İşi ehline vermemek ya da Beytülmâl’a ihanet!

“Elest Bezmi”nde söz verip sonra da cayanlar, kardeşliğimize düşmanlar, iç cephemizde ördüğümüz kalelerin surlarından gedik açmaya çalışıyorlar. Bahaneye sığınmasınlar! Ya açıkça bize, itikâdî yapımıza, medeniyet tasavvurumuza düşman olduklarını söylesinler ya da bizdenmiş gibi gözüküp, başka başkentlerin sözcülüğüne soyunmasınlar, riyakârlığı bıraksınlar!

İRFANIMIZ hazinesinin beslendiği kaynak, manevî dünyamız ve kadim tarihimizdir. Ancak “Şehrül-emin, Beytülmâl, hazine, emanet, liyakat, basiret, iz’an” gibi kıymet ifade eden kelâmı kibardan bihaber bir dönem yaşıyoruz. Bunun da sebebi Kur’ân ahkâmından uzaklaşıp, başka iklimlerden medet umduğumuzdandır. 

Bu efsûnî kelâmları sıralamamızın sebebi; ellerinde salahiyet yok iken akla hayâle gelmeyen vaadlerde bulunan, süslü laflarla, günümüzdeki medya gücüyle de hakikati ters yüz edenlerin mâkâm sahip olmalarıdır. 

İki yüz senedir “kaht-ı rical” yani devlet adamı eksikliği çektiğimiz inkârı kabil olmayan bir hakikattir. Toplumların bünyesini kemiren, manevî dünyalarını tahrip eden, mevki-mâkâm sahiplerinin mes’uliyetten bihabermiş gibi davrandıkları; iltimas, suiistimal, kayırma, liyakatsızlığın gizlenme çabası ilh… alâkasını Kur’ân-ı Kerîm şöyle işaret ediyor: 

“Emanet” olarak nitelediği görevlerin ehil olanlara verilmesini ve insanlar arasında adaletle davranılmasını emrederken, aynı zamanda vazife taksiminde iltiması onaylamayan genel bir ilke ortaya koymuştur. Hz. Peygamber görev dağıtımı sırasında talepten ziyade liyakat aramış, kendisinden sonra adam kayırma işinin görüleceğini bildirerek bu gelişmeler karşısında sabırlı olunmasını öğütlemiştir. Bir hadiste de “İş ehli olmayana verildiğinde kıyameti bekle” denilerek iltimas, kıyamet alâmeti olarak zikredilmiştir. Özellikle devlet yönetimine dair siyâsetnâme türü kitaplarda Kur’ân ve Sünnet’te esasları konulan liyakat ve adalet ilkelerine geniş yer verilirken aynı zamanda iltimas da reddedilir. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (e-Nisâ/ 58) Gelin başka iklimlerde, başka mahfillerde, beşerî ideolojilerde, en önemlisi Risâlet dışında yaratılmış kulların fikirlerinde kurtuluş aramayalım, sözü Kur’ân’a ve Resulüne bırakalım…

Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak mü’minler ve daha özel olarak da yöneticiler gibi emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar ve topluluklardır.

Sorumluluk sahibi insanların isabetli davranabilmeleri, böylece emanet ve adâletin gerçekleşmesi ancak Allah ve Resûlü’ne kayıtsız şartsız itaate bağlıdır. 

Tarih boyunca insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet… Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır. 

Emanet, korunması istenen maddî ve mânevî değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet mâkâmları da emanettir; ilim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları da emanettir. Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır. 

Hz. Peygamber “Münafığın üç belirtisi vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder” buyurarak emanete riayet etmeyenleri münafık vasıflı insanlar olarak tescil etmiştir. 

İnsanlar arasında hüküm genellikle bir ihtilâf ve dâvâ hâlinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir. Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir. 

Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir; herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır; güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile hukuk karşısında eşit muamele görmesidir. İnsanların haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar. Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik yani adalet sağlanmış olur.  Adaletin gerçekleşmesi –âdil uygulayıcılar yanında– kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır. Hukuk kuralları, bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için oluşturulur, vazedilir. Hukuk kurallarını, ilâhî irşaddan bağımsız olarak insanlar koyarlarsa –insanların kendilerini aşmaları, beşerî kayıtlardan, cemiyet kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için, hakkaniyet ölçüleri– hak ediş dengeleri bozuk olabilir. Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca da –düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile– adalet gerçekleşmez. 

İnsanı ve kâinatı yaratan Allah, mîzanı da koymuştur. Mîzan, “maddî ve manevî alanlarda denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü” demektir. Hukukla ilgili mîzanın aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak ilgili naslardır. Âyet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda ise fayda (mesâlih), yorum (anlama, beyan), kıyas ictihadlarına ve örfe başvurulacak, bu yoldan, adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere ulaşılacaktır. 

Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra sıra uygulamaya gelir. Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: A) İmana dayalı ahlâk… B) Cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim… Sağlam hukuk kuralları, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz.



