BU makalenin temel
amacı, 27 Mayıs Darbesi’nde Yassıada yargılamaları ile işgal döneminde İstanbul
Divan-ı Harb-i Örfî (DHÖ) yargılamaları arasındaki benzerlikleri açıklamaktır.
DHÖ otoritesini, işgalcilerin ve de işgalcilerin
kararlarını uygulamaktan öteye bir işlevi olmayan Osmanlı Hükûmeti’nden almıştı.
Buna karşılık Yassıada yargılamasını yapan “Yüce Divan” adlı mahkemenin ise
otoritesini darbecilerin oluşturduğu Millî Birlik Komitesi (MBK) ve onun
arkasındaki NATO ve ABD’den aldığı görüşü yaygındır.
İşgalden sonra İstanbul’da kurulan Divan-ı
Harb-i Örfî’de (DHÖ) kimlerin görevlendirileceği konusunda işgalcilerin müdahalesi
hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Ama DHÖ’yü kuran Osmanlı Hükûmeti, kimlerin
bu mahkemede iş çıkaracağını tespit ederek görevlendirmeyi bu esasa göre
yapmıştır. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra kurulan Yassıada Mahkemesi görevlileri
hakkında da NATO ve ABD’nin müdahalesi hakkında bir bilgi yoktur. 27 Mayıs
darbecileri de arkalarında duran NATO ve ABD’yi memnun edecek kişileri seçip
Yassıada’da görevlendirmekte titiz davranmışlardır.
“İhtilâl” kelimesini TDK Sözlüğü, “Bir
ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek
amacıyla kanunlara uymaksızın, cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk
hareketi, devrim, kargaşalık, düzensizlik, karışıklık, köklü değişim” diye
açıklamıştır. İhtilâl kelimesine benzeri bir anlamı Türk Hukuk Lügati de
vermiştir. İhtilâl terimi “halk hareketi” denilerek meşru ve gerekli gösterilmeye
çalışılmıştır. Millî iradeye karşı, Meclis’e, hükûmete karşı işlenen silahlı
bir suç, “halk hareketi” olarak görülmüştür. Bu sözlükleri hazırlayanların 27
Mayıs Darbesi taraftarı bir anlayışa sahip oldukları sonucuna varılabilir.
27 Mayıs Darbesi’ni yapanlar,
kendilerini Cemal Gürsel başkanlığında “Milli Birlik Komitesi” (MBK) diye ilân
edip darbe günü MBK’ye yasama yetkisinin verildiğini açıklamışlardı. Böylece
darbeci subaylar kendilerini TBMM’nin yerine koyup, aldıkları kararları
doğrudan yasa saymışlardı. 28 Mayıs’ta ise yine Cemal Gürsel başkanlığında hükûmet
kurulduğunu ilan etmişlerdi. Böylece Cemal Gürsel, hem Devlet, hem Hükûmet, hem
de Meclis Başkanı gibi unvanların sahibi olmuştu.
Yine MBK’nin aldığı karar ile H. Naili
Kubalı başkanlığında, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Muammer Aksoy, MBK’den
Muzaffer Özdağ (Prof. Ümit Özdağ’ın babası), Numan Esin ve Devlet Bakanı Amil
Artus’tan oluşan bir Geçici Anayasa Komisyonu kurulmuştur. Komisyonun
hazırladığı geçici anayasa, “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun” başlığıyla
12 Haziran 1960’da “1 Numaralı Kanun” olarak yayınlanmıştır. Böylece 6 kişilik
bu komisyon “millet egemenliği” adına, millete rağmen hazırladığı geçici
anayasayı yürürlüğe koymuştur.
Başsavcı atanan Ömer Altay Egesel, 10
Temmuz 1961’dan itibaren iddianamesini okumaya başlamış ve beş günde
bitirmiştir. Sanıklardan Samet Ağaoğlu, iddianameyi, güzel okuma ve yazmadan
yoksun (selikadan) bir metin olarak görmüştür. Başsavcı Egesel hemen her konuda
Doç. Dr. Muammer Aksoy’un görüşlerinden yaptığı alıntı ile iddialarını
kuvvetlendirmeye çalışmıştır. Egesel, duruşmalar esnasında Muammer Aksoy ile
sınıf arkadaşı olduğunu da iftihar ederek açıklamıştır. Aksoy’un, darbe
öncesinde Cumhuriyet ve Vatan gazeteleri ile Kim dergisinde yayınlanan
makaleleri iddianamede yer almıştır. Yine iddianamede Hüseyin Naili Kubalı’nın
makaleleri de yer almıştır. Şahit olarak çağrılan Kubalı, sekiz konuşarak
mahkeme salonunda da, mahkeme heyetini ve sanıkları etkilemeye çalışmıştır.
