İskilipli Atıf Hoca neden idam edildi?

Atıf Hoca, gerçekten yayınladığı kitap yüzünden mi idam edilmiştir? Soruyu şöyle soralım: Hoca, şayet bu kitabı yazmış olmasaydı idam edilmeyecek miydi? İdam edilen onlarca hoca da kitap mı yazmıştı? Hayır! Hoca, zâhiren sözü edilen “suçlardan” idam edilmiş ise de, gerçekte idamına sebep ne şapka, ne de vatana ihanet suçudur. O hâlde Hoca neden idam edilmiştir?

İSKİLİPLİ Atıf Hoca, 3 Şubat 1926 tarihinde, “Dört Aliler Mahkemesi” adıyla nam yapmış olan Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi ve asıldı.

Hoca’nın suçu, 1924 yılında “Frenk Mukallitliği” (Batı Taklitçiliği) adında bir eser neşretmiş olmasıydı. Mamafih, Hoca eserini yayınlamadan önce yetkili mâkâmlara sunmuş, gerekli izni almıştı. Hattâ eser münasebetiyle kendisi tebrik ve taltif edilmişti. Ne olduysa, eserin yayınlanmasından bir buçuk yıl sonra, 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan Şapka Kanunu’ndan sonra olanlar oldu. Eser kanuna aykırı bulundu ve yasa geriye doğru işletilerek Hoca idama mahkûm edildi.

Hoca gerçekten kanuna muhalefet etmiş olsaydı dahi bir insan şapka giymediği ya da şapkaya karşı çıktığı için idam edilir mi? Böyle kanun mu olur? Bu kanun hangi hukuka sığar? Dünyanın gelmiş geçmiş en gaddar rejimlerinde dahi böyle bir zulüm ve vahşet görülmemiştir.

Şapkaya karşı çıktığı için idam edilen, yalnız Atıf Hoca değildi. Bir kumaş parçası yüzünden idam edilen masumların sayısı tam olarak bu gün dahi belli değildir.

Aslında Müslüman halkın bu kanuna muhalefet etmesinin çok haklı bir gerekçesi vardı. Osmanlı toplumunda öteden beri Müslümanlar fes ve sarık, gayr-i Müslimler de şapka giymektelerdi. Dolayısıyla fes ve sarık kişinin Müslüman olduğunu, şapka ise gayr-i Müslim olduğunu gösteriyordu. Bir Müslümanın bir anda “gâvur” kimliğini kabullenmesi elbette mümkün değildi; halkın bu dayatmaya direnç göstermesi gayet tabiî idi.

Fakat “Devrim”, Müslüman ahaliye dayatıyordu: “İllâ ki gâvura benzeyeceksiniz!”

Neyse, dönelim Hoca’nın idamına…

Biz, Hoca’nın idamını şapkaya bağlıyoruz ama karşı taraf yani dinsiz takımı, bilhassa son zamanlarda “Hayır! İskilipli Atıf Hoca şapkaya muhalefetten değil, vatana ihanetten idam edildi” diye itiraz ediyor.

Vatana ihanet? Bu şayet doğru ise, elbette idamı hak eden bir suçtur. Ben de açıkçası konuyu çok da iyi bilmediğimden, “Ola ki bunların bu iddiası doğru olabilir, tarafsız gözle bu işin gerçeğini bir araştırayım” düşüncesiyle her iki tarafın kaynaklarının birçoğunu inceledim. Fakat daha işin başında, karşı tarafın her zamanki samimiyetsiz ve sahte yüzünü görüverdim.

Sözde haktan, hukuktan, adaletten bahsedip duran bu güruh, iddiasını, aslında bir tetikçi çeteden başka bir şey olmayan, dünyanın en hukuksuz mahkemesi olan Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin gerekçesine ve kararına dayandırıyor. Başka bir şey yok. Biz burada zaten mahkemenin kararını eleştiriyoruz. Bizim eleştirdiğimiz şeyi delil göstermenin bir değeri olabilir mi?

Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin gerekçeli kararı aynen şöyle: 1. Basımı ve dağıtımı hükûmetçe yasaklanan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabı isyan bölgelerine özellikle göndererek halkı isyana ve irticaya teşvik… 

2. Millî Mücadele’de başkanlığını yaptığı Teali-i İslâm Cemiyeti’nin ihanet bildirilerini “Yunan uçaklarıyla Anadolu köylerine attırtmak”…

Ha! Bakın, biz yanılmışız(!)… Hoca’nın suçu, bu eseri yazmış ve yayınlamış olması değil, bunu (daha sonra) isyan bölgelerine göndermekmiş(!)… Ayrıca Millî Mücadele’ye karşı Yunanlarla işbirliği yapmış(!)…

Müthiş! Pekâlâ!

Mademki bu kadar açık ve net bir vatana ihanet söz konusudur, o hâlde gözünü kırpmadan kelle almakla övünen Ankara İstiklaâl Mahkemesi’nin keskin savcısı, nasıl oluyor da vatana ihanetin karşılığı olarak Hoca’nın idamını değil de sadece üç yıl mahkûmiyetini talep edebiliyor?

İkincisi -ki bu daha da önemlidir-, mahkeme 26 Ocak’ta sona erip de savcının mütalâası için ara verildiğinde, Mahkeme üyesi Kılıç Ali, Atıf Hoca’nın ikâmet ettiği İstanbul’a gelip 2 Şubat’ta basına, “Yapılan muhakeme netîcesinde, son irtica hareketiyle İstanbul’un hiçbir veçhile alâkadar olmadığını, Atıf Hoca ve arkadaşlarının muhakemesi teyit etmiştir” demiş, fakat bir gün sonra Hoca idam edilmiştir.

Sadece bu iki husus dahi Mahkemenin iddiasının altının boş olduğunu açıkça gösteriyor.

Bu gerçekleri görmek, dinsiz takımının hiç işine gelmiyor!

Mahkemedeki komplo

Şimdi biz yine de işin safahatına bir bakalım da, yapılan iftiraları ve dinsizlerin yalan iddialarını daha net olarak görelim.

Şapka Kanunu’nun kabulünden bir yıl sonra, 1926’nın sonbaharında, Hoca’nın İstanbul Lâleli’deki evini bir akşam sivil polisler, ellerinde hiçbir yetki belgesi olmadığı hâlde basar, arama yapıp Hoca’nın kütüphanesinin altını üstüne getirirler. Bir şey bulamazlar. Bunun üzerine Hoca’yı Emniyet Müdürlüğüne götürüp çok pis bir hücreye kapatırlar. Burada günlerce tutulup kendisine bir suç isnat etme çabaları sonuçsuz kalınca, Hoca’yı alıp ite kaka Giresun’a götürüp İstiklâl Mahkemesi’nin karşısına çıkarırlar.

Sebep şu: Giresun’da Şapka Kanunu aleyhinde kıyam eden adamın biri, yakalanınca ifadesinde Hoca ile mektuplaştığını, onun teşviki üzerine bu eylemi yaptığını söylemiş. Fakat mahkeme o adamın Hoca’yla mektuplaşmadığını tespit etmiş. Bu arada Hoca’nın “Frenk Mukallitliği” adlı eserini de tetkik ederek eserde suç unsuru olacak bir hâl görmemiş ve sonuçta Hoca beraat etmiş.

Ancak polis, Hoca’nın yakasını bırakmıyor, tekrar İstanbul’a götürüyor. İstanbul’da daha evvel zaten bir suç unsuru bulunamadığı için Hoca’yı tutup bu kez Ankara’ya, baş cellat Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin önüne atıyorlar.

Burada yurdun muhtelif yerlerinden getirilen şapka sanıkları muhakeme edilmektedirler. Atıf Hoca getirilince, Mahkeme bu zevata şöyle bir kararını bildiriyor: “Harekâtınızın İstanbul’daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet, dâvânızın onlarla birlikte görüleceğine karar verdi.”

