“İslâm’da
erkek” sorunu
ERKEK, “yaratılış”
algısında “öncelik-derece-öncülük” sahibi olduğuna “iman” eder. Erkek,
“Tanrı’nın takdiri böyle!” dindarlığından “emin”dir. Tarih ve özelde,
dindarların medeniyeti bunu “tespit” eder. Aksi de “vaki olmuş/vuku bulmuş”
değildir. O nedenle “kadın”, hiçbir “zaman” ve “mekân”da kendini “sorunların”
mıknatıs etkisinden kurtarabilmiş değildir. Buna modern zamanlar dâhildir.
Erkek,
kendisini “gücün özü” diye tanımlar. Gücünü “cinsel iştah” ve “yönetme tutkusu”
üzerine inşa eder. O nedenle erkek için “kadın” demek, “kendisine Tanrı’nın
sunduğu hediye” demektir. Tanrı’ya hizmetinin karşılığında istediği “en göz
alıcı hediye”...
Vahiy
erkeğin bu ısrarlı tutumuna “uyarılar” gönderse de erkek, tüm zamanlarda
bildiğini okumaya devam etmiştir. Kıyamete kadar da bu okuma ve okutma
sürecektir.
Yeryüzündeki
bütün savaşların, acıların ve hatta Tanrısızlığın kurucu liderleri erkeklerdir.
Kadınların örgütlediği, kurucu liderliğini yaptığı bir “barış” veya “savaş”
zamanı yoktur. Çünkü “kadın”, fıtrî olarak “Tanrısızlık” ile mücadele edebilir,
ancak erkekle savaşarak “özne” olabilme imkânına sahip olamaz. Bu nedenle
kadın, “özne olmak” hakkını “kadın kalmak” yönünde kullanmak durumunda
kalmıştır. Kadın, yeryüzü inşasında barışa katkısını ve “Savaşa hayır!”
mücadelesini “iyi erkek” yetiştirmek ve “iyiliğin hâkimiyeti için erkeğine
destek” şeklindeki misyonunu korumaya çalışmıştır.
Modern
zamanlarda “kadın-erkek eşitliği” çıkışı tüm zamanlardaki “kadının kaderi”ni
değiştirmeye yönelse de sonuç alamamıştır. Çünkü mevcut dünya, artık “erkeğin
kurduğu dünya”dır.
Modern
zamanlardaki Müslüman coğrafyada kadının ahvali ise, “Gelen gideni aratır”
tatsızlığındadır. Çünkü İslâm’da bir “erkek sorunu” vardır ve Vahyin son
hamlesi olan Son Nebî dönemi bile yeryüzünden “erkeğin dünyası” olgusunu söküp
atamamıştır. Gücü yetmediğinden değil, “Hayat imtihandır” kaderini korumak için
sadece uyarmış, yol göstermiş ve öğüt vermiştir.
Kadim
yaralar olan “cariye”, “çok eşlilik” (erkek için), “lider kadın”, “miras”,
“eğitimde kadın” ve “şehir hayatında kadın” gibi “kabuk bağlamayan yaralar”,
Vahyin ısrarlı şekilde “hidayet yolu”nu göstermesine rağmen, dindar erkekler
tarafından kısa sürede (Nebî’nin vefatının verdiği cesaretle) “edilgen öğütler”
ve “kişiye özel jestler” eşiğinde bırakılmıştır. Kur’an’ın inşa ettiği “cinsiyet”, “insan”, “Müslüman” kültürü içindeki
“kadında İslâm” modeli, yerini erkek öznelliğinde geliştirilen “İslâm’da
kadın”a evirmiştir.
Kadının
Müslüman kimliği içindeki yerini tekrar kazanması, neredeyse “imkânsıza yakın
ihtimâl” düzeyindedir. Çünkü artık Müslümanların “İslâmî ilimler külliyatı” her
şeyi ile “erkekçe”dir. Kadınlar için tek “çıkış yolu” olan Kur’an bile artık
“gelenekten izin alan Mushaf” işlevindedir.
