NE diyorduk?
İnsanın
mükemmel bir iskelet yapısı, metrelerce damar ve muazzam bir maharetle çalışan
iç organlardan, düşünceden, duygudan mülhem muhteşem yapısını devlet işleyişine
benzetmiştik.
İnsan,
tüm sevinç ve kederleriyle, yorgunlukları ve dinginlikleriyle, acıları ve sancılarıyla
bir ömür taşıyorsa omuzlarında hayatın yükünü, içlerinden birine bir araz
müptelâ olduğunda tedavi edilebiliyorsa bir coğrafyayı devlet birimleri, halkın
ihtiyaçları, ekonomisi, doğal afet sonrası telâfileri yöneten “Başkanlık
Sistemimizin” herhangi bir azasında oluşmuş marazi durumun tedavisi neden mümkün
değilmiş gibi acımasızca veryansın edilişine değinmiştik.
Neredeyse
esen rüzgârdan, mevsim değişikliklerinden, afetlerden (ki pandemi) bile Devlet
Reisini suçlama eğilimine varacak kadar hâddi aşan iç eleştirilerin normal olup
olmadığından bahis açmıştık.
Kaldığımız
yerden devam edelim…
Meselâ
can dostumuz, vücut sistemimizin mükemmel işleyişindeki arazları esas almaz.
“Geçecek” der, tez şifa diler. Ağrıyan kemiği “Git değiştir, plâtin taktır”
demez de şifa olacak bir doktor, pratik çözüm önerileri, daha olmadı ot çöp
kaynatmamızı söyler. Dosttur, üzülür ağrımıza sızımıza elbet. Yüzünde endişe,
gözlerinde şefkat kol gezer. Ama asla vasıfsız, faydasız, yetersiz muamele
yapmaz. Bize kendimizi kötü hissettirecek sözden, tavsiyeden çekinir.
Temkinlidir!
Bir
de yangına körükle giden, sağlığımıza göz diken, adı arkadaş ama kendi ceza
olanlar vardır etrafımızda. Meselâ, gelmiştir başınıza, bazen sinir sıkışması
olur, kramp girer elimize ayağımıza, bazen aynı biçimde durmaktan uyuşur bir
yanımız, mazaallah müşkülpesent birine rastlamayagörelim, felç olacağımıza
kadar götürür küçücük bir uyuşukluğun sonucunu. Tıpkı içimizdeki AK Partili
yüzeysel taraftarlar gibi…
Hâl
böyle iken, 2002 yılından bu yana, neredeyse 18 yıllık hizmet sürecinin
başarılı mimarı, büyük icraatlara imza atmış Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan ve kabinesindeki ağrılı kemikler, yorgun kaslar hükmündeki bazı (!)
azaların tedavisine dair kafa yorulmaz da nasıl veryansın edilir?
Şu
düşünülmez mi, kabineyi ve/veya milletvekillerini, teşkilât başkanlarını
eleştiri yağmuruna tutarken işaret parmağımızı bir “oy” miktarı tehditkârca
sallarken içinde bulunduğumuz siyâsî partinin “Tek devlet, tek millet, tek
vatan, tek bayrak” inancına zarar verilebileceği ve de düşmandan ziyade
dostların vereceği ziyanın bu coğrafyanın akıbetini etkileyeceği?
Hem
o büyük bir iştah ile salladığımız işaret parmağı iktidarı hedef gösterirken,
unutmayalım ki, diğer üç parmağımız bize dönüktür.
Biri
bize sormaz mı, “Sen bunca yıllık gayreti, pek çok başarıyla sonuçlanmış seçimi
nasıl hiçe sayıyorsun da parmağını kör gözümüze sokuyorsun eleştirilerinle?” diye?
“Peki,
kendine kıvrılmış o üç parmağın altında saklı eleştirileri kendi nefsine yaptın
mı?”
Meselâ
sana dönük ilk parmak, devlet imkânlarından istifade edemediğin için kendine
kıvrılmış olabilir mi?
İkincisi…
Beklentilerin karşılanmadığından feveran ettiğin için mi nefsini işaret ediyorsun?
Üçüncü
parmak… Sıradanlığının, ideasızlığının, ümmet bilincinden mahrum oluşunun izahını
yapıyor olmasın sakın?
Sorularımızın
pek çoğu cevapsız: “Sükût! Kıvrım kıvrım,
uzaklık uzar!/ Tek nokta seçemez dünyadan nazar!”
Peki,
şikâyetlerimiz, eleştirilerimiz bize ne kazandırır?
Bütünü
hiçe sayıp parçanın arazını kangrene saymak, bizi daha müreffeh zamanlara mı taşır?
Bunca
şikâyet neden?
Evet,
soru basit ancak önemli! Efendim, bizler kronik alışkanlıklar ediniyor, şükrü
terk ediyor, şikâyetin ağulu lezzetinden şefkat devşiriyor, günden güne
memnuniyetsizlik hastalığına yakalanıyoruz.
