Işık-gölge oyunu

Bu kadar haksızlık etmesem değer bekleyenlere bir kristal avize, unutturmasa güneşi… Evimdeki döşeğin, halının, perdenin kumaşından gözlerimi alamıyorum. Ne olur ki bir kere de taşa, toprağa, bulutlara baksam o hayranlıkla? Ve görsem de gözlerimin hakkını versem…

“KULAĞIMA taktığım bir küpe veya boynumdaki bir kolye benim ne kadar parçam olabilir?” diye soruyorum. Misafir gibi, bir zaman kalır, gider işte… Benim bir yönümün temsilcisi olur ancak.

Ya elim, ya ayağım, ya gözüm, ya kulağım? Küpeyle kulak ne kadar uyumlu da olsalar, gönlümdeki makamları çok farklı. Küpenin güzelliği herkesin dikkatini çekiyor, ama kulak, hiç fark edilmeden kendisine takılan bir süse yapılan iltifatları dinliyor.

Birinin güneş gözlüğü çok havalı bulunurken, markası ve ücreti sorulurken, gözlerse o gözlüğe hayran hayran bakıyor. Ya paha biçilemeyen gözlerin güzelliği?

Bir şeyin ne kadar alanı kapladığı, ancak boş bıraktığında fark ediliyor. Doğuda bir söz duyardım, hoştu, güzeldi. Bir vakit uzak kaldıkları birine “Yerin belli oldu” derlerdi. Keşke o yer, o varken belli olsaydı.

Bir gece öyle bir korkuyla uyanmıştım ki kâbustan, aynada gözlerimin yerine derin birer karanlık vardı. Bir güneş gözlüğünün insanı ne kadar şıklaştırabileceğini düşünebiliyorum, ama gözlerin yerini neyin dolduracağını düşünemiyorum.

Çoğu zaman bir şeyleri dert edip hüzne zaman ayırmışımdır. Hatta oturup içli içli ağlamışımdır. O gözyaşlarımın, döküldükleri sebeplerden dolayı benden hesap soracaklarını daha yeni anlıyorum.

Birçoğumuz, insana giden yolları kapattık. Gözlerimizi insanların giyim kuşamına öylesine çevirmişiz ki, markası neyse ona göre cümleler kuruyoruz onunla. Arabasının markası/modeli konuşuyor bizimle. Öyle ya, sahibinden bize ne, zaten ilgilendiğimiz şey de arabanın kendisi değil mi? Mesleğiyle, maaşıyla muhatabız insanların. Bize bir kuruş katkısı da yok üstelik. Ama olsun, zengin biriyle merhabalaşmak az şey mi? Makam ve söz sahibiyle ahbap olmak başlı başına şans. “Bir yerde işimize yarama ihtimali yüksek, aman selamı kesmeyelim”, öyle değil mi? İşimiz düşer günün birinde (!)…

Bana öyle geliyor ki herkes, birbirine yolunacak kaz gözüyle bakıyor. Ben bir Yunus Emre tanıdım “Cennet cennet dedikleri,/ Birkaç meyve, birkaç huri./ İsteyene ver onları,/ Bana seni gerek, seni…” diyen. Cenneti küçümsemek ve böyle bir ödüle rest çekmek için  dahasına gönül vermek gerek. Bu söz cüret ister, yürek ister… Elbiseden geçip teni, tenden geçip iskeleti göremedik velhasıl. Kaburgayı geçip gönle giremedik velhasıl. Çekirdeği kırıp özü bulamadık velhasıl...

Mahzur kaldık kendi içimizdeki uzaklarda. Kendi soğuğumuzda donarak ölüyor birçoğumuz. Karla kapanan köy yolları gibi, insana giden yollarımız kapalı. Hani “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü Peygamber’in (s.a.v.)? Bu çıkmaz sokaklardan nasıl ulaşırız Rabbimize?

Eşyalarımız bize avukatlık ediyor. Onlar bizi tanıtıyor eşe dosta. Sanki onlar hakikat, biz gölge; onlar efendi, biz köle. Bizim adımıza söz söyleyen bunca eşya başköşedeyken bize susmaktan başka çare kalmıyor. Aslında şaşılacak hiçbir şey yok. Değer verilen, her yerde söz sahibidir. Bir yoksulun yamalı hırkasının içinde, bir insan kalbinin attığını unuttu pek çoğumuz. Belki daha da önemlisi, kendi taşıdığı kalbi unuttu pek çoğumuz.

Bu karlı buzlu uzun kışın ardından baharı müjdeleyen çiçekleri özledim. Onlar yırtık ayakkabılarının hüznünden çok, onun içinde sapasağlam duran ayaklarının şükrüyle neşe duyarlar. Onların merhabası çıkarsızdır. Bir öksüzün, bir yetimin acı dolu bakışlarını tatlandırınca sevinirler. Onların yeryüzündeki yürüyüşleri topraktan özür diler gibidir. Onların gözleri fiziğin ve kimyanın ötesini seyreder. Onlar, zamanın başladığını ve biteceğini bilirler. Onlar dünyadan alıp götürecekleri ne varsa sadece onu götürürler. Onların gözlerinden binlerce ışık huzmesi yayılır. Onların kalbine giden binlerce kapı ardına kadar açıktır. Onlar, birinin gözlerinin ta içine bakınca  insanı görürler ve bilirler. Başlarına gelen derde bile sevinirler. Ama ne yazık ki gözü yalnızca dünyayı görenler onları göremezler…

Hani ta başında demiştim ya, “Bir şeyin kapladığı alan, onun yokluğunda belli olur” diye; bir boşluk var, evet… İnanmak mı desem, sevmek mi desem, hakikat mi desem, bulmak mı desem?.. Haydi bütün bildiklerimi unutup sil baştan öğrensem hayatın anlamını… Bugün sıkı sıkıya bağlandığım dostlarımın ipiyle insem kuyuya… Ne çıkar vakit varken, bütün ekip toplanıp birer birer söylesek sırlarımızı? Ellerim memnun mu yüreğimin yaptırdıklarından, ayaklarım memnun mu aklımın götürdüğü yerlerden? Dilim ne söyler beni sorduklarında? Midem öğüttüğü lokmaların derdine düşünce, ne der kulaklarım adımı andıklarında?

Bu kadar haksızlık etmesem değer bekleyenlere bir kristal avize, unutturmasa güneşi… Evimdeki döşeğin, halının, perdenin kumaşından gözlerimi alamıyorum. Ne olur ki bir kere de taşa, toprağa, bulutlara baksam o hayranlıkla? Ve görsem de gözlerimin hakkını versem…