Maksat, diğerlerinin “suçunu” Hoca’ya da bulaştırabilmek…

“Mahkeme zabıtları incelendiğinde görülür ki, Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya (Kel Ali), karşısına dikilen her sanık ve şâhide sorduğu suallerle bu dâvâyı Atıf Hoca’nın üstüne yıkmaya çalışmış. Meselâ ‘Frenk Mukallitliği’ adlı eseri satan kitapçıların isticvabında (aleyhlerindeki sorgulamalarda) bu kitabın hangi tarihte kimlere satıldığı üzerinde ısrarla durmuş, ancak kitapçıların bu kitabı Şapka Kanunu’ndan çok evvel sattıklarını, kanunun kabulünden sonra tek kitap satmadıklarını söylemeleri üzerine bağırıp çağırmış, Atıf Hoca’nın mahkûmiyetine medar olabilecek bir şeyleri zapta geçirtmek istemiş, ancak bütün gayretine rağmen Hoca -merhum- aleyhine bir şey bulamamıştır” (Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, 2. Cilt, s. 321).

“Mahkeme Reisi, Atıf Hoca’ya sorar:

-Frenk Mukallitliği kitabını ne zaman, niçin yazdınız?

-O kitabı senelerce evvel yazmıştım. Maksadım sarihtir. Mukallitliğin (taklitçiliğin) her türlüsü kötüdür. Japonya gibi âleme örnek olabilecek bir şekilde terakki ve medeniyete kavuşmuş milletler de gözümüzün önündedir. Garbın iyi taraflarını, ilmini, fennini, her türlü lüzumlu ve faydalı taraflarını almışlar, fakat millî an’anelerini de muhafazada örnek olmuşlardır. Biz de Garb’ın (Batı’nın) birçok şeylerini tetkik edip medeniyet yolunda ilerlemeye mecburuz. Ancak bu işi yaparken körü körüne ve lüzumsuz şeyleri ‘Onlarda vardır diye mukallitlik yapmayalım’ demek istedim…

-O kitabı bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

-Elbette… Matbaaya verilmeden evvel kopya ettiğim sekiz nüshadan birini İstanbul Maarif Müdürlüğüne, iki nüshasını da Matbuat Umum Müdürlüğüne verdim. Okudular, tetkik ettiler, ‘Hoca Efendi, çok mühim ve lüzumlu bir mevzuya temas etmişsiniz. Sayınız meşkur olsun’ diyerek beni tebrik ettiler ve eserin basılmasına müsaade ettiler…

-Demek böyle oldu, öyle mi?

-Evet, aynen böyle oldu, ilgili mâkâmlara sorulabilir. Ayrıca verilen ruhsat belgesi dâvâ dosyasında mevcûttur.

-Şapka kararnamesinden sonra bu kitaptan sattınız mı?

-Hayır! Kararnamenin neşrinden sonra bu kitaptan tek nüsha dahi satılmamıştır.

-Bu kitabın zararlı olduğundan bahsediliyor, ne dersiniz?

-Kitap yayınlandığı zaman, Son Telgraf gazetesi kitap ve benim aleyhimde neşriyat yapmıştı. Mahkemeye müracaat ettim. Mahkeme, kitabın zararlı olmadığına hükmederek, gazeteyi yüz lira mânevî tazminata mahkûm etti. Bu karar da dosyada mevcûttur.”

Kayıtlar ihanete dair işaret taşımıyor

Evet, kitap konusu böyle! Gelelim, Hoca’nın “ihanet bildirisi” hazırlayıp Yunan uçaklarıyla köylü vatandaşın üzerine attırdığı iddiasına…

“Mahkeme Reisi:

-Ne zamandan beri siyasetle meşgul oluyorsunuz?

-Siyasetle hiçbir zaman meşgul olmadım. Ancak bir defa vatan kaygusuyla siyasete temas eder bir hareketim oldu. Yunanlıların İzmir’i işgali üzerine bir beyannâme yazarak İtilâf Devletleri mümessillerine vermiş ve bu şen’i tecavüzü protesto etmiştim, yaptığım bundan ibarettir.

