ın öngördüğü çevre ahlâkı
Çevre ahlâkı insan davranışlarının, insanlar ve insan dışındaki canlı varlıklar üzerindeki etkilerini ahlâkî açıdan inceleyen, bu davranışların ahlâkî kurallara bağlı olarak gelişmesi gerektiğini varsayan ve isteyen bir ilim dalıdır. Ahlâk ilmine bağlı olarak son yarım asırda gelişen bu ilim dalının ayırt edici niteliği, sadece bugünü ve insanlar arası ilişkileri değil, geleceği ve insan olmayan varlıklarla ilişkileri de kapsayan bir ahlâk anlayışını savunmasıdır. Söz konusu ilişkiler ağı gelişigüzel ve fütursuzca şekillenemeyeceğine göre, çevre ahlâkının birtakım kuralların öğrenilmesine yani örgün ve yaygın eğitime ihtiyaç duyduğu açıktır. Çevre ahlâkı, ekolojik problemlere karşı çözüm üretme çabasında ciddi bir yere sahiptir.[xxii]
Buraya kadar anlattığımız tüm hususlar aslında İslâm’ın çevre duyarlılığını gözler önüne seren hususlardır. Kur’ân hükümlerini teoriden pratik hayata geçiren Hazreti Peygamber’in de bu konuda bize fiilî olarak yaşantısıyla, kavlî olarak da sözleriyle emir ve tavsiyeleri vardır. Hazreti Peygamber ormanların korunmasını istemiş, koruluklar tayin etmiştir. Medine bunlardandır. Korulukların bitki örtüsünün tahrip edilmesini, ağaçlarının kesilmesini ve hayvanlarının avlanmasını, oradaki canlıların öldürülmesini yasaklamıştır.[xxiii]
“Elinizde bir ağaç fidan varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa mutlaka dikin”[xxiv] hadisinde, insanlık için sona yaklaşılmış bile olsa tabiatı korumanın ne kadar önemli olduğu vurgulanmakta, “Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri ihya edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır. İnsan ve hayvan ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır”[xxv] hadisiyle de ekolojik denge ile Allah’ın hoşnutluğu arasındaki ilişkisi ortaya konmaktadır.[xxvi]
Hazreti Peygamber’in insan öldükten sonra amel defterini açık tutacak eylemlerden birinin de dikilen ağaçlar olduğunu ve onların meyvesinden yiyen ya da gölgesinde dinlenen canlılar oldukça sevap yazılmaya devam edileceğini bildirmesi,43 ağaç dikmeye teşvik olduğu kadar, diğer varlıklar yanında ağaçların Allah’ı tesbih etmesi, zikirde bulunmasına dair hadisler44 de onları koruma ve onlara saygı duymanın bir ifadesidir.[xxvii]
Eğer bugün ozon tabakası delinmiş, mevsimler allak bullak olmuş, küresel ısınma denen büyük bir felâket gerçekleşmişse, bunun temel sebebi, İlâhî emanet olan çevreye ihanetimiz ve dengeyi bozmamızdır. “Ekolojik denge” veya “doğa kanunu” denen şey, Kur’ân’da defalarca işaret edilen Sünnetullahtır. İlâhî dengeyi bozmak, Gayretullaha dokunmaktır. Gayretullaha dokunanlar er ya da geç İlâhî gazap ile karşılaşmaya ve helak olmaya mahkûmdur.[xxviii]
Sonuç
İnsan, içinde bulunduğu çevreden etkilendiği kadar o çevreyi etkileyen de bir varlıktır. Bu etkileme ve etkilenme, insanın kurduğu ilişkinin şekli ve niteliği ile de ilgilidir. İnsanın çevresiyle kurduğu sağlıklı bir ilişki, olumlu etkilenme ve etkilemeyi beraberinde getireceği gibi, sağlıksız bir ilişki de tersi bir durumu ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle çevresiyle var olan insanın ilişkisi, onun ruh sağlığını da etkileyecektir.[xxix]
Bugün herkesçe kabul edilen acı bir gerçek vardır ki, insanoğlu bindiği dalı kesmiştir. Nefes almasını sağlayan ormanları yakmış, karnını doyuran toprakları çölleştirmiş, suya kandıran nehirleri kurutmuştur. Felâketin boyutları anlatmakla bitmez ama çevre bunalımının başlı başına müstakil bir sorun değil de başka sorunların zorunlu sonucu olduğu düşünüldüğünde, listeye hukukî, ahlâkî ve sosyal sebeplerin ekleneceği kesindir.[xxx]
Seyyid Hüseyin Nasr, bugünkü çevre bunalımını modern insanın içsel sıkıntılarının dışa yansımış şekli olarak değerlendirirken bir yerde mevcut insan-çevre ilişkisinin, insanın ruh sağlığını bozduğunu veya onun bazı sıkıntılarının çevre krizi oluşturmada etkili olduğunu vurgulamaktadır. Bu durumun ortaya çıkışında ise ana hatlarıyla insanın çevreye olan şu bakış açısının rolü olduğunu belirtmektedir. “Batı’da doğup tedricen diğer bölgelere dağılan modern insan asırlarca gezegeni hep ilerleme, maddi başarı, iktisadî gelişme ve 19’uncu yüzyılın diğer yanlışları adına tahrip etmiştir. Fakat o, bu sürecin sadece onu içsel ve manevî olarak bitirmekle kalmadığını; ilâveten yeryüzündeki yaşamın olmazsa olmaz şartı olan havanın bile teneffüsünü zorlaştırdığını artık görmektedir.”[xxxi]
Afşar Timuçin de bu benzer çıkarımlarda bulunur: “Çevre kirlenmesi denilen şey, insanlığın kirlenmesiyle, yaşamın kirlenmesiyle ilgilidir. İnsan, ruhsallığının kirlerini yaşadığı dünyaya yansıtır. Dünyamız iki plastik şişeyle ya da üç konserve kutusuyla kirlenmiş değildir. Onlar da kendi açılarından kirliliği belirtirler ama asıl kirlilik bu yandadır.”[xxxii]
İnsan bir zihniyet kirliliği ile maluldür. İnsandan neşet eden bu kirlilik çevresini de etkilemektedir. İnsan ilk önce her şeyin mutlak sahibi değildir. Dünya onun malı değildir. Onu hoyratça kullanmak hakkına da sahip değildir. İnsanoğlu dünyada misafirdir ve bu dünya kendisine emanet edilmiştir. Emanete sahip çıkmak ve onu tahrip etmeden gelecek nesillere bırakmak birinci vazifesidir. Günün moda tabirleriyle konuşursak, ekolojik dengeyi bozarsak sürdürülebilir bir gıda üretimi yapmamız mümkün olmayacaktır.
