İslâm, bilimin membaıdır!

İbâdetlerin hepsi; zamanı, insanı, niyeti ve gerekli hareketleri öğrenmek üzerine. Bu sadece olayın başlangıcı. Ama daha ilk elde kemikleşmiş bir çarpıklığı yıkmış oluyoruz. Din, insanı bilgisiz bir inanca davet etseydi; bunu, “öğrenme, okuma ve gelişme” ile ilgili kavramları “günah, haram veya en azından mekruh” sayarak yapardı. Bir başka güçlü çıkarım da şu ki; insan öğrendikçe ve bilgi sahibi oldukça dinden uzaklaşacak olsaydı da dinin ilk amacı bilgiyi kötülemek olurdu.

ÇOK meşhur bir tamlama ile girizgâh yapmak istiyorum: Algı yönetimi… Bu tamlama, çok bükülgen ve girdiği kabın şeklini alabilecek kadar akışkan… Ondandır; siyâsette, dinî konularda ve daha pek çok düzlemde bu cümleciği işitir ve olayı anlamlandırmaya çalışırız. Diyeceğim şu ki; algı yönetimi ile hedef gösterilen her ne ise, genellikle algı yönetiminin ana malzemesidir.

Biraz daha açmak gerekirse (ki muhtemelen gerekir)…

Bir olayda algı yönetimi yapıldığı iddia edildiğinde, bu konuda çeşitli savunmalar geliştirilir ve insanları ikna yoluna gidilir. İşte algının yönetilmesinde en kıvrak yollardan biri bu! İddianın sahibi, algı yönetimine teşebbüs edenin de ta kendisidir! Suçlunun suç objesini başkasına ait bir silah olarak göstermesi, çok etkili bir algı yönetimidir. Hattâ algıların iflâsına kadar giden bir vahâmete vardığını da söylemek mümkün.

Bilim, Allah’ındır. İnsanlığa bir zerresi bahşedilir. O bahşedilen kısmının zerresine de okuyanlar ve araştıranlar erişir. Erişilen zerre ile teknoloji, elektronik, tıp, astronomi, uzay, botanik gibi pek çok alanda ilerleme ve gelişme kaydedilir. 

Din ve bilim, iki ayrılmaz süjeydi… Bilim, dinin hem emrettiği, hem de var ettiği bir statü. Öyle ki, cehâletin çirkin yüzünü en iyi yansıtan memba… Bir başka açıdan yorumlarsak, bilim, dinden temel alan, yol bulan ve beslenen bir yaşamsal zaruret. İnsanın düşünceyle başlayan yaşamak serüveni, düşünmenin ulaştığı bilgi ve bilgiyi toplama hareketiyle bir seviyeye erişiyor. Bu erişilen mâkâmda insan, yeni bilgilere kapı aralıyor ve hayatı daha kompleks ama daha yaşanılır bir mertebeye eriştiriyor. Bilginin nüvesi kıymetinde ilk atılım, konuşmak ve kelimeleri anlamlandırmak. Bu öğrenme sancısı ve anlamlandırma çabası gitgide bilimsel bir evreye yol alıyor. İnsanların bir kısmı yaşayacak kadar bilgi biriktirmekle yetinirken, bir kısmı da hayatın merkezine öğrenme gayretini yerleştiriyor. Bu sayede ilerleyen ve yükselen sanat, kültür ve teknoloji gibi unsurlarla sürekli bir revizyon tekrar edip duruyor.

Hâl böyleyken… Din ve bilimi iki ayrı kutup, inanç ve cehâleti eş anlamlı ve medeniyet ile lâdinî yaşam şeklini birbirine paralel gösteren bir algı yönetimi, uzun zaman dilimleri boyunca başarıya ulaşmış bir felâkettir.

