İşaret parmağı ve taraftar şikâyetleri (2)

Demokratik normlardan uzak, bedene dövme yaptırılmaktan, giysilere kaşe vurmaktan ibaret bir imzayı idea olarak kabul eden, neredeyse yüzyıllık köhnemiş ve göstermelik lakırdılardan ibaret, icraattan mahrum, dış güçlerle raks eden muhalif bir partisinin seçmenindeki vefayı görmüyor muyuz? Yerine bir çözüm ikâme edemediğimiz her eleştiri, ihlâsımızdan çalan nefsî bir hezeyandan başka bir şey değildir!

NE diyorduk?

İnsanın mükemmel bir iskelet yapısı, metrelerce damar ve muazzam bir maharetle çalışan iç organlardan, düşünceden, duygudan mülhem muhteşem yapısını devlet işleyişine benzetmiştik.

İnsan, tüm sevinç ve kederleriyle, yorgunlukları ve dinginlikleriyle, acıları ve sancılarıyla bir ömür taşıyorsa omuzlarında hayatın yükünü, içlerinden birine bir araz müptelâ olduğunda tedavi edilebiliyorsa bir coğrafyayı devlet birimleri, halkın ihtiyaçları, ekonomisi, doğal afet sonrası telâfileri yöneten “Başkanlık Sistemimizin” herhangi bir azasında oluşmuş marazi durumun tedavisi neden mümkün değilmiş gibi acımasızca veryansın edilişine değinmiştik.

Neredeyse esen rüzgârdan, mevsim değişikliklerinden, afetlerden (ki pandemi) bile Devlet Reisini suçlama eğilimine varacak kadar hâddi aşan iç eleştirilerin normal olup olmadığından bahis açmıştık.

Kaldığımız yerden devam edelim…

Meselâ can dostumuz, vücut sistemimizin mükemmel işleyişindeki arazları esas almaz. “Geçecek” der, tez şifa diler. Ağrıyan kemiği “Git değiştir, plâtin taktır” demez de şifa olacak bir doktor, pratik çözüm önerileri, daha olmadı ot çöp kaynatmamızı söyler. Dosttur, üzülür ağrımıza sızımıza elbet. Yüzünde endişe, gözlerinde şefkat kol gezer. Ama asla vasıfsız, faydasız, yetersiz muamele yapmaz. Bize kendimizi kötü hissettirecek sözden, tavsiyeden çekinir. Temkinlidir!

Bir de yangına körükle giden, sağlığımıza göz diken, adı arkadaş ama kendi ceza olanlar vardır etrafımızda. Meselâ, gelmiştir başınıza, bazen sinir sıkışması olur, kramp girer elimize ayağımıza, bazen aynı biçimde durmaktan uyuşur bir yanımız, mazaallah müşkülpesent birine rastlamayagörelim, felç olacağımıza kadar götürür küçücük bir uyuşukluğun sonucunu. Tıpkı içimizdeki AK Partili yüzeysel taraftarlar gibi…

Hâl böyle iken, 2002 yılından bu yana, neredeyse 18 yıllık hizmet sürecinin başarılı mimarı, büyük icraatlara imza atmış Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve kabinesindeki ağrılı kemikler, yorgun kaslar hükmündeki bazı (!) azaların tedavisine dair kafa yorulmaz da nasıl veryansın edilir?

Şu düşünülmez mi, kabineyi ve/veya milletvekillerini, teşkilât başkanlarını eleştiri yağmuruna tutarken işaret parmağımızı bir “oy” miktarı tehditkârca sallarken içinde bulunduğumuz siyâsî partinin “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” inancına zarar verilebileceği ve de düşmandan ziyade dostların vereceği ziyanın bu coğrafyanın akıbetini etkileyeceği?

Hem o büyük bir iştah ile salladığımız işaret parmağı iktidarı hedef gösterirken, unutmayalım ki, diğer üç parmağımız bize dönüktür.

Biri bize sormaz mı, “Sen bunca yıllık gayreti, pek çok başarıyla sonuçlanmış seçimi nasıl hiçe sayıyorsun da parmağını kör gözümüze sokuyorsun eleştirilerinle?” diye?

“Peki, kendine kıvrılmış o üç parmağın altında saklı eleştirileri kendi nefsine yaptın mı?”

Meselâ sana dönük ilk parmak, devlet imkânlarından istifade edemediğin için kendine kıvrılmış olabilir mi?

İkincisi… Beklentilerin karşılanmadığından feveran ettiğin için mi nefsini işaret ediyorsun?

Üçüncü parmak… Sıradanlığının, ideasızlığının, ümmet bilincinden mahrum oluşunun izahını yapıyor olmasın sakın?

Sorularımızın pek çoğu cevapsız: “Sükût! Kıvrım kıvrım, uzaklık uzar!/ Tek nokta seçemez dünyadan nazar!”

Peki, şikâyetlerimiz, eleştirilerimiz bize ne kazandırır?