Hatta
kimileri bir merhale yukarıdan talip oluyor bu hastalığın en beterine ve biz de
onlara ya hain yahut nankör diyoruz.
Adlandırmak
kolay, mesele nasıl tahlil yapıyoruz? “Yaptığımız tespit ve tahlillerle bir
derde deva, bir sadre şifa oluyor muyuz?” diye soruyor muyuz? Soranımız da var,
sormayanımız da… Peki, neden yekvücut olamıyoruz?
Demokratik
normlardan uzak, bedene dövme yaptırılmaktan, giysilere kaşe vurmaktan ibaret
bir imzayı idea olarak kabul eden, neredeyse yüzyıllık köhnemiş ve göstermelik
lakırdılardan ibaret, icraattan mahrum, dış güçlerle raks eden muhalif bir
partisinin seçmenindeki vefayı görmüyor muyuz?
Yerine
bir çözüm ikâme edemediğimiz her eleştiri, ihlâsımızdan çalan nefsî bir
hezeyandan başka bir şey değildir!
Peki,
ne yapmalı?
Hani
önümüzdeki hafta 19 Mayıs Gençlik ve Zafer Bayramı ya, hani gençler gelecek
zamanların emanetçileri; öyleyse ilkin gençlerle ilgili öneriyle başlayalım ve
küçük bir matematikle gençlerin kısa geçmişinde olup bitene de kısacık bakalım…
Meselâ
birbirimizin ayağını kaydırma potansiyeline sahip eleştirilerden sakınarak,
gelecek zamanların seçmeni olacak gençlerimize, eşyanın boyunduruğu altında
ruhunu kaybetmiş bir neslin zehirlenmiş fikriyatına panzehir üretelim.
Çünkü
eşya insanı koruyamaz!
18
yıl boyunca devasa projelere imzalar atıldı. Havalimanları, köprüler, enerji
çalışmaları, istihdam sağlayacak, üretimde ve enerjide dışa bağımlılığı azaltacak
girişimlerde bulunuldu. Pandemi süresince dış kaynaklara ihtiyaç duyulmadığı
gibi, pek çok ülkeye yardım yapabilecek düzeye gelindi. SİHA’larımız dünyanın
hayran bakışları altında başarılara imza attı. İhracat hacmi günbegün arttı.
Madem öyleyse, bu somut, bu maddeye dayalı ve eşyayı yöneten başarıları
koruyacak insan faktörüne yönelik önerilerde bulunalım…
Çünkü
tüm bu yatırımlarla gerçekleştirilmiş icraatları koruyacak yegâne dinamik
insandır. Ahde vefası, geçmişi ile bağı, geleceği ile gayesi olan insan…
Hakk’tan korkan, hukuka riayet eden, özgürlüğünü para pul ile takas etmeyen
insan… Sadece günübirlik yaşayan değil, geçmişin birikimini kuşanan, gelecek
tahayyülü kuran insan…
Her
birimiz, yanımızda yöremizde ulaşabildiğimiz genç zihinlerle, partizanca değil,
ümmet bilinci ve alternatifsiz tek isim olan Cumhurbaşkanımızın dünyaya meydan
okuyan idrakince meşgul olmalıyız.
İnsan
yetiştirmek için illâ devletten ödenek, mekân, rüzgâr beklemekle olmaz, kendi
ilmimizin zekâtını vermekte yarışmalıyız.
Ve
unutmayalım, malın zekâtı kırkta bir, ilmin zekâtı yüzde yüzdür. Durup
dinlenmeden, insanlığı müreffeh zamanlara taşıyacak, saadete bahşedecek İlâhî
tavsiyeleri hep birlikte hayata yansıtmalıyız.
Meclisler
oluşturup gençlerle insanî, ahlâkî, vicdanî ve İslâmî değerler çerçevesinde
bildiğimiz ne varsa paylaşmalıyız.
Çok
önemli ve hayli ihmâlkâr davranılan bir diğer önerim ise, sosyal medya
kullanımındaki zaafları profesyonel eşiğe taşımamız yönünde... Birlik ve
bütünlük içinde, algı operasyonlarına karşı, hakikatin, hakkın, haklının sesi
olmalıyız. Bir varmış bir yokmuş masal gibi değil, lâf yetiştirme gayreti ile
değil, savunma konumunda değil, profesyonelce, tebliğ vazifesini üstlenmiş bir
kul gibi, güzel üslûp ve mümince bir duyarlılıkla yapmalıyız bunu.
Sanal
ortamda kutsalımıza uzanan dillere cevap oluşturacak karikatürize çalışmalar,
illüstrasyonlar, kolajlar üretelim meselâ. Hilâli kana bulayıp Türk bayrağını
parçalayan, İslâm’ı terör örgütü olarak lânse edenlerin gerçek yüzlerini
resmedelim. Okumayan bir nesle ayet paylaşsanız ne, paylaşmasanız ne?! Görselin
gücünden istifade etmek için ekipler kuralım.
