İşaret parmağımızın şehadeti ve bir elif miktarı kıyam

Bu ay, uğrayanı az camilerimizin vakur edasına yakışmayan tenhalığa dikkat çekmek diledik. Sağ elimize, köreldiğimiz kadar mabetlerimizi mahzunlaştıracak kadar mabetlerimizden uzak kalmamızın nedenlerine işaret ettik. Kıymetli yazarlarımız camilerimizin dinimizdeki yerine, Osmanlı kültüründeki önemine ve toplumsal niteliğine dikkat çektiler.

NE yöne dönsek, kimi görsek, hangi ortama girsek, hangi iletişim aracından istifade etsek “korku mikrobu”na maruz kalır olduk şimdilerde. Sari bir hastalığa tutulmuş kitlelere temas etmeden yaşamak zor.

Bir vakitler -ki yollarda elektrik direkleri az, yerleşkelerde penceresinde ışık olan evlerin sayısı parmakla sayılırken- çocukları karanlık ile korkuturlardı. Şimdi her semt, bir şehir ışıltısında. Gündüzün güneşini çalan imkânlar gece yolları, evleri, mağazaları, mesire yerlerini, dağı taşı aydınlatırken, korkunun karanlığında kayboluyor pek çokları.

İnsanın kalbinde ışıklar sönüp karanlık basınca göz gözü görmüyor. Yanı başındaki güzelliği, şifayı, çareyi, imkânı göremez oluyor. Hatta “dil ile ikrar, kalp ile tasdik” ettiği kalbindeki inandığı dinin müjdelerinden mahrum ediyor kendini. Bir de insan yapımı yüksek mimarinin heyula gölgesi düşünce üzerine, küçülüyor yüreği de, siniveriyor, silikleşiyor varlığı. Körlük bir meleke hâline gelip gösterilenden ötesini görme çabasını yitiriyor çoğu zaman. Çünkü “korku”yu görüntülerle, kelimenin gücüyle, algı yönetimi formüllerle servis edenlere teslim olanların sayısı günbegün artıyor. Ve korkuyu şeytanlaştıran şeytanların gürültüsü ayyuka çıktıkça -amentüsü çalınmış bir yaşamak- plânlayanların tuzağına düşmeden ömür yolculuğunu sürdürenlerin tevekkülü sessiz, teslimiyeti sır olarak kalıyor.

Şöyle bir baksak dünyada olup bitenlere, dünyayı yönetme hırsı ile şeytanileşmiş zihinlerin ürettiği “erk ve hâkimiyet” projelerinden hâsıl olan gürültüleri duymadığımızı iddia edemeyiz. Bombalar patlıyor, tehditler savruluyor, sokaklarda, trafikte, toplu taşıma araçlarında, pazarlarda insanlar yüksek sesleriyle kavgaya tutuşuyor. Ama Gazze’de bir çocuk, bir anne, bir baba, bir delikanlı sessizce, tebessüm ederek ölüyor. Kötülüğün gürültüsü (inkârcıların) iyilerin (imanlıların) sessiz teslimiyetindeki gücü gömüyor.


Hâlbuki korkutulmaya meydan okusa, insan hem korkaklıktan azade olabilir, hem kahraman.

Sağ elini yumruk yapıp korktuğu ne varsa o yöne beyhude sallamaktan vazgeçerek, o yumruğundan işaret parmağını kurtarıp kaldırsa ve elinin son hâline baksa şairin, “Şehadet parmağıdır göğe doğru minare/ Her nakışta o mânâ: Öleceğiz, ne çare!” dizesini bilmese de, elinin şekli ona söyleyecektir “yumruğun kubbe, parmağın minare” olduğunu. Görse elini, görebilse, üzerinde oynanan oyunlara yenik düşmeyecek, korkunun körelttiği gözleri açılacak, sağırlaştırılmış kulakları hakikatin sesini duyacak. Yumruğunu kubbe gibi kucaklayıcı, koruyucu bir yüreğe, parmağını sığınılacak yegâne makam, yegâne güç olan Allah’a işaret ettiği minareye benzetecek. Bir cami ziyareti ile silkelenecek belki, şehadetini tazeleyecek. Aklından, önemsemediği basitlikteki “AVM’yi neden büyük yazıp camiyi küçük yazdığı” sorusu geçecek. Hazin bir tebessümle “Oyuna geldim” diyecek!

Sonra elini götürüp kalbinin üzerine, bir Kelime-i Tevhid düşecek dilinden; günahlarının, hatalarının, korkularının, yanılgılarının tamamı silinip arınacak bir tevbe ile. Sıfırlanmış bir paklıkla ölümün gerçekliğini hatırlayarak yaşayacak.

Bir kubbe gibi yerleşik ve geniş yaşarken, amentüsüyle minare gibi kıyamda duracak kalbi. Mekânların ruhundan “Âmin”lerin aks-i sedasından istifade etmek için, korkakça yaşamak yerine kendisi gibi inananlarla saf tutacak, çoğalacak ve insanın insandan, imkânsızlıktan korkmasının ne de zavallıca olduğunu anlayacak. Dünyasını idame ettirmek için çalıştığı kadar ahireti için de çalışacak. Alışveriş merkezlerine, kafelere, gittiği kadar inandığı dinin mekânlarına uğramakla başlayacak, zamanla saflar çoğalacak ve “Kimsecikler beni anlamaz madem/ Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!” hissiyatıyla secdelerde şifa bulacak. O insan ki, inancının sadece kendi ahiretini kurtarmak olmadığı, inandığı dinin toplum refahını ve saadetini vadettiği hakikatini hiç unutmayacak. İşte o zaman camiler dolup taşacak. Vakitsizlik şikâyetinden utanç duyacak. Ait olduğu mekânları doldurmak için çabalayacak. Midesinin ihtiyacı için yaptığı alışverişin ağırlığından yorulan kollarına bakıp ruhunu besleyecek yüksüz secdelere râm olacak. Görünmez poşetlere kilolarca manevî moral doldurup hanesine gelecek. Sonra… Sonra o hafif, o tedavi edici ibadethanede maaile dualarına “Âmin”ler eklenecek.

Bu ay, uğrayanı az camilerimizin vakur edasına yakışmayan tenhalığa dikkat çekmek diledik. Sağ elimize, köreldiğimiz kadar mabetlerimizi mahzunlaştıracak kadar mabetlerimizden uzak kalmamızın nedenlerine işaret ettik. Kıymetli yazarlarımız camilerimizin dinimizdeki yerine, Osmanlı kültüründeki önemine ve toplumsal niteliğine dikkat çektiler. Ben ise nefsime hatırlattığımı sizlerle paylaşarak en yakınımızda olana temas ettim ve sağ elimizin yumruğundan işaret parmağımızı kurtarıp “Vahdaniyete” işaret eden minareler gibi şehadetimizi unutmamamız gereğinin altını çizmek diledim.

Hayata kubbe misâli bağdaş kurduğumuz kadar, İlâhî çağrıya icabet edip bir elif miktarı kıyamı her gün, beş vakit hatırlamak temennisiyle huzurlu okumalar diliyorum efendim.

Hoşnut kalınız!