“KULAĞIMA
taktığım bir küpe veya boynumdaki bir kolye benim ne kadar parçam olabilir?”
diye soruyorum. Misafir gibi, bir zaman kalır, gider işte… Benim bir yönümün
temsilcisi olur ancak.
Ya elim, ya ayağım, ya gözüm,
ya kulağım? Küpeyle kulak ne kadar uyumlu da olsalar, gönlümdeki makamları çok
farklı. Küpenin güzelliği herkesin dikkatini çekiyor, ama kulak, hiç fark
edilmeden kendisine takılan bir süse yapılan iltifatları dinliyor.
Birinin güneş gözlüğü çok
havalı bulunurken, markası ve ücreti sorulurken, gözlerse o gözlüğe hayran
hayran bakıyor. Ya paha biçilemeyen gözlerin güzelliği?
Bir şeyin ne kadar alanı
kapladığı, ancak boş bıraktığında fark ediliyor. Doğuda bir söz duyardım,
hoştu, güzeldi. Bir vakit uzak kaldıkları birine “Yerin belli oldu” derlerdi. Keşke
o yer, o varken belli olsaydı.
Bir gece öyle bir korkuyla
uyanmıştım ki kâbustan, aynada gözlerimin yerine derin birer karanlık vardı. Bir
güneş gözlüğünün insanı ne kadar şıklaştırabileceğini düşünebiliyorum, ama
gözlerin yerini neyin dolduracağını düşünemiyorum.
Çoğu zaman bir şeyleri dert
edip hüzne zaman ayırmışımdır. Hatta oturup içli içli ağlamışımdır. O
gözyaşlarımın, döküldükleri sebeplerden dolayı benden hesap soracaklarını daha
yeni anlıyorum.
Birçoğumuz, insana giden
yolları kapattık. Gözlerimizi insanların giyim kuşamına öylesine çevirmişiz ki,
markası neyse ona göre cümleler kuruyoruz onunla. Arabasının markası/modeli
konuşuyor bizimle. Öyle ya, sahibinden bize ne, zaten ilgilendiğimiz şey de
arabanın kendisi değil mi? Mesleğiyle, maaşıyla muhatabız insanların. Bize bir
kuruş katkısı da yok üstelik. Ama olsun, zengin biriyle merhabalaşmak az şey
mi? Makam ve söz sahibiyle ahbap olmak başlı başına şans. “Bir yerde işimize
yarama ihtimali yüksek, aman selamı kesmeyelim”, öyle değil mi? İşimiz düşer
günün birinde (!)…
Bana öyle geliyor ki herkes,
birbirine yolunacak kaz gözüyle bakıyor. Ben bir Yunus Emre tanıdım “Cennet
cennet dedikleri,/ Birkaç meyve, birkaç huri./ İsteyene ver onları,/ Bana seni
gerek, seni…” diyen. Cenneti küçümsemek ve böyle bir ödüle rest çekmek
için dahasına gönül vermek gerek. Bu söz
cüret ister, yürek ister… Elbiseden geçip teni, tenden geçip iskeleti göremedik
velhasıl. Kaburgayı geçip gönle giremedik velhasıl. Çekirdeği kırıp özü
bulamadık velhasıl...
Mahzur kaldık kendi
içimizdeki uzaklarda. Kendi soğuğumuzda donarak ölüyor birçoğumuz. Karla kapanan
köy yolları gibi, insana giden yollarımız kapalı. Hani “Kendini bilen Rabbini
bilir” sözü Peygamber’in (s.a.v.)? Bu çıkmaz sokaklardan nasıl ulaşırız Rabbimize?
Eşyalarımız bize avukatlık
ediyor. Onlar bizi tanıtıyor eşe dosta. Sanki onlar hakikat, biz gölge; onlar
efendi, biz köle. Bizim adımıza söz söyleyen bunca eşya başköşedeyken bize
susmaktan başka çare kalmıyor. Aslında şaşılacak hiçbir şey yok. Değer verilen,
her yerde söz sahibidir. Bir yoksulun yamalı hırkasının içinde, bir insan kalbinin
attığını unuttu pek çoğumuz. Belki daha da önemlisi, kendi taşıdığı kalbi
unuttu pek çoğumuz.
Bu karlı buzlu uzun kışın
ardından baharı müjdeleyen çiçekleri özledim. Onlar yırtık ayakkabılarının
hüznünden çok, onun içinde sapasağlam duran ayaklarının şükrüyle neşe duyarlar.
Onların merhabası çıkarsızdır. Bir öksüzün, bir yetimin acı dolu bakışlarını
tatlandırınca sevinirler. Onların yeryüzündeki yürüyüşleri topraktan özür diler
gibidir. Onların gözleri fiziğin ve kimyanın ötesini seyreder. Onlar, zamanın
başladığını ve biteceğini bilirler. Onlar dünyadan alıp götürecekleri ne varsa
sadece onu götürürler. Onların gözlerinden binlerce ışık huzmesi yayılır. Onların
kalbine giden binlerce kapı ardına kadar açıktır. Onlar, birinin gözlerinin ta
içine bakınca insanı görürler ve
bilirler. Başlarına gelen derde bile sevinirler. Ama ne yazık ki gözü yalnızca
dünyayı görenler onları göremezler…
Hani ta başında demiştim ya, “Bir
şeyin kapladığı alan, onun yokluğunda belli olur” diye; bir boşluk var, evet… İnanmak
mı desem, sevmek mi desem, hakikat mi desem, bulmak mı desem?.. Haydi bütün
bildiklerimi unutup sil baştan öğrensem hayatın anlamını… Bugün sıkı sıkıya
bağlandığım dostlarımın ipiyle insem kuyuya… Ne çıkar vakit varken, bütün ekip
toplanıp birer birer söylesek sırlarımızı? Ellerim memnun mu yüreğimin
yaptırdıklarından, ayaklarım memnun mu aklımın götürdüğü yerlerden? Dilim ne
söyler beni sorduklarında? Midem öğüttüğü lokmaların derdine düşünce, ne der
kulaklarım adımı andıklarında?
Bu kadar haksızlık etmesem değer bekleyenlere bir kristal avize, unutturmasa güneşi… Evimdeki döşeğin, halının, perdenin kumaşından gözlerimi alamıyorum. Ne olur ki bir kere de taşa, toprağa, bulutlara baksam o hayranlıkla? Ve görsem de gözlerimin hakkını versem…