Dini bilmeyen ama bilimde var olan buluşları öğrenme yöntemiyle bir seviye kat eden pek çok insan, vardığı yüksek seviyeyi dinden ayrı bir kulvar olarak görmeye ve göstermeye devam ediyor. Dinini bilen ama bilimle uzaktan yakından alâkası olmayan bir kısım insan, bilimin dinden kaynak aldığını çok şükür ki biliyor; fakat bu grupta ismi anılacak bir güruh, inandığı dinin bilimden ayrı, hattâ ona aykırı bir alan olduğuna ikna oluyor. Çünkü bilimle ilgili ama dinini bilmeyen, bilmek istemeyen kümedeki unsurlar, inancı olup da bilimden uzak olan ve din-bilim temasını çözümleyemeyen gruba başarılı bir algı yönetimi yapıyor. Dini, bilimi ve ikisinin kopartılamaz o güçlü bağını bilen bir başka grup da bu algıyı yıkmaya çalışıyor. Her ikisinden de bîhaber olanlar ise algı yönetimine bile ihtiyaç duymaksızın hem dinde, hem bilimde, hem de ikisinin ortak çizgisinde kötücül ur etkisine devam ediyor.

Hâlbuki neydi? Din ve bilim, iki ayrılmaz süjeydi. Din bilimin membaı, onun yol göstericisi ve sınırlandırıcısıydı. Sınırlı bilim ise, Allah’ın müsaade ettiği alanlara kadar gidebilecek bir insan zekâsı ve aklının varlığını ifade ediyor. Aşılamaz hudutlardan geçmeye ne bilim, ne de âlim yeter elbette. Ama bu hayatın denklemlerini çözmede, Allah’ın insanlara bahşettiği akıl ve o aklın arayarak bulabileceği pek çok veri var. O verileri toplamaya niyet edene yollar açan bir Yaradan var. O verilerle çözülen denklemlerin sonunu, toplumlara fayda sağlayacak bilgilerle donatmaya ayrılmış bir alan var.

Varmak istediğim temaya daha sarih bir kompozisyon meydana getirebileceğim kanaatindeyim. Benimle kalırsanız, bağladığım sonuca hak verdiğiniz noktada kalben muhabbetimi de size iletmiş olacağım. Sonuçta bu başarılı algı, din ve bilim kavramlarının karşıt oluşu yönünde… Hâlbuki durum, tam zıddında bütün gerçekliğiyle haykırıyor.

Soru: Din ve bilim ayrı mıdır?

Cevap: Asla!

Savunma

Çok basit birkaç örnek ile önce konu üstünde bir egemenlik kurmak lâzım.

Din ve bilim ayrı olamaz. Çünkü bilimi yaratanla dini insanlığa gönderen kudret, Allah-u Teâlâ’dır. İki kavramın da hem sahibi, hem de var edicisidir. Fakat buna inanmamak, bilmemekten ya da bilmek istememekten ileri gelir. İlk emir “Oku!”, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla tavsiye edilen olgu “aklı kullanmak”… Dini yaşamak hususunda bile öğrenmek, düşünmek, bazen sorgulamak ve doğru denklemleri kurmak gibi insanı araştırmaya iten bir zorunluluklar silsilesi var.

İbâdetlerin hepsi; zamanı, insanı, niyeti ve gerekli hareketleri öğrenmek üzerine. Bu sadece olayın başlangıcı. Ama daha ilk elde kemikleşmiş bir çarpıklığı yıkmış oluyoruz. Din, insanı bilgisiz bir inanca davet etseydi; bunu, “öğrenme, okuma ve gelişme” ile ilgili kavramları “günah, haram veya en azından mekruh” sayarak yapardı. Bir başka güçlü çıkarım da şu ki; insan öğrendikçe ve bilgi sahibi oldukça dinden uzaklaşacak olsaydı da dinin ilk amacı bilgiyi kötülemek olurdu. Tüm bunlar din ve bilimi ayrı kulvarlar olarak göstermek isteyenler açısından oldukça yıkıcı unsurlar. Fakat yeterli olamıyor yazık ki…

Çünkü daha inandığı dinin aklı kullanmayı ve bilgiyi emreden bir zenginlik olduğunu bilmeyenler var. İçine düştükleri cahilliğin dinden kaynaklandığı iftirasını atanlara içten içe inananlar var.
Nahl, 12: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için âyetler vardır.”