Başta çevre olmak üzere, tüm nimetlerin şükrünü hakkıyla eda edebilmek için çevremize emanet ve mesuliyet şuuru ile yaklaşmamız gerekir. Çevrenin hor kullanılması, tahrip ve israf edilmesi, zararı yine bize dönecek olan bir nankörlüktür.[xxxiii]
Yazımızı Prof. Dr. Huriye Martı ‘nın şu sözleriyle noktalayalım.
Çevre krizi hakkında üretilen en derin çözüm, manevî duyguları ve ahlakî endişeleri hesaba katarak meseleye yaklaşmaktır. Zira sloganlarla, yasalarla, ürkütücü haberlerle ve dünyanın geleceği hakkındaki facia senaryolarıyla çevre bilinci oluşturmak mümkün görünmemektedir. Aksine abartılı haberler ve siyâsî çıkar güden yanlış bilgilendirmeler hakkında uyanık davranmak lâzımdır. Bu tür yayınların çevre ahlâkı ve eğitimi ile ilgisi olmadığı ortadadır. Zira kirlenen bir çevre, kirlenmiş bilinçlerin eseridir. Bilinç arınması ise ancak çevre hakkında güçlü ve yerinde bir değer eğitimiyle mümkün olacaktır.[xxxiv]
[i] Yunus KUTVAL & Özgür KANBİR, Çevre ve Ekoloji İslam İktisadı Yaklaşımı, İktisat Yayınları, İstanbul 2021
[ii] Mehmet BAYRAKDAR, Asr-ı Saadette Çevre Bilinci (Ekolojik Sünnet), https://www.islamiokul.com
[iii] Bayrakdar, agm.
[iv] Naci KULA, Kur’an Işığında İnsan-Çevre İlişkisinin Ruh Sağlığı Açısından Önemi, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Sayı: 9, Cilt: 9, 2000
[v] Huriye MARTI, Çevre Ahlâkı ve Eğitim: Çevre Kirliliği mi, Bilinç Kirlenmesi mi?, 2. Uluslararası Çevre ve Ahlak Sempozyumu , pp.1501-1508, 2014
[vi] Köse, agm.
[vii] Muhammed ÖZKILINÇ, İslam’da Çevre Bilinci ve Emanet Şuuru, https://davetmektebi.com
[viii] Ahzâb 72
[ix] Martı agm.
[x] Saffet KÖSE, İslam’da çevre bilincinin temeli: Emanet, https://islamhukuku.org.tr/
[xi] Köse, agm.
[xii] Köse, agm.
[xiii] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 198
[xiv] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 322-325
[xv] Kula, agm.
[xvi] https://sorularlaislamiyet.com/zurriyeti-kokunden-kurutmak-bakara-205-ayeti-ne-demektir
[xvii] https://www.bbc.com
[xviii] Özkılınç, agm.
[xix] İbn Mace, Taharet
[xx] Ahmet EFE, İslam Perspektifinden Sürdürülebilir Kalkınma, Yönetim, Ekonomi, Edebiyat, İslami ve Politik Bilimler Dergisi,6(1):95-126 30 Haziran/June, 2021
[xxi] Efe, agm.
[xxii] Martı, agm.
[xxiii] Köse, agm.
[xxiv] Münavi, Feyzu’l-Kadir, 3/30
[xxv] Münavi, Feyzu’l-Kadir, 6/39; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 4/67-68
[xxvi] Kutval ve Kanbir, age.
[xxvii] Köse, agm
[xxviii] Özkılınç, agm.
[xxix] Kula, agm.
[xxx] Martı, agm.
[xxxi] Seyyid Hüseyin Nasr, Makaleler I, s. 41-42
[xxxii] Afşar Timuçin, “Kirlenmiş Bir Dünyada”, Felsefelogos –Ekoloji Felsefesi ve Etiği–, 1999/1, s. 33.
[xxxiii] Özkılınç, agm.