Özellikle
“hadis külliyatı”, kadın için bir cinsiyet ve kulluk labirentine
dönüştürülmüştür. Kur’an’ın kadın inşa dili ve Nebî’nin Sünnetinde birlikte
hareket ettiği kadın misyonu, maalesef “hadis külliyatı”nın istismarı sonucunda
bir “yitik yaratılış” sonucunu doğurmuştur.
Sünneti
tespit ilmi olan “hadis ilmi” -maalesef- istismar edilerek ve “Bir hadîs-i şerifte…”
bayrağı kullanılarak, ayetle bağı olan sünneti ayetten koparıp erkek
geleneğinin hizmetine vermiştir. Üstelik bu “erkek kurnazlığı”, sünnetle baş
edemeyeceğini bildiği için ince bir taktik kullanmıştır: “Kavl”!
Kadın
susturan kutsal: Kavl
İslâmî
ilimler metodolojisinde “malûmu ilan” kabilinden olan “ayet-sünnet-hadis-kavl”
ayrımı, erkeğin kurnazlığı ve kadının “metot bilmezliği” yüzünden erkek
dünyasına hizmet eder hâle getirilmiştir.
Vahyin
lisanı olan ayetler toplamına Kur’an diyoruz. İnen her ayetle ilgili Nebî’nin
söz, davranış, hâl ve olay bütünü olan hayatını “sünnet” biliyoruz. Hayatı inşa
eden bütünleşik kaynaklardır Kur’an ve sünnet. Ancak Nebî’nin vefatından yıllar
sonra, ayetlerin “kayıt altındaki metin” ihtiyacı gibi, fiilen yaşayan sünnetin
de yavaş yavaş kayıt altına alınması ihtiyacı doğmuştur. İşte “hadis ilmi”, bu
ihtiyaca yöneliktir; yani sünneti kaydetme ilmidir. Nitekim hadis kitaplarında
Nebî’ye ait söz, davranış, öğüt, hatıra, olay ve hatta ashabın kendi arasındaki
anılara bile yer verilir.
Müslümanlar
sünneti, hadislerden öğrenmiş değillerdir. Çünkü sünnet, zaten toplumdaki
yaygın, gelenekli, kültürel ve en önemlisi de ayetle bağı olan hayatın
kendisidir. Ancak Müslüman coğrafya arttıkça, hadis ilmi de farklı
coğrafyalarda “sünnet” adı altında farklı hayat modellerinin, özellikle ayetle
bağı kopmuş uygulamaların önünü kesmiştir. Yani sünneti korumada “hayatî” role
sahip olmuştur.
Ancak
hadis ilminin gücü, değişen, gelişen ve yayılan Müslüman coğrafyaya yetememiş
ve “kavl” tutkusu karşısında ayetle bağı olan sünneti müdafaa noktasında
zorluklar yaşamıştır. Çünkü binlerce insan, “Nebî bir kavlinde (sözünde)
buyurdu ki…” diye başlayan ve her türlü fikri/uygulamayı meşrulaştıran sözler
furyasına yönelmiştir.
Kuşkusuz
hadis ilmi, elinden geldiği kadar bununla mücadele etti. Özellikle dinin temel
akide, ibadet ve muamelat kısmında başarı da sağladı; ancak bazı konuların
önünü alamadı. Bunların başında da “kadın”a yönelik sözler geldi. Kur’an ve
sünnet ile bağı kopmuş, kadına hayatı dar eden uygulamalarla dolu ilmihâller,
fıkhî fetvalar alıp başını gitti.
Oysa hadis ilmi ile meşgûl olan âlimler her zaman “kavl” popülizmi karşısında dikkatli davrandılar. Ve sağlıklı bir yol takip ettiler: Ortalıkta gezen bir “kavl” varsa, yani Peygamber’e ait olduğu iddia edilen bir “söz” ortalıktaysa, sözü sadece “raviler zinciri” ve “metin tutarlılığı” sorgulamasına tâbi tutmadılar, ayrıca “Bu kavl acaba hadis ilmine konu mudur?”, yani “Sözün içeriği ile ilgili başka söz, olay, davranış, hatıra var mıdır?” diye araştırmaya koyuldular. Ayetle bağı kurulamayan sözlere ise “şüpheli söz” diye baktılar. Baktılar ama bu savaşı “kavl simsarları” kazandılar.