Cevaba devam ediyorum… Bu âyet ki, akıl erdirmenin önemine değinen pek çok âyetten biri. Fakat bir başka konu daha var burada: Gece, gündüz, Güneş ve Ay…

En’am, 96: “O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükûn (dinlenme), Güneş ve Ay’ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah’ın takdiridir.”

8’inci yüzyıla ait Mısırlıların kullandığı takvim, tarihte ilk takvim olarak bilinir. İnsanların gökyüzüne bakarak zamanı anlama çabaları elbette daha önce de vardı. Fakat bunun bir bilim oluşu, çok daha sonra… Kur’ân açıkça Ay’ın ve Güneş Sistemi’nin bir hesap ile hareket ettiğini beyan etmektedir. Bu insanı araştırmaya ve o hareketi bilimle tanıştırmaya götüren bir inanç sistemidir.

Enbiya, 33: “Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.”

“Yörünge” kavramının tespitinde Arap astronomları işâret edilir. Tarih olarak da en erken 11’inci yüzyıl karşımıza çıkar. Kur’ân ise bunlardan önce, henüz “bilim” adı altında araştırılmayan bir kavramı yine insanlığa işâret etmektedir.

Hac, 5: “Ey insanlar, eğer tekrar diriltileceğinizden bir şüpheniz varsa, size açıkça gösterelim diye sizi topraktan yarattık, sonra spermden, sonra embriyodan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten…”

Bilim, insanın varoluş hikâyesiyle başlar. Dünyaya geliş serüveni, bilimsel bir gerçekliktir. Ve Kur’ân, zannedildiği gibi ibâdet şekillerini anlatan bir ilmihâl değildir. İbâdetlerin şekilleri Peygamber Efendimiz’in Sünnet ve hadîsleriyle öğrenilirken, Kur’ân, yaşamın sırlarını ve insan olma yolundaki ilmin kaynağını gösteren yegâne rehberdir. Bu ve daha onlarca âyette, insanın yaratılışından kâinatın oluşumuna kadar pek çok bilgi, “temiz akıl sahipleri” için Allah tarafından bahşedilmiştir.

İnsanın topraktan ve sudan yaratılması hususu da oldukça bilimsel bir kâinat algısını zerk ediyor zihinlere. Son dönemde bilim adamları tarafından ispatlanan bir bilgi de buna destek niteliğinde… Suyun hâfızası olduğu, söyleneni iletme kabiliyetinin var olduğu ispatlandı. Bu hem her şeyin sudan var edilmesini akla tekrar getiriyor, hem de suya okunan duâların sudan yaratılmış insanın vücûdunda ne gibi tesirleri olabileceği hususuna da bir açıklık getiriyor.

Su ve toprak; üreten, büyüten, var olan ve ölen organizmalarda aslî unsur… Tohumun toprağa ekilmesi, su ile can bulması, toprakta beslenmesi ve büyüyüp yeryüzüne baş vermesi ile insanın bir tohum tanesinden (sperm), topraktan yaratılmış bir insan bedenine ekilmesi ve bir suyun (amniyon sıvısı) içinde can bulması, orada beslenmesi ve sonra dış âleme gelmesi eş değerdir. Bütün bu denklem, insanın yaratılışında ve kâinatın işleyişinde bilim ve Allah’ın âyetlerinin nasıl birebir olduğunu gözler önüne seriyor.

Furkan, 53: “Biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acı olan iki denizi karışacak şekilde salıveren ve ikisi arasına bir engel, aşılmaz bir perde koyan O’dur.”

Neml, 88: “Sen dağlara bakınca sâbit sanırsın; oysa onlar, bulutların yürümesi gibi yürürler. Her şeyi muhkem-sağlam yapan Allah’ın sanatı böyledir. Muhakkak O, yaptıklarınızdan haberdardır.”


