BU yazı, ülkelerini
birçok nedenden ötürü terk edip Batı ülkelerinde, özellikle Almanya’da yerleşen
göçmenlere yönelik uygulamaları konu edinmektedir.
Giderek
farklılaşan ve değişen uygulamalar, göçmenleri farklı kültür, din ve diller etrafında
yeniden yapılandırmaktadır. Bir şekilde tarihsel, kültürel, dinî ve siyasî
olarak birbirlerine duydukları mesafe giderek azalmakta ve kendilerine
uygulanan bu program ile bir masa etrafında toplanmaktadırlar. Acaba kendi
ülkelerinden göç nedenleri arasında bir masa etrafında toparlanamama da
bulunuyorsa, burada nasıl gerçekleşiyor ya da kendi ülkelerinde bu programı
uygulamada nasıl ve neden zorlanmaktadırlar? Diğer yandan göçmenler ya da
muhacirler, birbirlerine imkân sağlayabilecek bu alanı kadim topraklarında ve
bu ölü toprakları da dirilten irfanda arayamamaktadırlar?
Mekân,
varlığın görülme yeridir. Kevn, “varlık” demek ve bu varlığın, insanın kavramasına
sunulduğu alan ise “mekân”. Bunun için “ruh”, kendisinden sorulsa bile çok az
bilgi olandır. Oysa “elest-i bezm”, bu çok az bilginin geldiği ve anlaşılmasına
imkân sunulduğu alandır. Bu nedenle ruh, âlemine gelince bir mekân ortaya
çıkar. Ruhlar âleminden bedenin üretildiği kâinata gelince, yine burada da bir
mekân içine konur. Beden ve kâinat ikilisi de yine varlıkla ilgilidir.
Yeryüzü
serüveninde insan, kendisine sunulan bu imkân ve kudret içerisinde kendisi de
bir mekân üretir ve ömrünü burada uzatır. “İmaret”, küçük bir topluluk ile bir
yere yerleşerek gerçekleştirilen sosyal hayatı anlatır. Her nasılsa, uzun
zamandan beri bedeninin yaratıldığı malzeme ile kurduğu ilişki nedeniyle,
kurduğu mekânı yine kendisiyle birlikte inşa eder. Böylece kendisinin de içinde
bulunduğu mekân, yine kendisi eliyle “yaratılmış” olur. Yani yaratılan ve var
olan âlem içinde insan, kendisinin de dokunduğu bir alanı kendisine göre yeni
baştan yapılandırır.
Göçmenler,
uzun süreden beri üzerinde yaşadıkları mekânlarını terk ettiklerinde, doğal
olarak bir başka dünyanın parçası, programı ve işaretine kendilerini teslim
etmiş olurlar. Günümüzde de göçmenler, terk ettikleri topraklarla kuramadıkları
ilişki nedeniyle, kendisinden yaratıldıkları topraktan uzağa düştüklerinde
şaşkınlıkları iki boyut ve düzleme ulaşmaktadır.
Sanırım
bu kadar giriş yeterli olacaktır; şimdi buradan bir başka alanı aktarmalıyım…
Acelecilik
meselesi
Müslümanların
Batı ile olan ilişkisinin genel hatlarıyla belirgin olduğu iki dilim Endülüs ve
Selçuklu-Osmanlı Devletleriyle özetlenebilir. En azından bu irtibatlandırma,
coğrafya ve zaman olarak şimdilik ana hatlarıyla biçimlenmiş olur. Bu bakımdan
da Türkiye kökenli göçmenlerin, Selçuklu-Osmanlı siyasî coğrafyasının
temsilcisi olduklarını söylemek bu tarihle ilişkilidir. Başka bir ifadeyle,
Selçuklular, Haçlı Seferleri ve sonrasının muhatabıdır. Bu süreç, modern
düşüncenin Kilise dışında bir umut, beklenti, Mesih vizyon ve Atlantis’ini
aradığı veya yokladığı bir dilime rastlamaktadır. Batı dünyasının Selefîleri,
kendilerini Kudüs’te yıkayıp arındırma peşindeydiler ve onları orada karşılayan
Selçuklular oldu.
Bu
dilim içerisinde Osmanlı ise, modern düşüncenin başlangıcına, yani Atlantis’in
müşahhas hâle getirildiği bir döneme rastlamaktadır. Bu dönem, Osmanlı’nın
Avrupa içlerine doğru harekete geçtiği ve Avrupa’nın merkezine ulaşmasıyla
başlamaktadır. Doğal olarak, modern Batı düşüncesinin önemli konularından bir
tanesi de “Osmanlı’nın fethi” meselesidir. Çünkü yenilik ya da yenileşmenin en
önemli ayağı askerî bir başarı ile sağlanmakta ve de Osmanlı’nın askerî olarak
durdurulması ve Avrupa’nın Osmanlı karşısında durdurulması anlamına
gelmektedir.