Nasıl
ki Rabbin bize bahşettiği muazzam beden sistemimizi korumak için yıllar içinde
takviye gıdalara ihtiyacımız var ise, tıpkı öyle; kalsiyum desteği için süt
içip yoğurt, peynir yediğimiz gibi, D vitamininden istifade etmek için güneşle
meşk ettiğimiz gibi, stresten uzaklaşmak için tenha mekânlara gidip ormanın
yeşilinden, denizin mavisinden, dağların heybetinden huzur devşirdiğimiz gibi,
AK Parti iktidarının iskeletini genç nesli bilinçlendirerek kuvvetlendirmek
için elimizden geleni yapalım.
İşte
o küçük matematik!
Belediye
seçimleri esnasında 16 yaşında bir öğrencim, “Ekrem İmamoğlu çok sempatik,
bizim dilimizi konuşuyor, parmaklarıyla kalp yapıp fotoğraf çekiliyor”
dediğinde, hafızam gayr-i ihtiyarî, kendi 16 yaşıma gidivermişti.
80’li
yıllardı ve ben makineli tüfeklerin gölgesinden geçip sınıfıma giriyordum.
Okumuzda devlet ödeneği tahsis edilmediğinden kaloriferler yanmıyor, ders
dinlerken üşüyordum. Pek çok evde su yoktu, mahalle çeşmelerinde sıra
beklemeyi, su taşımayı eğlenceden sayıyordum.
Şimdi
küçük bir hesap yapalım ve matematiğin kudretiyle gerçeğe mercek tutalım.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı seçildiğinde 16 yaşında olan bir genç, bugün 43 yaşında. Üstelik arada
bir de 28 Şubat fecaati yaşanmış. Dinsizleştirme, millî ve mânevî değerlerin
yerine kapitalist, materyalist, popülist fikirler ikâme edilmiş. İmam-hatipler
kapatılmış, örtü ve okullarda din eğitimi yasaklanmış... Şöyle ciddî ciddî bir
düşünelim; bu süreç içinde gençliğini, erişkinliğini ve yetişkinliğini yaşamış
43 yaşındaki o birey, 20 yaşlarındayken evinde su akıyor, doğalgazla ısınıyor,
darbe nedir bilmeden büyüyor… Peki… Bu birey 25 yaşında evlenmiş olsa ve de
çocukları olsa, en büyük yavrusunun yaşı 18 olur. Tam Z-kuşağı! Peki, bu
yavrunun 1994 öncesi ülke imkânlarından haberi var mıdır? Musluktan akmayan
suyun hesabını yapabilir mi? Ona yokluğu, zorluğu izah etmek maharet ister.
Hele manevî tüm dinamiklerden mahrum bırakılmışsa…
O
birey şimdi zengin, müreffeh, bolca imkâna sahip olabilir fakat nasıl ve hangi
fedakârlıklarla böylesi bir refaha kavuştuğunun çetelesini tutamaz. Dolayısıyla
ne vefa, ne minnet, ne şükür hisseder. Çünkü mânâdan yoksun materyalist zihinler,
olup bitenleri haktan sayar.
Bu
matematik bize gösteriyor ki, erişkin, yetişkin ve gençlik olmak üzere il il,
semt semt bilinçlendirme programları düzenlenmeli. Devlet siyâsî
teşkilâtlanmanın dışında sivil teşkilâtlarla, manevî dinamiklerle, yaşanmış
örneklerden oluşan bir maarifle taze, yeni örgütlenmelere imkân sağlamalı.
Bir
başka önerim, algı ve olgu arasındaki ayrımın farkına vararak, abartılı
tanımlamalardan, acımasız eleştirilerden sakınılmasıdır. Her büyük söz bir
kefaret ödetir çünkü!
Son
tahlilde, eleştirdiklerimiz uzağımızda, ancak kendimiz kendimize öyle yakınız
ki... Bir de, kalpleri apaçık bilen ve bize şah damarımızdan yakın olan
Rabbimiz var. Öyleyse bu yakınlıkları esas almak, samimiyet hanemize yazılacağı
gibi, Rabbin rızasına da bizleri matuf kılacaktır.
Sözü
Üstadın iki dizesine bırakalım ve bu bahsi böylece sonlandıralım: “Ağlayın, su yükselsin, belki kurtulur
gemi./ Anne, seccaden gelsin, bize dua et, e mi?”
Ve
unutmayalım, mazlum coğrafyalarda umut dolu gözlerin yaşıyız biz. Biz ihlâsla,
tevbelerle, inançla, ümmet bilinci ile dokunmuş vatan kumaşının nakışlarıyız!
***
Bir vesile, Ramazan-ı Şerif Bayramınızı kutluyor, vatanımıza, milletimize, tüm Müslümanlara hayırlar getirmesini diliyorum.