Aksoy ve Kubalı gibi isimler Yassıada’da idam kararları alındıktan sonra da
basında yazdıkları ile “Acımayın!” diye telkinlerde bulunmuşlardı.
Mahkemeye DP’ye düşman olan kimseler
şahit sıfatıyla çağrılmışlardır. Bu şahitlerin ortak özellikleri CHP’li
olmalarıdır. İstanbul DHÖ’de Hürriyet ve İtilaf Partililer (HİP) ile Ermeni
şahitlerin yerini, Yassıada’da ise CHP’liler, Ermenilere/Rumlara ihtiyaç
bırakmayacak şekilde almışlardır.
Bir başka şahit Ali Fuat Başgil ise
beklenen ifadeyi vermeyince Egesel tarafından “softa” diye aşağılanmıştır.
Egesel, seçimle iktidar olan DP’lileri “eşkıya”, Menderes’i de “eşkıyanın başı”
diye nitelendirmiştir. İşgalcilerin mahkemesinde bile görülmeyecek şekilde her
türlü sınırı aşan hakaretler sanıklara yapılmıştır. Egesel, 1954 Seçimleri’nde
DP’den Balıkesir milletvekili adayı yapılmayışının intikamını bu şekilde almış
olmalıdır.
Yassıada İddianamesi; İpar Dâvâsı,
İstanbul-Ankara Olayları, 6/7 Eylül Olayları, Radyo Dâvâsı, Anayasayı İhlâl
Dâvâsı, Bebek/Köpek Dâvâsı, Örtülü Ödenek Dâvâsı gibi başlıklardan
oluşmuştur. Darbeciler bu yargılama başlıkları ile iki önemli amacı
gerçekleştirmeye çalışmışlardır: Birincisi, DP yöneticilerini ve eşkıyanın başı
gördükleri Menderes’i aşağılamak ve halk nezdinde küçük düşürmeye çalışmak... Zira
bu amaçlarını başardıkları ölçüde meşruiyet kazanmış olacaklardı. Teslim etmeli
ki, CHP seçmeni DP yöneticilerini suçlayacak ve aşağılayacak her türlü
propagandayı kabul etmeye hazırdı. CHP’li seçmen özelliği taşımayan toplum
kesimleri üzerinde ise özellikle dönemin önemli yayın organı olan radyodan her
gün “Yassıada Duruşma Saati” başlığı ile yapılan haberler etkili olmamıştır. (1961’den
başlayarak, yapılan seçimlerde CHP’nin iktidara gelemeyişi bu durumu açıklayan
önemli bir örnek olmalıdır.)
Darbecilerin bu yargılamalar ile
ulaştıkları ikinci önemli amaç ise, ABD’nin darbedeki yerinin ve isteklerinin
örtülmesidir. Bu amaç ise doğrudan İstanbul DHÖ mahkemelerinin devamı gibidir.
Çünkü İngiltere ve işgal ortakları, DHÖ ile Ermeni tehcirinin intikamını
İTC’lilerden almak istemişlerdi. Bunu kısmen başarmışlardı.
ABD ise Menderes ve ekibini iki sebepten
dolayı cezalandırmak istemişti: İlki, 6-7 Eylül 1955’te İstanbul ve İzmir’de
Rumlara karşı başlayan toplumsal tepkilerden ve Rumların uğradığı can ve mal
kayıplarından dolayı intikam almak istemiştir. Her ne kadar Menderes’in bu
olayların tertibinde dâhlinin olduğu iddiası zorlama ise de ABD yetkilileri onu
sorumlu tutmuşlardır. Rumların İzmir ve İstanbul’dan temelli göçlerinin hesabı
da Menderes’ten sorulmuştur. Sabri Yirmibeşoğlu, anılarında 6-7 Eylül
olaylarını “Özel Harp Dairesi’nin işleri” arasında göstermiş olsa da ABD
yönetimi bundan ikna olmamıştır.
ABD için ikinci intikam nedeni ise, 1957
Genel Seçimleri’nden sonra Menderes hükûmetinin ihtiyaç duyduğu krediyi ABD’den
alamayınca SSCB’ye müracaat etmiş olmasıdır. İşte ABD yönetimi, SSCB’ye yapılan
müracaatı ibret-i âlem olacak şekilde bir intikam nedenine dönüştürmüş
olmalıdır.