Müslümanlar,
yukarıda aktarılan siyasî coğrafyayı adlandırdıkları iki ana başlığa
sahiptiler. Her düşünce sisteminin dönüşümleri de yine aynı döneme rastlamaktadır.
Hatta düşünsel dönüşüm için bir bakıma, “Bu dönemin eşiği!” bile denebilir. Vahdet-i
Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd etrafında dünyaya nazar eden Müslümanlar, her iki
programın devamlılığı veya art arda gelmesiyle birlikte Avrupa’yla karşılaşmıştır.
Müslümanlar, Müslüman olmayan topluluklar da dâhil, birçok renk ve dille bir
arada uzun süre yaşadılar. Hatta elan bu yaşam devam ediyor. Acaba bunca
zamandır yönetimlerinde yaşayan topluluklar için kaç türlü programları vardı?
Veya olmayan topluluklara dair geliştirdikleri ve uyguladıkları programın
dönemsel değişimi nasıl gerçekleşti? Esas itibariyle insanın ya da Allah’ın
kullarının siyasî, kültürel, iktisadî vb. bir işleme tâbi tutuldukları kaynak
ve bu kaynağın değerlendirilmeye alındığı alan ve dönem nereye rastlamaktadır?
Müslümanların
Batı ile karşılaşmaları -ki bu genel olarak farklı siyasal karşılaşma için de
geçerlidir-, ontolojik, yani varlık alanına dair bir inşa iledir. Bir başka
ifadeyle, “Tevhid”in, yani yaratılış ve peygamberlerin gelişinin baştan
hatırlatılmasıyla başlar ve devam eder. Bu münasebetle çok farklı ve bu farklılık
nedeniyle de Vahdet-i Vücûd dile getirildiğinde, siyasî, toplumsal ve kültürel
karşılık bulur. Vahdet-i Vücûd havzasında Vahdet-i Şühûd gelişti ve etkisi,
İmam-ı Rabbanî’den daha fazla, Mevlâna Halid-i Bağdadî ile Osmanlı sınırlarında
hâkim oldu.
Vahdet-i
Vücûd’un geliştiği ve yayıldığı dönem, bir bakıma Batı’dan yükselen pozitif ontoloji
ile karşılaştı, pozitif ontolojiye cevap verdi veya mücadele etti. Başlangıç
itibariyle İslâm dünyasına yönelik yenileşme gayretiyle yetinmedi ve bir bakıma
Batı ile de mücadeleye girişti. Yani sadece İslâm coğrafyasının değil, bu
coğrafyanın maruz kaldığı tehdit ve tehlikenin giderek ilerlediği askerî ve iktisadî
başarısı karşısında da önemli bir çaba ve gayret gösterdi.
Lâkin
Vahdet-i Şühûd’un perestiş ettiği ve önerdiği bilgi tazeliği ve fazlalığı, pozitif
ontoloji karşısında giderek daha fazla ve hatta daha hızlı alan kaybetti.
Vahdet-i Şühûd’un ön plâna çıkardığı bilgi, epistemik alanın kendisinde
ontolojik bir karşılık buldu. Fakat epistemik başarısı -en azından kendi iddiasına
göre- karşısında ontolojik varlık alan kuramadı veya ontolojik bir alan
üretemedi. Bu münasebetle de ontolojik yeni bir sistemle pozitivizm ile
karşılaşınca giderek kendisini de perestiş etti. Oysa başlangıcı, sadece
bilginin perestişiydi. Doğrusu Vahdet-i Şühûdîlik itirazını, meşruiyetini
Vahdet-i Vücûd’a yaparak alan, açtığında medrese ve kendisine meşruiyeti
medreseden arayan iktidara yönelmekte gecikmedi.
Hâddizatında
Vahdet-i Şühûd’un iktidara yönelmesi şaşılacak bir alan da değildi. Çünkü
bilgiyi elde etmek ve bilginin kendisi etrafında çerçeve kazandırmak o kadar da
zor değildi. Kaçınılmaz olan sayılabilen bilgi, doğrudan kendisi gibi bir alanı
takip etmekte ve netice almakta “acele” etmekte ve “acele”ye kavuşmaktadır.
Netice
itibariyle Osmanlı bakiyesi alanın pozitivizm ile serencamı Vahdet-i Şühûd
üzerinden yürütüldü, yürütülmeye de devam ediyor. Bu hâl, Osmanlı’nın bir ya da
birkaç eyaleti üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyet’te de varlığını işte
Vahdet-i Şühûd’un pozitivizm karşısındaki mağlubiyetine borçludur. Daha da
ötesi, İslâm ya da Müslümanlarla kurduğu ilişkide de makuliyetini yine bu
mağlubiyet üzerinden gerçekleştirdi ve hâlen de devam etmektedir. Bu hususun
daha yakın ve pratik bir yerde görülmesi, Batılı mühtedîlerden anlaşılabilir.