Bütünü hiçe sayıp parçanın arazını kangrene saymak, bizi daha müreffeh zamanlara mı taşır?

Bunca şikâyet neden? 

Evet, soru basit ancak önemli! Efendim, bizler kronik alışkanlıklar ediniyor, şükrü terk ediyor, şikâyetin ağulu lezzetinden şefkat devşiriyor, günden güne memnuniyetsizlik hastalığına yakalanıyoruz.

Hatta kimileri bir merhale yukarıdan talip oluyor bu hastalığın en beterine ve biz de onlara ya hain yahut nankör diyoruz.

Adlandırmak kolay, mesele nasıl tahlil yapıyoruz? “Yaptığımız tespit ve tahlillerle bir derde deva, bir sadre şifa oluyor muyuz?” diye soruyor muyuz? Soranımız da var, sormayanımız da… Peki, neden yekvücut olamıyoruz?

Demokratik normlardan uzak, bedene dövme yaptırılmaktan, giysilere kaşe vurmaktan ibaret bir imzayı idea olarak kabul eden, neredeyse yüzyıllık köhnemiş ve göstermelik lakırdılardan ibaret, icraattan mahrum, dış güçlerle raks eden muhalif bir partisinin seçmenindeki vefayı görmüyor muyuz?

Yerine bir çözüm ikâme edemediğimiz her eleştiri, ihlâsımızdan çalan nefsî bir hezeyandan başka bir şey değildir!

Peki, ne yapmalı?

Hani önümüzdeki hafta 19 Mayıs Gençlik ve Zafer Bayramı ya, hani gençler gelecek zamanların emanetçileri; öyleyse ilkin gençlerle ilgili öneriyle başlayalım ve küçük bir matematikle gençlerin kısa geçmişinde olup bitene de kısacık bakalım…

Meselâ birbirimizin ayağını kaydırma potansiyeline sahip eleştirilerden sakınarak, gelecek zamanların seçmeni olacak gençlerimize, eşyanın boyunduruğu altında ruhunu kaybetmiş bir neslin zehirlenmiş fikriyatına panzehir üretelim.

Çünkü eşya insanı koruyamaz!

18 yıl boyunca devasa projelere imzalar atıldı. Havalimanları, köprüler, enerji çalışmaları, istihdam sağlayacak, üretimde ve enerjide dışa bağımlılığı azaltacak girişimlerde bulunuldu. Pandemi süresince dış kaynaklara ihtiyaç duyulmadığı gibi, pek çok ülkeye yardım yapabilecek düzeye gelindi. SİHA’larımız dünyanın hayran bakışları altında başarılara imza attı. İhracat hacmi günbegün arttı. Madem öyleyse, bu somut, bu maddeye dayalı ve eşyayı yöneten başarıları koruyacak insan faktörüne yönelik önerilerde bulunalım…

Çünkü tüm bu yatırımlarla gerçekleştirilmiş icraatları koruyacak yegâne dinamik insandır. Ahde vefası, geçmişi ile bağı, geleceği ile gayesi olan insan… Hakk’tan korkan, hukuka riayet eden, özgürlüğünü para pul ile takas etmeyen insan… Sadece günübirlik yaşayan değil, geçmişin birikimini kuşanan, gelecek tahayyülü kuran insan…

Her birimiz, yanımızda yöremizde ulaşabildiğimiz genç zihinlerle, partizanca değil, ümmet bilinci ve alternatifsiz tek isim olan Cumhurbaşkanımızın dünyaya meydan okuyan idrakince meşgul olmalıyız.

İnsan yetiştirmek için illâ devletten ödenek, mekân, rüzgâr beklemekle olmaz, kendi ilmimizin zekâtını vermekte yarışmalıyız.

Ve unutmayalım, malın zekâtı kırkta bir, ilmin zekâtı yüzde yüzdür. Durup dinlenmeden, insanlığı müreffeh zamanlara taşıyacak, saadete bahşedecek İlâhî tavsiyeleri hep birlikte hayata yansıtmalıyız.

Meclisler oluşturup gençlerle insanî, ahlâkî, vicdanî ve İslâmî değerler çerçevesinde bildiğimiz ne varsa paylaşmalıyız.

Çok önemli ve hayli ihmâlkâr davranılan bir diğer önerim ise, sosyal medya kullanımındaki zaafları profesyonel eşiğe taşımamız yönünde... Birlik ve bütünlük içinde, algı operasyonlarına karşı, hakikatin, hakkın, haklının sesi olmalıyız. Bir varmış bir yokmuş masal gibi değil, lâf yetiştirme gayreti ile değil, savunma konumunda değil, profesyonelce, tebliğ vazifesini üstlenmiş bir kul gibi, güzel üslûp ve mümince bir duyarlılıkla yapmalıyız bunu.

