İslâm bedevî zihniyetli insanların eline düşerse ne olur?

Bedevîlik çağı değişse de bedevîlik zihniyeti değişmediği müddetçe değişen pek fazla bir şey olmuyor. Dolayısıyla İslâm, bedevî zihniyetli insanların eline düşünce sonuç böyle oluyor ve Kur’ân’ın hedeflediği medenî toplumlar, şehirler ve devletler de bir türlü kurulamıyor!

İSLÂM, Kur’ân’daki İslâm, aslında tüm insanlık için gerçek mânâda bir medeniyet projesidir. Altını çizerek söylüyorum: Yaşanan İslâm ya da Müslümanların yaşadığı İslâm değil, Kur’ân’daki İslâm! “Kur’ân’daki İslâm” tarafsız bir gözle, önyargısız ve objektif kriterlere uygun olarak incelenirse bunun böyle olduğu apaçık bir şekilde görülür.

Bu açıklık, zâten kendi terminolojisi ile yine kendisi tarafından ortaya konulur ve Kur’ân’ın “Mübîn” olduğu Kur’ân’da apaçık bir şekilde “beyân” edilir.

Yine, insanların mutluluğu ve huzuru için bir “medeniyet projesi” olarak tanzim edilen İlâhî sistemin temel parametreleri ile insanlar tarafından oluşturulan beşerî sistemlerin temel parametreleri arasındaki farklılık, Kur’ân’da farklı şekillerde tâyin, tespit, teyit ve tekit edilir. Bu da Kur’ân’ın “Furkân” olmasının apaçık olan başka bir delilidir.

İslâm’ın tüm insanlık için gerçek mânâda bir medeniyet projesi olmasının ana parametreleri Kur’ân’da cem ve tâdât edilmiş olsa da biz, bir medeniyet inşâsı ve medenî bir toplum oluşturmanın olmazsa olmaz temel kriterlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Adâlet, merhamet, hakkaniyet, emânet, amel-i sâlihat, doğruluk ve dürüstlük, ahlâk, hak, hukuk, temel insan hakları, âdil bir yönetim, hürriyet, güvenlik, can-mal-ırz emniyeti, kadın ve erkek hakları, çevreye ve tabiata saygı, ekolojik dengeyi koruma, temizlik ve intizam, aklı kullanmak, ilim ya da bilim üretmek, çalışmak ve zamanı iyi kullanmak ve de farklı din, dil, ırk, renk ve etnik kökenlere saygı duymak ve buna benzer hususlar.

İşte “el-medînetü’l-fâzıla (medenî ve erdemli toplum)” ancak bunlarla ve bu şekilde oluşur.

Allah’ın Rasûlü Muhammed (selâm üzerine olsun), Kur’ân’daki bu medeniyet umdeleri sâyesinde bedevî bir toplumdan medenî bir toplum çıkarmayı başarmış ve bunu da müşahhas bir şekilde Yesrîb’i Medîne’ye çevirerek yapmış.

Ancak, Allah Rasûlü’nün ahirete irtihaliyle birlikte zaman içerisinde yavaş yavaş ana kaynaktan sapmalar olmuş ve Kur’ân’ın kendi deyimiyle Kur’ân “mehcûr” bırakılmıştır. Başka bir ifâde ile Kur’ân terk edilmiş, kendi hâline bırakılmış, tâbir câizse öksüz ve yetim bir duruma düşürülmüştür.

Hâl böyle olunca ve “Hayat boşluk kabûl etmez” fehvasınca, bırakılan boşluğun yerini dünyevîleşme tutkusu ve siyâsî emeller ihtirasıyla din adına uydurmalar, hikâye, masal ve menkıbeler almış ve bu sûrette bugüne kadar gelinmiştir.

Bu, şeytanın oyununa gelmekten başka bir şey değildi. Hâlbuki Allah’ın Rasûlü “Veda Hutbesi”nde İblis’in oyununa gelmemek için kendisinden sonra Müslümanlara iki şey bırakmıştı: “Kitap (Kur’ân) ve Sünnet!”

Ancak, zaman içerisinde Müslümanlar Kitabı mânâ, maksat, murad ve hikmet bağlamında mehcûr bıraktıktan sonra (eğer okudularsa anlamadan sadece yüzünden okudular, kelime ve lafız tekrarı yaptılar, hatta sayılara boğarak sayısal yarış yaptılar) Sünneti de aslî hüviyetinden çıkardılar ve tâbir câizse kırpa kırpa onu kuşa çevirdiler ya da birtakım ilâve ve ulamalarla eklektik bir yapıya büründürerek kendi hevâ ve heveslerine kurban ettiler.

Öyle ki, Sünneti saç, sakal, kıl, sarık, yemek boyutuna indirgediler ve birtakım ritüellere boğarak sâde olan dinimizi tanınamaz ve yaşanamaz hâle getirdiler. Dolayısıyla Sünnetin ruhunu öldürdüler, özünü kaybettirdiler, geriye sadece kabuğunu bıraktılar.

Binâenaleyh, Rasûl’ün Sünnetini istismar ederek Rasûl adına kendi sünnetlerini inşâ ve icrâ ettiler. Sünnetlerinin temelinde de uydurma hikâyeler, menkıbeler ve rivâyetler vardı. Bu şekildeki bir sünnet anlayışı Havâri Pavlus’un Îsâ’ya yaptığı gibi kendi dînî imparatorluklarını ve saltanatlarını kurmak için bir ruhban sınıfı oluşturmaktan başka bir şey değildi. Bunu daha iyi anlayabilmek için bugünkülerin maddî zenginliklerine ve nasıl dünyevî bir saltanat sürdüklerine bakmak yeterli olacaktır.

Rasûl’ün Sünnetini örnek aldıklarını iddia edenler her ne hikmetse bu konuda Rasûl’ü hiç örnek almıyorlar!

Hâlbuki Rasûl’ün Sünneti sadece Kur’ân’ın uygulanmasından ibâret olan son derece anlaşılır, yalın, sâde, yaşanabilir ve uygulanabilir bir sünnetti.

İşte, bedevîlik çağı değişse de bedevîlik zihniyeti değişmediği müddetçe değişen pek fazla bir şey olmuyor. Dolayısıyla İslâm, bedevî zihniyetli insanların eline düşünce sonuç böyle oluyor ve Kur’ân’ın hedeflediği medenî toplumlar, şehirler ve devletler de bir türlü kurulamıyor!