İSKİLİP sadece bir ilçe adı değildir. Adında mahkeme olan,
acımasız bir infaz heyetinin eliyle ve taammüden işlenen bir cinayetin
kurbanına, mazlumuna, mağduruna ad olmuş bir yerdir. Yüz yıl önce tarifsiz bir
intikam hissiyle işlenen bu cinayetin yer küredeki karşılığıdır.
Türkiye’de Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının
ardından, on bir yıl süren işgal ve savaşların sonrasında bütün halkın özgür
bir hava içinde nefes almayı umduğu bir mevsimde, tek parti istibdadı çıkıp
gelmiştir. İstibdat idaresi, zulmünde sınır tanımamıştır. Kendisine verdiği
görev ise, “milleti bütün mânâ ve eşkâliyle medenî âleme benzetmektir”.
Dönemin Türkçesinde Frenk, “Avrupa” mânâsında
kullanılan bir kelimedir. Mukallid ise “taklitçilik” demektir. Tek parti istibdadı
jargonunda ise Avrupa, “medenî âlemdir”. Yani İslâmî kesimin “Frenk,
Frengistan, tek dişi kalmış canavar, müstevli (işgalci)” dediği Avrupa, artık
medenî âlem olmuştur. Avrupa’nın her şeyi bütün mânâ ve eşkâli ile alınacaktır.
Mânâ ve eşkâl için de şapka, bir çeşit sembol olarak seçilmiştir. 25 Kasım
1925’te çıkarılan Şapka İktisası Kanunu’na göre bütün resmî görevliler şapka
takmak zorundadır. Resmî görevli olmayanların ise Şapka Kanunu’na aykırı bir
alışkanlıkla başka bir giysiyi başlarında bulundurmaları yasaktır. Özetle
herkes şapka kullanmak zorundadır.
Tek parti yönetimi kendi istibdadını “millet
egemenliği” diye adlandırmıştır. Dağa taşa milletin kayıtsız şartsız egemen
olduğu yazılmıştır. Aslında burada kastedilen, bir partinin egemenliğidir.
Partinin egemenliğinden kasıt ise bir kişinin egemenliğidir. Milletin tamamı
bir kişinin egemenliğini kabul etmeye mecbur ve ödevli sayılmıştır. Buna göre
kayıtsız şartsız egemen sayılan millet, şapkanın ardından, izinden gidecektir.
Şapkanın olduğu her yer millet için ulaşılması istenen bir hedeftir.
Kanun başlığı için “iktisas” kelimesinin seçilmiş
olması da dikkat çekicidir. Çünkü “iktisas” sözlükte, “izinden-ardından
gitme, kısas yapma veya isteme, kıssa söyleme” gibi anlamlara gelmektedir.
Şapka ise sözlükte, “Avrupa tarzı baş giyeceği, direk, boru gibi şeylerin
tepesine takılan tekerlekçik, Frenk başlığı, Müslüman olmayanlara has başlık”
diye açıklanmıştır. (D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1996)
İstanbul’da ilmiye sınıfının tanınmış isimlerinden
İskilipli Mehmet Atıf Hocaefendi ise 1922’de “Frenk Mukallitliği ve İslâm”
adıyla bir kitap yazmıştır. Özellikle işgal döneminde İstanbul’da, hatta bütün
Türkiye’de bir özenti olarak Avrupalıları taklit etme alışkanlığının giderek
bir moda etkisiyle yayılıp kökleştiği bir esnada bu kitabını hazırlamıştır.
Kitap için Millî Eğitim’e, Basın Yayın Müdürlüğüne müracaat ederek izin
almıştır. Adı geçen kurumların verdiği onay ile kitap 1924’te basılmıştır.
Özetle Şapka İktisası Kanunu’ndan iki yıl önce kitap yayınlanmıştır.
Ekim-Kasım 1925’te Erzurum, Sivas, Giresun, Maraş,
Rize gibi yerlerde “kayıtsız şartsız egemen sayılan millet”, Şapka İktisası
Kanunu’nu protesto etmiştir. Dönemin istibdat idaresi bu protestoları kanlı bir
şekilde bastırmış, ardından olağan üstü yetkiler verdiği, “İstiklâl Mahkemesi”
diye adlandırdığı bir özel infaz heyetini protestoların görüldüğü illerin
üzerine göndermiştir.
***
İstiklâl Mahkemesi, Giresun’da bir tiyatro binasında
infazlarına başlamış, kısa bir yargılamadan sonra Şeyh Muharrem ve arkadaşları
idam edilmiştir.
