ÇOK meşhur
bir tamlama ile girizgâh yapmak istiyorum: Algı yönetimi… Bu tamlama, çok
bükülgen ve girdiği kabın şeklini alabilecek kadar akışkan… Ondandır; siyâsette,
dinî konularda ve daha pek çok düzlemde bu cümleciği işitir ve olayı
anlamlandırmaya çalışırız. Diyeceğim şu ki; algı yönetimi ile hedef gösterilen
her ne ise, genellikle algı yönetiminin ana malzemesidir.
Biraz daha açmak gerekirse
(ki muhtemelen gerekir)…
Bir olayda algı yönetimi
yapıldığı iddia edildiğinde, bu konuda çeşitli savunmalar geliştirilir ve
insanları ikna yoluna gidilir. İşte algının yönetilmesinde en kıvrak yollardan
biri bu! İddianın sahibi, algı yönetimine teşebbüs edenin de ta kendisidir! Suçlunun
suç objesini başkasına ait bir silah olarak göstermesi, çok etkili bir algı
yönetimidir. Hattâ algıların iflâsına kadar giden bir vahâmete vardığını da
söylemek mümkün.
Bilim, Allah’ındır. İnsanlığa bir zerresi bahşedilir. O bahşedilen kısmının zerresine de okuyanlar ve araştıranlar erişir. Erişilen zerre ile teknoloji, elektronik, tıp, astronomi, uzay, botanik gibi pek çok alanda ilerleme ve gelişme kaydedilir.
Din ve bilim, iki ayrılmaz
süjeydi… Bilim, dinin hem emrettiği, hem de var ettiği bir statü. Öyle ki, cehâletin
çirkin yüzünü en iyi yansıtan memba… Bir başka açıdan yorumlarsak, bilim,
dinden temel alan, yol bulan ve beslenen bir yaşamsal zaruret. İnsanın
düşünceyle başlayan yaşamak serüveni, düşünmenin ulaştığı bilgi ve bilgiyi
toplama hareketiyle bir seviyeye erişiyor. Bu erişilen mâkâmda insan, yeni
bilgilere kapı aralıyor ve hayatı daha kompleks ama daha yaşanılır bir
mertebeye eriştiriyor. Bilginin nüvesi kıymetinde ilk atılım, konuşmak ve
kelimeleri anlamlandırmak. Bu öğrenme sancısı ve anlamlandırma çabası gitgide
bilimsel bir evreye yol alıyor. İnsanların bir kısmı yaşayacak kadar bilgi
biriktirmekle yetinirken, bir kısmı da hayatın merkezine öğrenme gayretini
yerleştiriyor. Bu sayede ilerleyen ve yükselen sanat, kültür ve teknoloji gibi
unsurlarla sürekli bir revizyon tekrar edip duruyor.
Hâl böyleyken… Din ve bilimi
iki ayrı kutup, inanç ve cehâleti eş anlamlı ve medeniyet ile lâdinî yaşam
şeklini birbirine paralel gösteren bir algı yönetimi, uzun zaman dilimleri
boyunca başarıya ulaşmış bir felâkettir.
Dini bilmeyen ama bilimde
var olan buluşları öğrenme yöntemiyle bir seviye kat eden pek çok insan,
vardığı yüksek seviyeyi dinden ayrı bir kulvar olarak görmeye ve göstermeye
devam ediyor. Dinini bilen ama bilimle uzaktan yakından alâkası olmayan bir
kısım insan, bilimin dinden kaynak aldığını çok şükür ki biliyor; fakat bu
grupta ismi anılacak bir güruh, inandığı dinin bilimden ayrı, hattâ ona aykırı
bir alan olduğuna ikna oluyor. Çünkü bilimle ilgili ama dinini bilmeyen, bilmek
istemeyen kümedeki unsurlar, inancı olup da bilimden uzak olan ve din-bilim
temasını çözümleyemeyen gruba başarılı bir algı yönetimi yapıyor. Dini, bilimi
ve ikisinin kopartılamaz o güçlü bağını bilen bir başka grup da bu algıyı
yıkmaya çalışıyor. Her ikisinden de bîhaber olanlar ise algı yönetimine bile
ihtiyaç duymaksızın hem dinde, hem bilimde, hem de ikisinin ortak çizgisinde
kötücül ur etkisine devam ediyor.