Yaratılışta, kadında eksiklik veya Allah katında derece farkı tarifi yapılmaz. Ancak aynı özelliklerin erkek ve kadında “sıralama farkı” diyeceğimiz bir “mizaç-karakter-huy” farkına işaret edilir.
Şöhretli
adı ile “uydurma hadis” furyası, Müslüman coğrafyayı yakıp yıkan bir alev
topuna dönüştü. İşte kadın, bu ateş topunda canlı canlı yakıldı!
Özellikle
en büyük sermayeleri “kavl” olan tarikatlar ve meşrepler, kadının kendi külleri
içinde köz bırakmasına bile izin vermeyecek şekilde kadını “erkeğin hediyesi”
statüsünde ısrarla tuttular. Akla hayâle sığmayan “erkek şeyh-kadın mürit”
denklemi üzerine kurulu hayatlar inşa ettiler.
Geleneksel
ve eril kültür karşısında kadınların tekrar “Kur’an ve sünnet” ihyasında yol
alan ilim disiplinleri geliştirmesi elzem. Ancak görülen o ki, modern
zamanlarda kadın, aslî ihtiyaçları ve varoluş mücadelesinde temel hakları elde
etmek noktasında bile zorlanıyor. O zaman bir gerçeğin altını çizmekte fayda
var: “Kadındaki İslâm” netleşmedikçe, “İslâm’da kadın” tartışmaları da kısır
döngü içinde devam edecek!
Çözüm,
çıkış yolu, “kadın’daki İslâm”ın netleşmesindedir. Çünkü kadın, İslâm algısını
ve İslâm’ı kadınlığına tercüme ettirirken kullandığı metodu netleştirmek
durumundadır. Yine “Maalesef!” demek durumundayız, zira kadının kafası bu
noktada karışıktır ve cesaret sorunu vardır. Çünkü kadın, “İslâm’da kadın” diye
bellediğini/belletileni sorgulamaktan uzaktır.
Peki,
kadın nereden başlamalı? “Kadındaki İslâm” vurgusu neye işaret eder? Daha
doğrusu işaret ettiği yön neresidir?
Kuşkusuz
bu soruya bir erkeğin verdiği cevaba “tedbir için mesafe koymak”ta fayda var.
Ancak “kadın sorunu” etiketinin altında “erkek sorunu” olduğunu gören erkeklerin
varlığı bilinmelidir. Bu bağlamda dikkat çekeceğimiz birkaç hususla yazıyı
tamamlayalım.
Eşit
yaratılış “sıralama farkı”nı gözetirse adaleti sağlar
Kur’an,
erkek ve kadını yaratılış özellikleri (akıl, kalp, nefs, sevgi, şefkat, arzu)
açısından “aynı/eş” tanımlar. Yaratılışta, kadında eksiklik veya Allah katında
derece farkı tarifi yapılmaz. Ancak aynı özelliklerin erkek ve kadında
“sıralama farkı” diyeceğimiz bir “mizaç-karakter-huy” farkına işaret edilir. Bu
sıralama farkında, erkek fıtratında öncelik tutan özellikler sebebiyle erkeğe
verdiği ödevlerin kadına nispetle önceliği tespit edilir. Aynı şekilde kadın
için de öncelikli ödevler vardır.
Örneğin
erkek karşı cinsle etkileşim noktasında “önce arzulayan, sonra duygulanan” bir
sıralamaya sahipken, kadın ise “önce duygulanan, sonra arzulayan” bir
varlıktır. Değilse, arzu ve duygu özellikleri eşittir. Bu nedenledir ki Vahiy,
ısrarla erkeğe duyguyu öncelemesi için kadına karşı sevgi, şefkat ve nezaket
öğüdünde bulunur ve kadına da fıtratına uygun şekilde, zaten erkekte var olan
arzu önceliğini sıcak tutmaktan uzak bir söz ve davranış içinde olmaya davet
eder.
Bir
başka örnek, kadında ve erkekte akıl ve duygusal zekânın eşitliğini gösterir.