27 Mayıs Darbesi’ndeki ABD izini şu olaylardan
da gözlemek mümkündür: Yassıada duruşmalarında hemen her mesele dâvâ konusu
yapılmıştır. Ancak Menderes hükûmetinin Kore’ye asker göndermesi, Türk halkını
hiçbir şekilde ilgilendirmeyen Kuzey-Güney Kore savaşında 800’den fazla Türk
askerinin hayatını kaybetmesi Yassıada’da dâvâ konusu edilmemiştir. Eğer bu mesele
dâvâ konusu edilmiş olsaydı, darbeciler ABD’ye karşı bir siyâsî çizgiye
evrilmiş olacaklardı. Oysa darbeciler gece yarısı bildirilerinde, “NATO’ya, CENTO’ya
ve dış taahhütlerimize bağlıyız” diyerek ABD’ye teminat vermişlerdi. Menderes
ve hükûmetleri “Amerikancı” diye bilinmelerine rağmen, askerî bir darbeyle
devrilmelerine ABD asla tepki göstermemiştir. Aksine, darbe idaresini meşru
saymış, iyi ilişkilerini onların döneminde arttırarak sürdürmüştür.
ABD için 6-7 Eylül Dâvâsı ve SSCB’den
kredi alma girişiminin dışındaki dâvâ konularının bir önemi yoktur. Çünkü
ezanın Arapça yerine Türkçe okunması, yolsuzluk hikâyeleri veya tahkikat
komisyonunun kurulmasının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu konuları darbeciler
önemli göstererek millete karşı işledikleri suçu örtmeye çalışmışlardır.
27 Mayıs Darbesi’nden sonra askerî bir
vesayet düzeni kurulmuştur. Askerî yargı her seviyede varlığını anayasa ile
korumuştur. Asker üyelerin çoğunlukta olduğu Millî Güvenlik Kurulu ile seçilmiş
hükûmetin üzerinde askerî bir idare mâkâmı ihdas edilmiştir. Meclis,
milletvekilleri ve senatörler diye iki kısımdan oluşturulmuştur. Halkın seçtiği
senatörler geçici olarak görev yaparken, 27 Mayıs darbecileri “tabiî senatör” adıyla
ömür boyu senatör olmayı garantilemişlerdir. Darbeciler tabiî/doğal senatör
sayılırken, halkın seçtikleri suni/yapay duruma düşürülmüştür.
1960 Darbesi’nin ardından yüksek yargı
organlarına getirilen seçim düzenlemeleri ile CHP’li Kemalist olmayanların
buralarda görev yapmaları imkânsız hâle getirilmiştir. 1960’a kadar Millî
Savunma Bakanlığı’na bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı, 1961 Anayasası ile
Başbakanlık’a bağlanmıştır. 1961 Anayasası askerî vesayet düzenine göre
hazırlanmış ve bu düzenin bekâsı için Anayasa Mahkemesi (AYM) kurulmuştur.
Böylece AYM ile halkın seçtiklerinden oluşan Meclis’in yasama iradesinin millet
adına egemenlik hakkı sınırlandırılmıştır. Diğer yüksek yargı organları gibi
1990’lara gelinceye kadar AYM’ye CHP kökenli kimselerin atanmaları
sağlanmıştır.
27 Mayıs Darbesi’nden sonra askerler,
siyâsî ve hukukî alandaki ayrıcalıkları ile yetinmemiş, ekonomik ayrıcalıklar
da kazanmışlardır. Bunun için OYAK kurulmuştur. Darbeciler ve onların tayin
ettiklerinden oluşan kurucu meclisin çıkardığı bir kanun ile OYAK ve Ordu
Pazarı yapılanmıştır. Bunun için ABD PX ve İngiliz NAAF kurumları örnek
alınmıştır. OYAK, yasaya göre MSB’ye bağlı ve özel hukuk hükümlerine tâbi, malî
ve idarî bakımdansa özerk olan tüzel bir kişilik sayılmıştır. OYAK’ın ilk genel
kurulundan itibaren faâl ortakları arasında Kazım Taşkent ve Vehbi Koç bulunmuştur.
Böylece Türkiye’de büyük sermaye çevreleri ile OYAK ortaklığı ayrıcalıklı bir
duruma gelmiştir.