Hâlbuki neydi? Din ve
bilim, iki ayrılmaz süjeydi. Din bilimin membaı, onun yol göstericisi ve
sınırlandırıcısıydı. Sınırlı bilim ise, Allah’ın müsaade ettiği alanlara kadar
gidebilecek bir insan zekâsı ve aklının varlığını ifade ediyor. Aşılamaz
hudutlardan geçmeye ne bilim, ne de âlim yeter elbette. Ama bu hayatın
denklemlerini çözmede, Allah’ın insanlara bahşettiği akıl ve o aklın arayarak
bulabileceği pek çok veri var. O verileri toplamaya niyet edene yollar açan bir
Yaradan var. O verilerle çözülen denklemlerin sonunu, toplumlara fayda
sağlayacak bilgilerle donatmaya ayrılmış bir alan var.
Varmak istediğim temaya
daha sarih bir kompozisyon meydana getirebileceğim kanaatindeyim. Benimle
kalırsanız, bağladığım sonuca hak verdiğiniz noktada kalben muhabbetimi de size
iletmiş olacağım. Sonuçta bu başarılı algı, din ve bilim kavramlarının karşıt
oluşu yönünde… Hâlbuki durum, tam zıddında bütün gerçekliğiyle haykırıyor.
Soru: Din ve bilim ayrı
mıdır?
Cevap: Asla!
Savunma
Çok basit birkaç örnek ile
önce konu üstünde bir egemenlik kurmak lâzım.
Din ve bilim ayrı olamaz.
Çünkü bilimi yaratanla dini insanlığa gönderen kudret, Allah-u Teâlâ’dır. İki
kavramın da hem sahibi, hem de var edicisidir. Fakat buna inanmamak,
bilmemekten ya da bilmek istememekten ileri gelir. İlk emir “Oku!”, Kur’ân-ı
Kerîm’de sıklıkla tavsiye edilen olgu “aklı kullanmak”… Dini yaşamak hususunda
bile öğrenmek, düşünmek, bazen sorgulamak ve doğru denklemleri kurmak gibi
insanı araştırmaya iten bir zorunluluklar silsilesi var.
İbâdetlerin hepsi; zamanı,
insanı, niyeti ve gerekli hareketleri öğrenmek üzerine. Bu sadece olayın
başlangıcı. Ama daha ilk elde kemikleşmiş bir çarpıklığı yıkmış oluyoruz. Din,
insanı bilgisiz bir inanca davet etseydi; bunu, “öğrenme, okuma ve gelişme” ile
ilgili kavramları “günah, haram veya en azından mekruh” sayarak yapardı. Bir
başka güçlü çıkarım da şu ki; insan öğrendikçe ve bilgi sahibi oldukça dinden
uzaklaşacak olsaydı da dinin ilk amacı bilgiyi kötülemek olurdu. Tüm bunlar din
ve bilimi ayrı kulvarlar olarak göstermek isteyenler açısından oldukça yıkıcı
unsurlar. Fakat yeterli olamıyor yazık ki…
Çünkü daha inandığı dinin
aklı kullanmayı ve bilgiyi emreden bir zenginlik olduğunu bilmeyenler var.
İçine düştükleri cahilliğin dinden kaynaklandığı iftirasını atanlara içten içe
inananlar var.
Nahl, 12: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin
emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz
bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için âyetler vardır.”
Cevaba devam ediyorum… Bu
âyet ki, akıl erdirmenin önemine değinen pek çok âyetten biri. Fakat bir başka
konu daha var burada: Gece, gündüz, Güneş ve Ay…
En’am, 96: “O,
sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükûn (dinlenme), Güneş ve Ay’ı bir hesap
(ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah’ın takdiridir.”