Ancak erkekte akıl, duygusal zekâya oranla önde yürür. Kadında ise tersi… Bu,
sadece bir sıralama/işleyiş farkıdır. Evlilik meselâ… Akıl ve duygusal zekâ ile
yürür. Ancak ev ve evlilikle ilgili ödev paylaşımında duygusal zekâ öncelikli
görevlerde kadının, akıl öncelikli ödevlerde ise erkeğin önde olması, bu
sıralama farkı nedeniyledir.
Annelik
rolünün duygusal zekâ, babalık rolününse akıl öncelikli huylu olması da bundan.
Ticaret ve savaş, aklı önceleyen alanlardır; eğitim ve sanat ise duygusal zekâyı…
Sıralama farkını üstünlük ve tartışma konusu hâline dönüştürmek “bedevîlik” alâmetidir.
Nitekim Kur’an da bu sıralama farkını göz ardı eden tutumları kınamaz ve
suçlamaz. “Düşünürseniz sizin için daha hayırlıdır!” diye öğütler sadece.
“Eşitlik” adı altında sıralama farkını sıfırlayan ve hatta bununla mücadele eden tutumlarsa adaleti sağlayamazlar. Nitekim “pozitif ayrımcılık” gibi etiketlerle girilen çıkmazdan çıkma çabası, bu sıralama farkının inceliğini teslim etmektir.
Beden,
içindeki ruha aittir; başkasının mülkü değildir
Erkek
ve kadın etkileşiminde ve yeryüzü hayatındaki tüm “kadın sorunu” başlığı
altındaki tartışmaların zemininde anahtar hükmünde olan varlık “beden”dir.
Erkeğin
kadın bedenine bakarken kendini kontrol edemediği “sahip olmak” eğilimi,
aslında “cinsel iştah” ve “yönetme tutkusu” kanatlarını takmış “güç motoru”nun
çalışmasındandır. Oysa Kur’an, erkek ve kadın arasındaki eğilim için “sevgi ve
şefkat/sığınma güvenliği” koyduğunu söyler. Yani bedenin, yani etin adrenalini
değil, bedenin içindeki ruhta olan özü öncelememizi öğütler.
Nitekim
kadının ruhundaki sevgiye aşkla yaklaşabilen ve kadının şefkatine liman
olabilen erkek, kadın için “eş”tir. Aynı şekilde erkeğin gücüne değil,
ruhundaki sevme ihtiyacına ve şefkat erkliğine seslenebilen kadın da erkek için
“eş”tir.
Beden
ile güç arasında yakın temas vardır. Kadın güce talip olursa, bedenini
kullanır. Erkek de güçlendiğinde istediği bedeni zorlar. Kuşkusuz bedendeki “zevk”,
çoğu zaman sevgi ve şefkatteki “yoran emeğe” tercih edilir. Çünkü zevk, bedenin
salgıladığı “zahmetsiz ikram”dır.
Kadın,
“Bedenim kutsal değildir, sadece bana ait bir ‘et’tir” derse, sevgi ve şefkat
arayışında ömrünü tüketen bir “zevk çeşmesi” olur. Erkek, “Bedenimin sorumluluğu
yoktur, rızası olana erer” derse, sevgi ve şefkate inanmayan bir güçperest olarak
kalır.
Kur’an,
bedenin örtülmesini “Korunmanız için!” vurgusuyla öğütlerken ve kadını “bedenine
tutsak olmaktan uzak tutarken”, erkeğin de gücünü kontrol etmesinin yolunu
gösterir. Modern zamanların “kutsal her şeyden arınma” telkini, erkeği “öldüren
makine” ve kadını da “seks oyuncağı” hâline dönüştürmüştür. İkisinin de erkeği
hayvanlaştırdığı ortadadır!
O
zaman bir gerçeği tekrarlamakta fayda var: Kadın, kendindeki İslâm’ı netleştirmek
durumunda! Erkeğinse –maalesef- buna ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü “İslâm’da kadın”
diye ortalıkta dolaşan her şey, sadece onun bedenine hizmet etmektedir.
Kuşkusuz erkekler bu “hediye” kültürüne sahip ve nasıl davranacakları
noktasında oldukça mahirler. Oysa Kur’an çok açık mesaj verir: “Hayat insana hediyedir!”,
kadın erkeğe değil!