Ancak çeşitli şehirlerdeki muhalefet gösterilerinin
bir merkezden ve örgütlü şekilde yapılmış olabileceği kuşkusu ile olayların
perde arkası aranmaya başlanmıştır. Kayda değer bir sonuç elde edilememiştir.
Bunun üzerine İstiklâl İnfaz Heyeti, doğrudan kendisi bir merkez oluşturmaya ve
o merkeze suçlular aramaya başlamıştır. İşte bu aramaların sonunda “İskilipli
Mehmet Atıf Hocaefendi” adı bulunmuştur. Çünkü ülke çapında tanınmış ve
saygınlığı olan birisidir. Üstelik yazdığı “Frenk Mukallitliği ve İslâm” adlı
kitabı ile bu protestoların teorik çerçevesini çizmiştir.
Bu vehim üzerine İskilipli Atıf, İstanbul’da
tutuklanıp Giresun’a götürülmüş, orada mahkûmiyeti için uygun bir kılıf
bulunamamıştır. Tutuklu olarak önce İstanbul’a, sonra Ankara’ya gönderilmiştir.
Siyâsî nedenlerle masum insanları infaz etmekle şöhret yapmış Kel Ali (Ali
Çetinkaya) başkanlığındaki infaz heyetine teslim edilmiştir. Dönemin
mahkemesinde alınan kararlar temyiz edilemezdi. İdam kararları 24 saat içinde
infaz edilirdi. Sanık olarak yargılananların avukat tutmaları da mahkemenin
iznine bağlanmıştır. İşte adında “mahkeme” sözünün geçtiği böyle bir infaz
heyeti, Ocak 1926’da İskilipli Atıf, Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca, Tahirü’l
Mevlevi gibi kimseleri yargılamaya başlamıştır.
Karardan bir hafta önce İstanbul’da zevk ve safa
içinde gezide bulunan infaz heyetinden Kılıç Ali, “şapka olaylarında
İstanbul’un etkisinin tespit edilemediğini” söylemesi gazetelerde haber olmuştur.
İstanbul’un etkisinden kastedilen ise elbette İskilipli Atıf ve Ali Rıza Hocaların
olaylarda bir dahlinin olmadığının açıklanmasıdır. İnfaz heyetinde savcı
sıfatıyla görevlendirilen Necip Ali ise Ali Rıza Hoca’nın idam edilmesini ve
İskilipli Atıf Hoca’nın üç yıl kürek hapsine mahkûm edilmesini istemiştir.
Savcıların isteklerinin genellikle abartılı olduğu ve kararı veren heyeti bağlamadığı
dikkate alındığında, İskilipli Atıf’ın beraat etmesi beklenmiştir. Nitekim
Tahirü’l Mevlevi anılarında bu beklentiyi yazmıştır. (Tahirü’l Mevlevi, Matbuat
Âlemindeki Hayatım İstiklâl Mahkemesi Hatıraları, Hazırlayan: Nurcan Boşdurmaz,
İstanbul 2021)
***
İskilipli Atıf’ın Millî Mücadele’ye karşı olduğu, bu
yüzden idam edildiği iddiaları hem cehaletin, hem de kötü niyetin örneğidir.
Çünkü yargılama esnasında böyle bir suçlama olmamıştır. O dönemde Millî Mücadele’ye
karşı olanlar genellikle İngiliz veya ABD mandasını isteyenler olarak
bilinmektedirler. İskilipli Atıf manda taraftarı olmamıştır. Bunu gösteren bir
suçlamaya da muhatap olmamıştır. İzmir’in işgal edilmesinden sonra
İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine bu işgali protesto etmiştir.
Kendisine, yazdığı kitap nedeniyle çeşitli şehirlerde protesto gösterilerini
kışkırttığı, üyesi olduğu Teali-i İslâm Cemiyeti adına Yunan uçakları
tarafından dağıtılan bildirilerde işgal altındaki şehirlerin halkının
direnmemesinin istendiği suçlaması yöneltilmiştir.
Buna karşılık 25 Ekim 1920 tarihli Vakit gazetesinde
İskilipli Atıf, verdiği ilân ile bu bildirilerde kendisinin dâhli olmadığını ve
kabul etmediğini duyurduğunu infaz heyetine bir savunma olarak söylemiştir.
İdam kararında da, Millî Mücadele’ye karşı olması gibi
bir suçlamaya yer verilmemiştir. Dolayısı ile İskilipli Atıf ve Ali Rıza
Hocaların Millî Mücadele’ye karşı olduklarından dolayı idam edildikleri,
sonradan uydurulmuş, aslı esası olmayan bir hikâyedir.