Sanıklar arasında bulunan meşhur Tahirü’l-Mevlevî de ifadesinde, “Atıf Hoca bir gün bana Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi’nin Kuvây-ı Milliye aleyhinde bir beyannâme hazırlattığını ve bunu bütün ulemaya imzalatmak istediğini söyleyince, birlikte Mustafa Sabri Efendi’ye giderek bu teşebbüsüne şiddetle itiraz ettik, beyannâmeyi de imzalamadık” demiştir.

Mahkeme zabıtlarında bu konuyla ilgili sorgulama şu şekildedir:

“Mahkeme üyesi, muhtemelen o gün Reşit Galip, Atıf Hoca’ya hitaben:
-Sen en karanlık günlerde Teali-i İslâmcılık yap, Mustafa Sabri’nin yanında yer al da, sonra karşımızda şöyle böyle söyle. Sözleriniz hiçbir gerçeğe uygun değildir.
-Bunun belgesini size gösterdim.

-Ne belgesi?

-Mustafa Sabri ile bu beyannâme meselesini görüşseydim tekzip etmezdim.

Hoca, suçlandığı beyannâmeyi imzalamadığı gibi, Mustafa Sabri’ye açıkça muhalefet ettiğine dair resmî bir tekzip belgesi de sunmuştur mahkemeye. Onu hatırlatır.
“-Belgeyi göster.
-Belgeyi arz ediyorum. Vakit gazetesinin 1034’üncü nüshasında tekzipnâmem duruyor.
-Tekzip metnini kendini kurtarmak için yayımladın.

-Öyle olsaydı onlarla beraber olurdum, hâlbuki yollarımız baştan ayrıldı.
-Sus! Bizi çileden çıkarma! Biz budala olmalıyız ki bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın!” (Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları 1926, İşaret: 1993, s. 109-115.)

İşte dinsiz takımı, mahkeme zabıtlarının bu kısımlarını hiç görmek istemiyor!

***
Hoca’nın masum olduğu net olarak belirlenmiştir. Nitekim Kılıç Ali, 2 Şubat günü İstanbul’da basına verdiği beyanatta bunu teyit eden bir ifadede bulunmuş, savcı da herhâlde vatana ihanetle suçladığı sanığın beraatini talep etmeye utanmış olacak ki Hoca’ya üç yıl kürek cezası istemiştir.

Duruşma, sanıkların savunmalarını yapmaları için 3 Şubat olan ertesi güne bırakılmış. O gece Hoca, hücresinde savunmasını hazırlarken bir ara dalmış, kısa bir müddet sonra gözlerini açtığında, hücre arkadaşı Tahirü’l-Mevlevî’nin, “Hocam, pek çabuk uyandınız?” sualine, “Uykudan murâd hâsıl oldu, Allah’ın Resulünü gördüm. Bana, ‘Atıf! Bize gelmek istemiyor musun ki müdafaa yazmakla meşgulsün?’ buyurdular. Fahr-i Kâinat Efendimizin bu iltifatından sonra müdafaanâme yazmaktan teeddüp ederim” dedikten sonra kâğıtları yırtıp atıyor.

Ertesi günü duruşmada müdafaası sorulduğunda, “Müdafaayı mucip bir durum yoktur, nasıl uygun görüyorsanız öyle hüküm verin” diyor.

Bir saat sonra karar okunuyor; Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile Atıf Hoca, idama mahkûm ediliyor.

Son söz

O günlerde komünizm suçlamasıyla aynı mahkemede yargılanmakta olan Şevket Süreyya Aydemir, şöyle bir şey anlatıyor:

“Hacı Bayram’daki iki katlı kerpiç binanın girişinde bizleri oturtmuşlardı. Yukarıya çıkanlar, inenler vardı. Bir aralık, yukarıda bir gürültü koptu. İri yarı, başı kalpaklı bir mahkeme üyesi, başında hasır şapkası olan bir gencin yakasına yapışmış, bağırıyor, tepiniyor, adamı tartaklayıp duruyordu. ‘Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan şapkaylı mı doğdun?’ diyerek bir tekmeyle adamı merdivenden aşağı yuvarladı.