Mühtedî, pozitivist ontolojiyle mücadele ya da hesaplaşmayı, yine Vahdet-i
Vücûd’la, yani aynı düzlemden hareketle ontolojik bir yerden aşmak veya
açmaktadır. Batı ile karşılaşmayı “varlık” olarak görmeyen/göremeyen
Müslümanlar, her nasılsa bu çaba içerisinde mücadele eden mühtedîyi anlamakta
da müşkül çekmekte, onun hakkında gümansız olmakta ve yakın bir ilişki
kuramamaktadır.
Çoğu
zaman bu insanların titizlikleri, “aşırılık” olarak algılanmaktadır. Tuhaf olan
ise, onları aşırı olarak görenlerin, Vahdet-i Şühûd zemininde durmalarıdır.
Öyleyse mühtedîlerin titiz ve aşırı oluşu karşısında kendilerini dahi esneten
Vahdet-i Şühûd güruhu, bilgisinin eridiğini ve -işe yaramadığı bir yana-
giderek kendisini yok ettiğini anlamakta mıdır?
Doğal olarak pozitif ontolojiyle verdikleri mücadeleyi giderek kaybetmeye başlayınca, mevcut hâli yine ellerindeki bilgiyle meşrulaştırma, diğer yandan da savunma alanı üretmeye harcamakla geçirmektedirler. Batı karşısında savunma, yenilgi içinde olan Müslümanları zaman içerisinde, kendi elleriyle hâlen yıkmaya devam ettikleri Osmanlı sahasına sığınmak zorunda bırakmaktadır. Doğrusu onlar da bir yönleriyle Osmanlı’ya sığınmaya gönüllü ve razıdırlar. Çünkü hem Batılı, hem Osmanlı olmak ve her iki alanda da var olmak, kamusal bir görünürlüğü sağlamaktadır. Tamah ettikleri ve tûl-i emelleri, her geçen gün yaptıklarıyla, yani amelleriyle obezleşen bir “habitat amalehüm”ü bir güruh hâline getirmektedir.
Günümüzde göçmenler, terk ettikleri topraklarla kuramadıkları ilişki nedeniyle, kendisinden yaratıldıkları topraktan uzağa düştüklerinde şaşkınlıkları iki boyut ve düzleme ulaşmaktadır.
Sığınma,
ama neye, kime?
Batı
karşısında bu siyasî sığınma bazen “İslâm”a da -yani din olarak- yönelmektedir.
Bundan dolayı yenilgi, giderek Batı tarzı bir düşünce sistemine evrilmekte
gecikmedi. Vahdet-i Şühûd’un 2. Dünya Savaşı ardından yöneldiği “bilgi çatışmalı”
epistemik kavga, böylece “İslâmîleştirilen bilgi” yerine, Batılılaşan İslâm ile
gerçekleşti. Hem göçmenler, hem zihinsel dönüşüm yeni bir dil ve anlam üretti. Böylece
mühtedî, koloni ve işçiyle başlayan göçler ve göçmenlerle giderek yaygınlaşan
tema, Müslümanların ifade ve anlam olarak Batı modeline yanaştıklarını
göstermektedir.
Batı’da
ve Batı’dan gelen Müslümanlık, pozitivist olmakta kalmaz, Batı tarzı dindarlığı
Tevrat ve İncil’in Pozitivist yorumuyla başabaş gerçekleşmektedir. Böylece
insan, vahiy, kitap, melek, ahiret, ölüm, mekan, şehir, savaş gibi hemen
hayatın tamamı buradan şekillenmekte ve biçimlenmektedir.
Müslümanlar
yüzyıllardır birlikte değil, kendi yönetim ve idarelerinde yaşayan farklı dinî
grupları bugün Batı kavramları üzerinden yeniden tanımlıyor ya da buna
zorlanıyor. Her nasıl olsa, sonunda Müslümanlar bu yeni dünyada tanımlananın
kendisi olduğunu dikkatten kaçırmaktadır. Yani Müslümanlar, kendilerini Batı
değerleriyle “ne olmadıklarını” anlatma çabasına heba etmekte ve bunun kayısını
taşımaktadır. Bu çaba, ne olduklarını yüzyıllardır koruyan diğer din mensupları
yardımıyla utangaç ve mahcup başlarken, önde izaha yeltenmekte ve hatta
dilenmektedirler.
İçinde
yaşadıkları hiçbir şeyi kendileri belirlemekte ve anlamakta güçlükleri olmayan
Müslümanlar, yeryüzü serüvenine ilişkin bilgi kaynaklarını Tevrat, İncil ve
pozitivist ontolojiden almaktadır. Böyle olunca da giderek “Müslüman soykırımı”,
“Tevhit kırım” ya da “din kırımı”na dönüştürmektedir.
Müslümanların
krizi, Batının krizidir. Batı, Müslüman dünyayla daha karşılaşmadı ya da
yüzleşmedi. Daha da ötesi, kendi içerisinden çıkan “mühtedîleri” de usta bir
hamleyle zaman içerisinde mistik bir dünyanın parçası kılarak olabilecek tehdit
ve tehlikeyi de savuşturmuş oldu.
Mekânını kaybeden göçmen, varlık mesajını da kaybeder!