Bu iki âyette de yine bilimin çok yıllar sonra keşfettiği birtakım ilmî gerçeklere işâret ediliyor. Evvelâ Dünya’nın dönüşüne ve Güneş Sistemi’ndeki harekete atıfta bulunulan Neml Sûresi’nde bir başka bilgiye daha ulaşıyoruz: Yer’in hareket kabiliyeti sadece bir kütle olarak bütünde değil, parça parça her bir kısmında vuku buluyor. Bugün kıtaların ritmik olarak sürekli hareket ettiği, bilimin en kesin konularından biri. Depremlerin oluşumu da Yer’in derinlerindeki bu kinetik tekrarlama ile gerçekleşiyor. Sâbit zannedilen Yerküre’de, içten dışa sürekli bir dönüş hareketi mevcût. Bu hareketin yeraltında birikmesi, fayların enerji birikimine ve böylece depremlerin yerin üstünde sarsıntılar yaratmasına neden oluyor.

Dağlar ve gökyüzü ile ilgili başka ayetlere geçmeden önce Furkan Sûresi’nin bu etkileyici âyetine de değinmek gerek. Tatlı ve tuzlu suyun arasına perde koyan Rabbimiz, bize yine çok sonradan bilime konu olacak bir gerçekliği bahşediyor. Bugün iki farklı denizin birbirine temas ettiği fakat aralarındaki o görünmez perde ile engellendiği gerçeğini duymayan yoktur. Tatlı ve tuzlu su, bıçakla kesilir gibi birbirinden ayrılıyor. İşte bu berzah, Allah’ın mucizelerinden biriyken ve Kur’ân’da işâret edilmişken, bugün bilimin ancak varabildiği bir noktadır!

Dağların hükmü ile ilgili âyetler var. Bu âyetlerde sarsılmamamız için bir direk nispetinde dağların var edildiği anlamı hâkimdir. Nebe Sûresi’nin 7’nci âyetinin farklı tefsirlerinde, dağların çivi gibi çakıldığı, direk gibi dikildiği söylenmektedir. Şimdi burada iki bilgiye daha rastlıyoruz (aslında çok fazla bilgi çıkartılabilir fakat çok önemli iki bilgi muhakkak konuşulmalı): “Dağların kazık gibi dikilmesi” ya da “çivi gibi çakılması” ifadesi, yine son yıllarda bilimin anlamlandırdığı ve kendine yonttuğu bir alan. Biz dağların yeryüzünde yükselen vücûdunu bir bilgi olarak bilsek de, dağların yeraltında da devam eden birer kütle olduğunu bugün bilim anlatıyor. Hattâ yeraltında Everest’ten yüksek dağların varlığından bahsediliyor. Aslında her bir yükseltinin, yeraltında da benzer bir vücût ile devam ettiği bilimsel bir gerçek. İşte Kur’ân, yine insanlığa bilimsel bir yol haritası çiziyor!

Yer hareketlerini en aza indirmede ve yerin kaymasını engellemede coğrafî bilgilerden biri, dağların varlığıdır. Dağlık alanlarda koruyucu bir coğrafya olduğu, bilimsel literatürde anlatılagelen tespitlerden. Bir bilimsel yanlışlık; dağların çok olduğu yerde depremlerin çok olduğu yönündeydi. Fakat anlaşıldı ki, dağların kökleri yani yeraltındaki uzantıları depremlerin etkisini azaltıyor. Peki, neden dağların yoğun olduğu yerde deprem fazlaca görülüyor?