Allah katında sorumluluk için ehliyet şarttır. Böylece insanın ameli, Allah’a karşı sorumluluğunun bir neticesi olarak hesaba tabi olacaktır: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (İsrâ/ 13)


Efendimiz, “Emanet, ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” diye buyuruyor. Bir göreve daha ehil olan birisi var iken mutlak veya göreceli olarak ehil olmayana aracılık eden veya görev veren kimse, hem ehil olan kulun hakkını yemiş, hem de hizmet alan topluluğa kötülük etmiş, zulmetmiş olur. Tayin eden ve seçen mâkâmlar ve şahıslar da din ve ahlâkın emri olarak işi ehline vermekle yükümlüdürler. Emanetin ehil olmayan kimseye verilmesi, bilgiye, tecrübeye ve liyakate değer vermeyip işleri ehil olmayan kişilere bırakmak demektir. Onlar da üstlendikleri vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyip hep kendi menfaatlerinin peşinde koştukları ve pek çok haksızlıklara daldıkları için, kısa sürede her şeyin düzeni bozulur. Bu davranış zulümdür, kötülüğe prim vermektir, hadisteki ifade ile kıyamettir. 

Hz. Peygamber (sas) ve ashabının ihtimam gösterdiği ehliyet prensibine sonraki dönemlerde yeterince ehemmiyet verilmediği anlaşılmaktadır. Bu prensibe riayet edildiğinde toplumda refah ve memnuniyet artarken, önemsenmediği dönemlerde liyakatsiz görevlilerin hoşnutsuzluğa yol açan hatalar yaptıkları bir gerçektir. 

Bu sebeple göreve getirilecek kişilerin hakkaniyet ve adalet ölçülerini esas alan objektif kriterlerle/ ölçülerle belirlenmesi önemlidir. 

Mü’minin yolu da, yönü de Allah’ın yolu ve yönüdür. Ama iki asırdır Müslümanlar olarak yolumuzu ve yönümüzü kaybettik. O yüzden nereye gideceğimizi, nereye yöneleceğimizi şaşırıyoruz. Yola koyulmada, yolu tutturmakta zorlanıyoruz. Daha acısı, yön ve yol yamulmasının pek farkında değiliz. Bize sorarsanız çok iyi yolda gidiyoruz. Oysa kuvvetimizi de, zaafımızı da yanlış tanımlıyoruz. Yanlış reçetelere ve yanlış doktorlara müracaat ediyoruz. 

Kur’ân-ı Kerîm’de iltimas kelimesi bir âyette sözlük anlamıyla geçer (el-Hadîd/ 13). Bununla birlikte hak, adalet, dürüstlük gibi ahlâkî konulara dair pek çok âyet iltimas yasağını da kapsar. Ayrıca “insanların belli bir amaca ulaşmak için birbirlerine aracı olmaları” anlamına gelen şefaat kelimesi Kur’an’da “şefâat-i hasene” ve “şefâat-i seyyie” şeklinde ikiye ayrılmış olup (en-Nisâ/ 85) şefâat-i seyyie Türkçe’deki iltiması ifade etmektedir. Yargı işlerinde yakınlara iltimasta bulunma, zengin-fakir ayırımı yapma ve duygusal davranıp adaletten ayrılma yasaklanırken kişinin kendisi, ana babası ve yakın akrabası aleyhine de olsa şahitlik ederken doğruluktan sapmaması emredilir (en-Nisâ /135).

Bizi bizden koparan yâdellerin yolundan giden ladini kadroların hezeyanları ve özümüze yabancı ettirilmemiz üzerine, uzunca bir süre, liyakat ehli adam yetiştiremedik. Ülke, uzun süre Müslüman zengin ve iş gücünden mahrum kaldı. Uzun süre belimizi doğrultamamamız bu sebeptendir. 

Şimdilerde ise adam kıtlığını bırakın adam fazlası var ülkede. Hemen her konuda iş bilen, bitiren ve birbirleriyle rekabet edecek yüzlerce hatta binlerce kalifiye elemana sahibiz. Peki, eksik nedir? Neden hâlâ belimizi doğrultamıyoruz? 

Sebebi savaşların dinmemiş olması… Beynelmilel savaşlardan söz etmiyorum, hatta ülke olarak kendi içimizdeki savaşlardan da bahsetmiyorum. Bahsettiğim, bireysel savaşlarımız. Kendi içimizdeki, kendi kendimizle olan savaşlar. İçimizdeki bizim gönül dünyamıza yabancı, başka iklimlerin havasına kapılıp, bize yabancı olan ve ladini bir dünyanın tellallığını yapan frenkmeşrepler. Kısaca Millet-i İbrahim şuuruna yabancı olanlardır. Yüce Allah insanı sorumluluk üstlenmeye uygun, yani ehliyet sahibi olarak yarattığını şu şekilde bildirir: 

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A‘râf, 172) 

Allah katında sorumluluk için ehliyet şarttır. Böylece insanın ameli, Allah’a karşı sorumluluğunun bir neticesi olarak hesaba tabi olacaktır: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.”(İsrâ/ 13)

Anlaşılan “Elest Bezmi”nde söz verip sonra da cayanlar, kardeşliğimize düşmanlar, iç cephemizde ördüğümüz kalelerin surlarından gedik açmaya çalışıyorlar. Bahaneye sığınmasınlar! Ya açıkça bize, itikâdî yapımıza, medeniyet tasavvurumuza düşman olduklarını söylesinler ya da bizdenmiş gibi gözüküp, başka başkentlerin sözcülüğüne soyunmasınlar, riyakârlığı bıraksınlar! 

Şunu da unutmamak gerekir ki, sorumluluk sahibi insanların isabetli davranabilmeleri, böylece emanet ve adâletin gerçekleşmesi ancak Allah ve Resûlü’ne kayıtsız şartsız itaate bağlıdır. Vesselâm…