“Ankara İstiklâl Mahkemesi” heyetinin bu idam
kararlarını vermiş olması kuşkuludur. Zira idam kararı muhtemel olan kişi için,
savcı üç yıllık kürek hapsi istemezdi. Karardan yaklaşık bir hafta önce o
mahkeme heyetinden Kılıç Ali, Ali Rıza ve İskilipli Atıf’ın şapka olayları ile
ilgilerinin olmadığını açıklamazdı. Herkesin beraat veya birkaç yıllık hapis
beklemesine karşılık idam kararlarının alınması, bu kararın mahkeme heyeti
dışından ama mahkeme heyetine emir verebilecek bir mâkâm tarafından verilmiş
olduğunun işaretidir. Aksi hâlde Kılıç Ali’nin böyle bir açıklaması olmazdı ve
savcı, idam edilecek bir kişi için üç yıllık bir hapis cezası istemezdi.
***
Lozan görüşmelerinde İtilaf Devletleri, Millî Mücadele
esnasında kendileri ile birlikte hareket edenleri korumak için genel af istediklerinde,
Türk heyeti bu affı gayr-i Müslim azınlıklar için kabul ederken, Müslüman
çoğunluk için kabul etmemiş, bir istisna olarak 150 Müslüman kişinin af kapsamı
dışında tutulmasında mutabık kalınmıştır. İşte o 150 kişi de 1924’te sürgün
edilip daha sonra mallarına el konulmuş, 1938’de çıkarılan bir afla yurda
dönmelerine izin verilmiş kişilerdir. İddia edildiği gibi, Ali Rıza ve
İskilipli Atıf Hocalar gerçekten Millî Mücadele’ye karşı çıkmış olsalardı
muhtemelen 1924’te vatandaşlıktan çıkarılıp sürgün edilen 150 kişinin içinde
olurlardı.
Şeyh Said İsyanı bahanesiyle Mart 1925’te çıkarılan
Takrir-i Sükûn Kanunu ile muhalefet eden, hatta muhalefet etme ihtimâli olan
bütün gazeteler kapatılmış, sahipleri ve yazarları tutuklanıp
yargılanmışlardır. İsyan, tek parti istibdadına böyle bir imkânı vermiştir.
Tek parti istibdadı ilmiye sınıfını, kitabı, okumayı,
yazmayı, gazeteyi kendisi için en büyük korku nedeni saymıştır.
Dolayısıyla kitapla, yazmakla, gazeteyle ilgisi olanların idamla veya hapisle
tasfiye edilmelerini gerekli görmüştür. Dönemin Türkiye’sinde tek parti
istibdadını övmenin dışında bütün yazı faaliyetleri düşmanlık, hatta
yabancılarla işbirliği içinde bir vatan ihaneti sayılmıştır.
Ali Rıza ve İskilipli Atıf Hocaların sadece potansiyel
muhalefetleri ve ilmî müktesebatları nedeniyle istibdat idaresinin vehim ve
korkularından dolayı katledilmiş olmalarına karşılık, hâlâ mazlum, mağdur ve
şehit edilen bu hocaefendilerin Millî Mücadele’ye karşı oldukları için idam
edildikleri iddiaları, yalanın ötesinde bir hezeyandır ve ahlâk kaygısı
olmayanların nakaratıdır.
Nazım Hikmet gibi vatan hainliği ve Rusya taraftarlığı
kuşku götürmez birinin olmayan itibarının ve vatandaşlığının 2009’da AK Parti
hükûmetinin kararı ile iade edilmesine karşılık, aynı AK Parti hükûmetlerinin
Ali Rıza ve İskilipli Atıf gibi hocalar için benzeri bir karar almayışı,
hakikate ve kendi tabanının beklentilerine göz kapamaktan başka bir şey
değildir.
AK Parti, İstiklâl Mahkemelerinin aldığı kararların
geçersiz sayılmalarını temin etmelidir. O kararlar nedeniyle mağdur
edilen mazlumların yüz yıl ötesinden gelen feryatlarını duymalı, itibarlarını
iade etmelidir. Çorum Valisi Mustafa Çiftçi Bey’in bu doğrultudaki çıkışı
elbette değerlidir, önemlidir, ancak yeterli değildir. Benzeri bir isteğin TBMM
kararı hâline gelmesine AK Parti öncülük etmelidir.