8’inci yüzyıla ait
Mısırlıların kullandığı takvim, tarihte ilk takvim olarak bilinir. İnsanların
gökyüzüne bakarak zamanı anlama çabaları elbette daha önce de vardı. Fakat
bunun bir bilim oluşu, çok daha sonra… Kur’ân açıkça Ay’ın ve Güneş Sistemi’nin
bir hesap ile hareket ettiğini beyan etmektedir. Bu insanı araştırmaya ve o
hareketi bilimle tanıştırmaya götüren bir inanç sistemidir.
Enbiya, 33: “Geceyi,
gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.”
“Yörünge” kavramının tespitinde
Arap astronomları işâret edilir. Tarih olarak da en erken 11’inci yüzyıl
karşımıza çıkar. Kur’ân ise bunlardan önce, henüz “bilim” adı altında
araştırılmayan bir kavramı yine insanlığa işâret etmektedir.
Hac, 5: “Ey insanlar, eğer tekrar
diriltileceğinizden bir şüpheniz varsa, size açıkça gösterelim diye sizi
topraktan yarattık, sonra spermden, sonra embriyodan, sonra da yaratılışı belli
belirsiz bir çiğnem etten…”
Bilim, insanın varoluş hikâyesiyle
başlar. Dünyaya geliş serüveni, bilimsel bir gerçekliktir. Ve Kur’ân,
zannedildiği gibi ibâdet şekillerini anlatan bir ilmihâl değildir. İbâdetlerin
şekilleri Peygamber Efendimiz’in Sünnet ve hadîsleriyle öğrenilirken, Kur’ân,
yaşamın sırlarını ve insan olma yolundaki ilmin kaynağını gösteren yegâne
rehberdir. Bu ve daha onlarca âyette, insanın yaratılışından kâinatın oluşumuna
kadar pek çok bilgi, “temiz akıl sahipleri” için Allah tarafından
bahşedilmiştir.
İnsanın topraktan ve sudan
yaratılması hususu da oldukça bilimsel bir kâinat algısını zerk ediyor
zihinlere. Son dönemde bilim adamları tarafından ispatlanan bir bilgi de buna
destek niteliğinde… Suyun hâfızası olduğu, söyleneni iletme kabiliyetinin var
olduğu ispatlandı. Bu hem her şeyin sudan var edilmesini akla tekrar getiriyor,
hem de suya okunan duâların sudan yaratılmış insanın vücûdunda ne gibi tesirleri
olabileceği hususuna da bir açıklık getiriyor.
Su ve toprak; üreten,
büyüten, var olan ve ölen organizmalarda aslî unsur… Tohumun toprağa ekilmesi,
su ile can bulması, toprakta beslenmesi ve büyüyüp yeryüzüne baş vermesi ile
insanın bir tohum tanesinden (sperm), topraktan yaratılmış bir insan bedenine
ekilmesi ve bir suyun (amniyon sıvısı) içinde can bulması, orada beslenmesi ve
sonra dış âleme gelmesi eş değerdir. Bütün bu denklem, insanın yaratılışında ve
kâinatın işleyişinde bilim ve Allah’ın âyetlerinin nasıl birebir olduğunu
gözler önüne seriyor.
Furkan, 53: “Biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri
tuzlu ve acı olan iki denizi karışacak şekilde salıveren ve ikisi arasına bir
engel, aşılmaz bir perde koyan O’dur.”
Neml, 88: “Sen dağlara bakınca sâbit sanırsın; oysa onlar, bulutların yürümesi gibi yürürler. Her şeyi muhkem-sağlam yapan Allah’ın sanatı böyledir. Muhakkak O, yaptıklarınızdan haberdardır.”
Bu iki âyette de yine
bilimin çok yıllar sonra keşfettiği birtakım ilmî gerçeklere işâret ediliyor.
