“İşi ehline veriniz” (2)

İslâm hukuk ve siyaset tarihinde yöneticilerin ehliyet ve liyakati üzerinde çokça durulmuş ve o göreve lâyık görülmek için onların bedensel, ruhsal, zihinsel ve ahlâkî alanda birçok sıfata haiz olmaları gerektiği vurgulanmıştır.

“EHLİYET” kelimesi Arapçada “ehl” kökünden meydana gelmiş bir mastardır. Bu kavram sözlükte “yeterlilik, elverişlilik ve liyakat” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise bir kişinin aklî ve bedenî olarak bir işe uygun olması veya o iş için akıl, bilgi ve tecrübe gibi vasıfları taşıması mânâsında kullanılır.

İslâm’da ehliyet, kişinin dinî ve hukukî açıdan geçerli söz ve davranışta bulunabilme sorumluluğu ve yetkinliğidir. Bir iş için ehil olmak, o iş için teorik ve pratik açıdan yeterli ve lâyık olmaktır.

Siyâsî açıdan ehliyet kavramı, kişinin akıllı ve bilinçli, siyaset alanında bilgili ve deneyimli, ahlâkî açıdan doğru ve dürüst olmasıdır. Nitekim bu sıfatlara sahip olmayan, o emanetin yükünü taşıyamaz.

Ontolojik olarak insan toplumsal bir varlıktır. Toplum ise farklı katmanlardan oluşan bir yapıdır. Bu yapıda her bir bireyin, bir taraftan yöneten, diğer taraftan yönetilen bir konumda olması söz konusudur. Toplumsal açıdan yönetim, her zaman herkesi ilgilendiğinden, Hazreti Peygamber onu şöyle ifade etmiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Amir çobandır, erkek aile ve çocuklarının çobanıdır, kadın da eşinin ve çocuklarının çobanıdır. O hâlde hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”

Bu hadiste ifade edildiği gibi yönetim, hayatın farklı aşamalarından hepimizi ilgilendiren bir durumdur. Onun için hadiste yöneticilik, hem bir alt kademedekilere emir verme yetkisine sahip olan herkesi kapsayacak şekilde tarif edilmiş, hem de bir emanet olarak tasvir edilmiştir.

Ayrıca İslâm’ın ana kaynağı Kur’ân’da da siyaset meselesi, “adaletle hükmedilmek ve ehline verilmek üzere bir emanet” olarak nitelendirilmiştir. Bu durum Kur’ân’da, “Allah emanetleri ehil olana vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz vakit adaletle hüküm vermenizi buyuruyor. Allah ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve görendir” şeklinde ifade edilmiştir.

Bu ayette ifade edildiği gibi, siyaset etmenin bir emanet işi olduğu ve onun da adaletle hükmetmek üzere ehline verilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu görevin ehil olana verilmesi, emanete uygun hareket etmenin en önemli prensibidir. Çünkü bu vazife, Allah’ın insana yüklediği önemli bir sorumluluktur. İnsan bu sorumluluğu yerine getirebilecek güç ve yetenekte yaratılmış olduğundan, kendisine “yeryüzünün halifesi” sıfatı verilmiştir.

Halifelik, yeryüzünü imar etmek ve dünyada Allah’ın emirleri doğrultusunda bir hayat sürdürmektir. Bu anlamıyla hilâfet etmek, ancak adaletli davranmakla mümkündür. Adaletle hükmetmekse hem o görevin şuurunda olmak, hem de onu icra edecek kudret ve vasfa sahip olmak demektir. Çünkü düzen ve istikrarı sağlayan ve adaletle hakları temin eden bir otorite olmadan sosyal hayatı devam ettirmek olası değildir. Onun için İslâm’da ilk yönetici olarak Hazreti Peygamber, öncelikle o emanete riayet edebilecek ve onun sorumluluğunu yüklenebilecek kişileri tespit etmiş ve daha sonra kendisine o görevi vermiştir.

İslâm hukuk ve siyaset tarihinde yöneticilerin ehliyet ve liyakati üzerinde çokça durulmuş ve o göreve lâyık görülmek için onların bedensel, ruhsal, zihinsel ve ahlâkî alanda birçok sıfata haiz olmaları gerektiği vurgulanmıştır. Zira siyaset etme sorumluluk isteyen bir vazife olduğundan, bu konumu işgal edecek kişinin de önemli birtakım birikimlere sahip olması icap eder.

Meselâ, yöneticinin becerikli, birikimli ve cesur, toplumun maslahatı konusunda bilgili, işleri yürütebilecek kadar kabiliyetli, basiretli ve tecrübeli, orduyu sevk ve idare edecek ve sınırları koruyacak kadar yiğit ve kahraman, hukukî müeyyideleri uygulamada nefsinin duygularına esir olmayacak şekilde sabırlı ve metin olması gerekir. Bu nitelikleri taşıyan kişiler yönetici olduğu zaman toplumda asayiş egemen olur, emniyet ve güven meydana gelir, ülkede huzur ve sükûnet tezahür eder. 

İstişare

“İstişare” kelimesi, Arapçada “şvr” kökünden türemiş olup, “birileriyle konuşarak ve danışarak iş yapmak, görüş alışverişinde bulunmak, fikir vermek, nasihat etmek, bir şeyi bulunduğu yerden çıkarmak” gibi anlamlarda kullanılır. Aynı kökten gelen “şura” ve “meşveret” kelimeleri, herhangi bir konuda istişare yapmak, kişilerin birbirileriyle görüşerek belli fikir ve görüşler ortaya çıkarmak mânâsına gelir.

İstişare hukukî bir terim olmakla beraber, daha çok yöneticilerin belli bazı konularda ilgililere danışarak kararlar almasıdır. İstişarenin önemli tarafı, kararların tek kişi tarafından değil, toplumla veya ilgili kişilerle danışılarak özgür bir ortamda alınmasına araç olmasıdır. Burada önemli olan şey, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı iradeye dayalı uygulama değil, karşılıklı anlaşarak karar almanın daha uygun görülmesidir. İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân’da istişare mekanizması aile, toplum ve siyaset alanında bazı konuların danışılarak karara bağlanması ve ona uygun davranılması gerektiği hususunda ele alınmış bir meseledir.

(Devam edecek…)