Sanal ortamda kutsalımıza uzanan dillere cevap oluşturacak karikatürize çalışmalar, illüstrasyonlar, kolajlar üretelim meselâ. Hilâli kana bulayıp Türk bayrağını parçalayan, İslâm’ı terör örgütü olarak lânse edenlerin gerçek yüzlerini resmedelim. Okumayan bir nesle ayet paylaşsanız ne, paylaşmasanız ne?! Görselin gücünden istifade etmek için ekipler kuralım.

Nasıl ki Rabbin bize bahşettiği muazzam beden sistemimizi korumak için yıllar içinde takviye gıdalara ihtiyacımız var ise, tıpkı öyle; kalsiyum desteği için süt içip yoğurt, peynir yediğimiz gibi, D vitamininden istifade etmek için güneşle meşk ettiğimiz gibi, stresten uzaklaşmak için tenha mekânlara gidip ormanın yeşilinden, denizin mavisinden, dağların heybetinden huzur devşirdiğimiz gibi, AK Parti iktidarının iskeletini genç nesli bilinçlendirerek kuvvetlendirmek için elimizden geleni yapalım.

İşte o küçük matematik!

Belediye seçimleri esnasında 16 yaşında bir öğrencim, “Ekrem İmamoğlu çok sempatik, bizim dilimizi konuşuyor, parmaklarıyla kalp yapıp fotoğraf çekiliyor” dediğinde, hafızam gayr-i ihtiyarî, kendi 16 yaşıma gidivermişti.

80’li yıllardı ve ben makineli tüfeklerin gölgesinden geçip sınıfıma giriyordum. Okumuzda devlet ödeneği tahsis edilmediğinden kaloriferler yanmıyor, ders dinlerken üşüyordum. Pek çok evde su yoktu, mahalle çeşmelerinde sıra beklemeyi, su taşımayı eğlenceden sayıyordum.

Şimdi küçük bir hesap yapalım ve matematiğin kudretiyle gerçeğe mercek tutalım. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde 16 yaşında olan bir genç, bugün 43 yaşında. Üstelik arada bir de 28 Şubat fecaati yaşanmış. Dinsizleştirme, millî ve mânevî değerlerin yerine kapitalist, materyalist, popülist fikirler ikâme edilmiş. İmam-hatipler kapatılmış, örtü ve okullarda din eğitimi yasaklanmış... Şöyle ciddî ciddî bir düşünelim; bu süreç içinde gençliğini, erişkinliğini ve yetişkinliğini yaşamış 43 yaşındaki o birey, 20 yaşlarındayken evinde su akıyor, doğalgazla ısınıyor, darbe nedir bilmeden büyüyor… Peki… Bu birey 25 yaşında evlenmiş olsa ve de çocukları olsa, en büyük yavrusunun yaşı 18 olur. Tam Z-kuşağı! Peki, bu yavrunun 1994 öncesi ülke imkânlarından haberi var mıdır? Musluktan akmayan suyun hesabını yapabilir mi? Ona yokluğu, zorluğu izah etmek maharet ister. Hele manevî tüm dinamiklerden mahrum bırakılmışsa…

O birey şimdi zengin, müreffeh, bolca imkâna sahip olabilir fakat nasıl ve hangi fedakârlıklarla böylesi bir refaha kavuştuğunun çetelesini tutamaz. Dolayısıyla ne vefa, ne minnet, ne şükür hisseder. Çünkü mânâdan yoksun materyalist zihinler, olup bitenleri haktan sayar.

Bu matematik bize gösteriyor ki, erişkin, yetişkin ve gençlik olmak üzere il il, semt semt bilinçlendirme programları düzenlenmeli. Devlet siyâsî teşkilâtlanmanın dışında sivil teşkilâtlarla, manevî dinamiklerle, yaşanmış örneklerden oluşan bir maarifle taze, yeni örgütlenmelere imkân sağlamalı.

Bir başka önerim, algı ve olgu arasındaki ayrımın farkına vararak, abartılı tanımlamalardan, acımasız eleştirilerden sakınılmasıdır. Her büyük söz bir kefaret ödetir çünkü!

Son tahlilde, eleştirdiklerimiz uzağımızda, ancak kendimiz kendimize öyle yakınız ki... Bir de, kalpleri apaçık bilen ve bize şah damarımızdan yakın olan Rabbimiz var. Öyleyse bu yakınlıkları esas almak, samimiyet hanemize yazılacağı gibi, Rabbin rızasına da bizleri matuf kılacaktır.

Sözü Üstadın iki dizesine bırakalım ve bu bahsi böylece sonlandıralım: “Ağlayın, su yükselsin, belki kurtulur gemi./ Anne, seccaden gelsin, bize dua et, e mi?”

Ve unutmayalım, mazlum coğrafyalarda umut dolu gözlerin yaşıyız biz. Biz ihlâsla, tevbelerle, inançla, ümmet bilinci ile dokunmuş vatan kumaşının nakışlarıyız!

***

Bir vesile, Ramazan-ı Şerif Bayramınızı kutluyor, vatanımıza, milletimize, tüm Müslümanlara hayırlar getirmesini diliyorum.