Evvelâ Dünya’nın dönüşüne ve Güneş Sistemi’ndeki harekete atıfta bulunulan Neml
Sûresi’nde bir başka bilgiye daha ulaşıyoruz: Yer’in hareket kabiliyeti sadece
bir kütle olarak bütünde değil, parça parça her bir kısmında vuku buluyor. Bugün
kıtaların ritmik olarak sürekli hareket ettiği, bilimin en kesin konularından
biri. Depremlerin oluşumu da Yer’in derinlerindeki bu kinetik tekrarlama ile
gerçekleşiyor. Sâbit zannedilen Yerküre’de, içten dışa sürekli bir dönüş
hareketi mevcût. Bu hareketin yeraltında birikmesi, fayların enerji birikimine
ve böylece depremlerin yerin üstünde sarsıntılar yaratmasına neden oluyor.
Dağlar ve gökyüzü ile
ilgili başka ayetlere geçmeden önce Furkan Sûresi’nin bu etkileyici âyetine de
değinmek gerek. Tatlı ve tuzlu suyun arasına perde koyan Rabbimiz, bize yine
çok sonradan bilime konu olacak bir gerçekliği bahşediyor. Bugün iki farklı
denizin birbirine temas ettiği fakat aralarındaki o görünmez perde ile engellendiği
gerçeğini duymayan yoktur. Tatlı ve tuzlu su, bıçakla kesilir gibi birbirinden
ayrılıyor. İşte bu berzah, Allah’ın mucizelerinden biriyken ve Kur’ân’da işâret
edilmişken, bugün bilimin ancak varabildiği bir noktadır!
Dağların hükmü ile ilgili
âyetler var. Bu âyetlerde sarsılmamamız için bir direk nispetinde dağların var
edildiği anlamı hâkimdir. Nebe Sûresi’nin 7’nci âyetinin farklı tefsirlerinde,
dağların çivi gibi çakıldığı, direk gibi dikildiği söylenmektedir. Şimdi burada
iki bilgiye daha rastlıyoruz (aslında çok fazla bilgi çıkartılabilir fakat çok
önemli iki bilgi muhakkak konuşulmalı): “Dağların kazık gibi dikilmesi” ya da “çivi
gibi çakılması” ifadesi, yine son yıllarda bilimin anlamlandırdığı ve kendine yonttuğu
bir alan. Biz dağların yeryüzünde yükselen vücûdunu bir bilgi olarak bilsek de,
dağların yeraltında da devam eden birer kütle olduğunu bugün bilim anlatıyor.
Hattâ yeraltında Everest’ten yüksek dağların varlığından bahsediliyor. Aslında
her bir yükseltinin, yeraltında da benzer bir vücût ile devam ettiği bilimsel
bir gerçek. İşte Kur’ân, yine insanlığa bilimsel bir yol haritası çiziyor!
Yer hareketlerini en aza
indirmede ve yerin kaymasını engellemede coğrafî bilgilerden biri, dağların
varlığıdır. Dağlık alanlarda koruyucu bir coğrafya olduğu, bilimsel literatürde
anlatılagelen tespitlerden. Bir bilimsel yanlışlık; dağların çok olduğu yerde
depremlerin çok olduğu yönündeydi. Fakat anlaşıldı ki, dağların kökleri yani
yeraltındaki uzantıları depremlerin etkisini azaltıyor. Peki, neden dağların
yoğun olduğu yerde deprem fazlaca görülüyor?
Burada anlamı keşfetmek
gerek, yoksa bilimsel araştırma bile yanlışlarla dolu bir yığın hâline dönüşür.
Yaratan, her şeyi bir ölçü ve birbirini tamamlayan bir sistem dâhilinde yaratmıştır.