Burada anlamı keşfetmek gerek, yoksa bilimsel araştırma bile yanlışlarla dolu bir yığın hâline dönüşür. Yaratan, her şeyi bir ölçü ve birbirini tamamlayan bir sistem dâhilinde yaratmıştır. Yer’in hareketleri ve yeraltında fayların yoğunlaştığı bölgelere dağları bir çivi gibi çakan, bir direk gibi diken Yaratan, kuşkusuz o dağları, deprem etkilerini azaltan bir görevle tesis etmiştir. Ki âyette ne diyordu? “Sarsılmayın diye dağları yarattık…”

Aslında her şey o kadar açık ve net ki… Kur’ân’ın bilime ışık tutan mucizevî âyetleri daha göklerin direksiz duruşundan bitkilerin çift olarak yaratılmasına kadar devam eder. Meselâ Rabbimiz, bitkilerin çift olarak yaratıldığını bildirdiğinde, henüz botanik bilimi o nispette değildi kuşkusuz. Ama insanlar onca yılda gelişen bilimin ulaştığı seviyeyi, Kur’ân’ın çoktan beri anlattığı bilim olduğunu görmek istemediler.

Bitkilerin cinsiyetleri olduğu, fizyolojik yapılarının da dişi ve erkek organizmasına uygun olduğu, botanik biliminin konuları arasında… Bitkilerin araştırılması ve tedavilerde kullanılması ile sınıflandırılması gibi ilk hareketlerin başlangıcı, Milât’tan önceki yıllara dayanır, fakat sistematik bir bitki biliminin oluşumu 16 ilâ 18’inci yüzyıllarda kendini gösterir. Bitkilerdeki cinsiyet ayrımı ve kalıtım gibi özelliklerin kategorize edilmesi ise son yüzyılın işidir. Allah’ın “Bitkileri çift olarak yarattık, onları üst üste gelen bulutlardan inen yağmurlarla besledik” dediği bu basit (!) görünen bilginin bu kadar geç bulunmasında da, Kur’ân’da bilimi aramayan bir insanlığın varlığı sebeptir.

Bilim, Allah’ındır. İnsanlığa bir zerresi bahşedilir. O bahşedilen kısmının zerresine de okuyanlar ve araştıranlar erişir. Erişilen zerre ile teknoloji, elektronik, tıp, astronomi, uzay, botanik gibi pek çok alanda ilerleme ve gelişme kaydedilir. Kaydedilen bu gelişmelerden, zerrenin zerresine nail olan insanoğlu istifade eder.

Fakat Allah’ın bahşettiği ilmin zerresine nail olan bir grup insan tarafından “algı yönetimi” yapılır. İnanan ve bilmeyen bir kısım insana “din” ile “bilim” kavramının zıtlığı zerk edilir. İnanan inanmayan pek çok insan, dinin bilim dışı olduğunu zanneder ve böylece yazık bir ömür sürülür gider.

Benim bu makalemde ele aldığım, çok ufak bir alan… Birkaç örnek, birkaç âyet… Daha nice hadîs, âyet ve Peygamberler tarafından insanlığa aktarılan ya da onların yaşarken öğrettiği nice olgu ve kavram var ki insan, bütün bunları öğrenmeye meylederse bilimin ulaşılabilecek en üst seviyesine ulaşılmış olur. Elbette dünya hayatı için ve belirlenen sınırlarda…

Bu arada, İslâm’ın (Hak Din’in) âyetlerinden, Kitabından, Peygamberinden ve tüm bilgilerinden faydalanan bir Avrupa ve Batı biliminden de artık haberdar olalım. Onlar inkâr ede ede bizim yapmadığımızı yapıyorlar, bilimde İslâm’ın ilmini alıp öğreniyor ve kendi buluşları gibi satıyorlar. Bugün İspanya Endülüs’teki tıp ve astronomi gibi alanlarda İslâm âlimleri tarafından derlenen, yazılan bir yığın eser, Batı’nın uzun yıllardır bilimdeki gelişmesinin yegâne kaynağıdır. NASA’nın Kur’ân âyetleri ile ilgisi de boşuna değil.

İslâm, bilimin kaynağıdır. Dini bilimden ayrı kulvarda gösteren birine denk gelirseniz, ya cehâletine verin ya da art niyetine. Ama bu algı yönetiminin mağduru olmayın inşallah!