Bu genç, gazeteci Hikmet Şevki idi. Bir zaman sonra gene mahkemeye çağrıldık. Gene aynı manzara, inenler çıkanlar… Bir aralık, üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat bu defa başında bir hasır şapka vardı. Hükümlülerin merdivenden indirilmesine nezâret ediyordu. Hükümlüler arasında Müderris Atıf Hoca da vardı. En ağır hükmü almıştı, son saatlerini yaşıyordu. Hoca’nın yüzü sakindi, metânetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kıpırdıyor, galiba duâ ediyordu. Hasır şapkalı zat bu hükümle de kanmamış, Hoca’ya bağırıp çağırıyordu. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi, yürüdü. Önümüzden geçerken dudakları gene kıpırdıyordu…”

İskilipli Atıf Hoca, 3-4 Şubat Çarşamba/Perşembe gecesi Ankara’da idam edildi. İlgililerin bizzat itiraf ettiğine göre, infaz sırasında Hoca metânetini hiç kaybetmemiş, darağacı altında “Son sözün nedir?” sorusuna Kelime-i Şahâdet ile cevap verip emaneti Rabbine teslim etmişti. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun!

Şapka yüzünden Erzurum’da 13, Rize’de 8, Maraş’ta 5, Sivas’ta 1 kişi idam edildi. Ankara İstiklâl Mahkemesi, toplam 128 idam, 50 sürgün, 7 müebbet kürek, 3 bin küsur yıl da hapis cezası vermiştir. Bu cezaların hemen hemen tamamı şapka ve “irtica” (Müslümanlık) sebebiyledir.

Biliyor musunuz, idam cezasını âmir 25 Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu hâlen yürürlüktedir, dolayısıyla pek çoğumuz idamla yargılanabiliriz!

Atıf Hoca, gerçekten yayınladığı kitap yüzünden mi idam edilmiştir?

Soruyu şöyle soralım: Hoca, şayet bu kitabı yazmış olmasaydı idam edilmeyecek miydi? İdam edilen onlarca hoca da kitap mı yazmıştı?

Hayır! Hoca, zâhiren sözü edilen “suçlardan” idam edilmiş ise de, gerçekte idamına sebep ne şapka, ne de vatana ihanet suçudur. O hâlde Hoca neden idam edilmiştir?

Bunu çok kısa olarak izah edelim:

Bir gün Amerikan Sefâret erkânından bir kısım zevat, Atıf Hoca’yı medresesinde ziyaret edip İslâmiyet konusunda pek çok soru sormuşlar, aldıkları cevap üzerine Hoca’ya, “Keşke mümkün olsa da, burada talebeniz olarak kalıp bir hazîne olduğu anlaşılan ilminizden hisseyâb olsaydık” dedikten sonra Hoca’nın elini öpüp ayrılmışlar.

Yine bu devrede bazı suallerine cevap arayan bir İtalyan müsteşriki, Şeyhü’l-İslâm tarafından Atıf Hoca’ya gönderilmiş. İtalyan müsteşrik görüşmeden ayrılırken Hoca’ya, “Ben Arabistan’ı, Hindistan’ı gezdim, oraların en tanınmış âlimleriyle görüştüm. İtirafa mecburum ki, onların hiçbiri beni sizin kadar tenvir edemedi (aydınlatamadı). Senelerdir fikrimi kurcalayan pek çetin meseleleri en ikna edici şekilde hâllederek beni cidden ihya ettiniz. Her tarafa yayılan şöhretinizin pek haklı olduğunu şimdi daha iyi anlamış oluyorum” demiştir.

Japon Büyükelçisi Baron Uşida, memleketimize gelir gelmez daha önce şöhretini duyduğu Atıf Hoca’yı ziyaret etmiş, görüşmenin ardından, “Sizin gibi birkaç hoca efendi daha mevcût olsaydı, İslâmiyet bütün Şark’ta pek çabuk yayılırdı, bundan eminim” demişti.

İşte İskilipli Atıf Hoca, bu “suçlarından” (!) dolayı idam edilmiştir!