Yer’in hareketleri ve yeraltında fayların yoğunlaştığı bölgelere dağları bir
çivi gibi çakan, bir direk gibi diken Yaratan, kuşkusuz o dağları, deprem
etkilerini azaltan bir görevle tesis etmiştir. Ki âyette ne diyordu? “Sarsılmayın
diye dağları yarattık…”
Aslında her şey o kadar
açık ve net ki… Kur’ân’ın bilime ışık tutan mucizevî âyetleri daha göklerin
direksiz duruşundan bitkilerin çift olarak yaratılmasına kadar devam eder.
Meselâ Rabbimiz, bitkilerin çift olarak yaratıldığını bildirdiğinde, henüz botanik
bilimi o nispette değildi kuşkusuz. Ama insanlar onca yılda gelişen bilimin
ulaştığı seviyeyi, Kur’ân’ın çoktan beri anlattığı bilim olduğunu görmek
istemediler.
Bitkilerin cinsiyetleri
olduğu, fizyolojik yapılarının da dişi ve erkek organizmasına uygun olduğu,
botanik biliminin konuları arasında… Bitkilerin araştırılması ve tedavilerde
kullanılması ile sınıflandırılması gibi ilk hareketlerin başlangıcı, Milât’tan
önceki yıllara dayanır, fakat sistematik bir bitki biliminin oluşumu 16 ilâ
18’inci yüzyıllarda kendini gösterir. Bitkilerdeki cinsiyet ayrımı ve kalıtım
gibi özelliklerin kategorize edilmesi ise son yüzyılın işidir. Allah’ın “Bitkileri
çift olarak yarattık, onları üst üste gelen bulutlardan inen yağmurlarla
besledik” dediği bu basit (!) görünen bilginin bu kadar geç bulunmasında da,
Kur’ân’da bilimi aramayan bir insanlığın varlığı sebeptir.
Bilim,
Allah’ındır. İnsanlığa bir zerresi bahşedilir. O bahşedilen kısmının zerresine
de okuyanlar ve araştıranlar erişir. Erişilen zerre ile teknoloji, elektronik,
tıp, astronomi, uzay, botanik gibi pek çok alanda ilerleme ve gelişme
kaydedilir. Kaydedilen bu gelişmelerden, zerrenin zerresine nail olan insanoğlu
istifade eder.
Fakat
Allah’ın bahşettiği ilmin zerresine nail olan bir grup insan tarafından “algı
yönetimi” yapılır. İnanan ve bilmeyen bir kısım insana “din” ile “bilim”
kavramının zıtlığı zerk edilir. İnanan inanmayan pek çok insan, dinin bilim
dışı olduğunu zanneder ve böylece yazık bir ömür sürülür gider.
Benim
bu makalemde ele aldığım, çok ufak bir alan… Birkaç örnek, birkaç âyet… Daha
nice hadîs, âyet ve Peygamberler tarafından insanlığa aktarılan ya da onların
yaşarken öğrettiği nice olgu ve kavram var ki insan, bütün bunları öğrenmeye
meylederse bilimin ulaşılabilecek en üst seviyesine ulaşılmış olur. Elbette
dünya hayatı için ve belirlenen sınırlarda…
Bu
arada, İslâm’ın (Hak Din’in) âyetlerinden, Kitabından, Peygamberinden ve tüm
bilgilerinden faydalanan bir Avrupa ve Batı biliminden de artık haberdar
olalım. Onlar inkâr ede ede bizim yapmadığımızı yapıyorlar, bilimde İslâm’ın
ilmini alıp öğreniyor ve kendi buluşları gibi satıyorlar. Bugün İspanya
Endülüs’teki tıp ve astronomi gibi alanlarda İslâm âlimleri tarafından
derlenen, yazılan bir yığın eser, Batı’nın uzun yıllardır bilimdeki
gelişmesinin yegâne kaynağıdır. NASA’nın Kur’ân âyetleri ile ilgisi de boşuna
değil.
İslâm, bilimin kaynağıdır. Dini bilimden ayrı kulvarda gösteren birine denk gelirseniz, ya cehâletine verin ya da art niyetine. Ama bu algı yönetiminin mağduru olmayın inşallah!