VAKIF ya da
vakfetmek, farklı tanımlarda ifade edilmektedir. Vakfın genel kabul görmüş
tanımı, “kişinin taşınır veya taşınmaz bir malını, rızay-ı Bârî (Allah rızası)
ve insanlık sevgisi amacıyla şahsî mülkiyetinden çıkarıp kamunun istifadesine
sunması” şeklindedir. Burada calib-i dikkat olan husus, vakfetmenin özünün
Allah rızasını kazanmak olduğudur. Vakfetmek, Allah rızasını kazanmak için
malından vazgeçmektir.
Vakıf, Yaratan’dan ötürü
yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir. Vakfedilen
mallar; Allah'a adanan ve bu nedenle temlik ve temellükten men edilen emvaldir.
Buradaki amaç; yaratılan her şeye, Allah için şefkat ve merhametle yaklaşabilmek
ve ona hizmet sunmaktır. Vakfetmenin kaynağı, Kur’ân-ı Kerim’in Bakara Sûresi’nin,
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infak ederler” şeklindeki üçüncü
ayet-i kerîmesidir. Nitekim İslâm toplumunda ilk vakıf örneği, “Yeryüzündekilere
merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin” buyuran Hazreti
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vessellem) tarafından, Medîne’de sahibi
bulunduğu yedi hurmalık ile Fedek ve Hayber hurmalıklarından Kendi hissesine
düşeni vakfetmesi suretiyle gerçekleştirilmişlerdir.
Vakfetmek, Hazreti
Peygamberimizin (sav), “Kişi öldüğü vakit üç sayfası hariç, amel defteri
kapanır. Açık kalan amel sayfalarından biri sadaka-i cariyedir; diğeri, insanların
faydalanacağı bir ilimdir. Üçüncüsü de kendisine dua eden hayırlı bir evlattır”
şeklindeki sözlerinde yer alan “sadaka-i cariye” hükmünü icra etmektir. Çünkü
sadaka-i cariye, Allah rızası için hizmet veren bir eser bırakmaktır.
Vakfetmek, “infak etmek”
demektir. İnfak etmek, Hazreti Peygamberimizin (sav), Hazreti Bilâl’e (radiyallahu
anh), “Ya Bilâl, infak et! İnfak etmekle Arş’ın Sahibinin senin malını
azaltacağından korkma” şeklindeki emrini yerini getirmektir.
Medeniyetimizin en temel
parametresi vakıftır. Bizim medeniyetimiz, vakıf medeniyetidir. Hizmetçi
kızlara kurulan vakıfların yanında yaralı kuşlara, hasta hayvanlara dahi vakıf
kurulmuştur. Bu medeniyet içinde sadece insanlar için değil, tüm canlılar için
hizmet sunulmuştur. Vakıf kültürünün daha iyi anlaşılması için bunlardan
bazılarını vakfiyeleri ile birlikte yazalım…
Fatih Sultan Mehmet Han’ın
1470 tarihli vakfiyesinden: “Yatağa düşmüş, evine doktor getirme imkânı olmayan
hastalara başvurmaları hâlinde doktor gönderilmesi, hastanede ölenlerin cenaze
masraflarını karşılamak üzere her gün beş akçe bir fonda biriktirilmesi, imârete
gelen misafirler, görevliler tarafından güler yüzle karşılanıp, misafir olarak
kalmak isteyenler üç günden çok olmamak üzere misafir edilip yeme-içme
ihtiyaçlarının karşılanması, imâretten, dul kalmış saliha hanımlar için yemek
verilip namus ve iffetlerinin muhafaza edilmesi…”
Sultan Üçüncü Murad Han’ın
annesi Nurbanu Valide Sultan’ın 1582 tarihli vakfiyesinden: “Hastanede görev
yapacak hastabakıcı, temizlikçi, bekçi gibi görevlilerin yanında, hastalara
namaz kıldırabilecek bir imam tayin edilmesi ve bu imama yardımcı olacak, namaz
vakitlerinde hoş seda ile ezan okuyup insanları Allah’a ibadete çağıracak bir
müezzin tayin edilmesi, kendini bilmez kişilerin duvarları karalayıp
kirletmesini engellemek ve yapılan karalamaları silmek için bir görevli tayin
edilmesi; Cuma, bayram ve mübârek gecelerde imârette her gün pişirilen yemeğe
ilâve olarak çeşidi bol yemekler pişirilip yoksullara dağıtılması ve
yoksul-zengin ayırmaksızın imârete gelen misafirlere yedirilmesi…”
Sivas Daru’r-Reha Vakfı’nın
1851 tarihli vakfiyesinden: “Hastalık ve benzeri afet ve olaylar nedeni ile
geçim sıkıntısına düşerek ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan yoksulların,
yetimlerin ve dul hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi...”
Amasya Ahmet Efendi Bin
Hasan Vakfı’nın 1731 tarihli vakfiyesinden: “Her sene Receb ayında 24 kilo
helva pişirilip yarısı Gök Medrese önünde, diğer yarısı da Halifet Gazi
Medresesi önünde fakirlere dağıtılması…”
Kara Çelebizâde Mehmet
Efendi Vakfı’nın 1617 tarihli vakfiyesinden: “Ramazan Bayramı’nda yetim, Müslüman
çocuklara mevsim şartlarına göre elbise ve ayakkabı satın alınıp giydirilmesi…”
Abdullah oğlu Sinan Paşa
Vakfı’nın (618/1 No’lu defterin 29’uncu sayfa, 7’nci sırasında kayıtlı olan)
1511 tarihli vakfiyesinden: “Hana gelen tüccardan başka misafirlere duruma göre
bal, peynir ve pekmez ikram edilmesi, akşam vakti tüccar ve diğer misafirler
için yemek verilmesi, kış günlerinde bir gün buğday çorbası, bir gün bulgur
pilavı ve diğer bir gün de tarhana pişirilmesi; handa misafir olanlara odun
verilmesi, yaz mevsiminde hana gelen misafirlere ise bir gün buğday çorbası,
bir gün ürün çorbası ve uygun mevsimlik sebze yemekleri pişirilmesi; handa
misafirler için yaklaşık 40 kiloluk ekmek pişirilmesi, Cuma ve bayram
gecelerinde ekşili çorba ile biberli ürün aşı, Regaip, Berat ve Kadir
Gecelerinde helva pişirilmesi; halkın ileri gelenleri, âlimler ve eşraftan
misafirler için senede yaklaşık 350 kilo sadeyağ sarf edilmesi…”
Manisa Çakıroğlu Mehmet
Bin Hasan Bin Mehmet Vakfı’nın (602 numaralı defterin 114’üncü sayfasında
kayıtlı olan) 1908 tarihli vakfiyesinden: “İlköğretim okullarına ders kitapları
alınıp adı geçen köyün fakir, küçük öğrencilerine verilmesi, bu okulda okuyan
yetim çocukların yiyecek ihtiyacının karşılanması, bayram arefelerinde bu
okulda okuyan yetim çocukların giydirilmesi...”
Ödemiş Mürselli Hacı
İbrahim Ağa Vakfı’nın (1610 no’lu defterin 244’üncü sayfa, 276’ncı sırasında
kayıtlı olan) 1912 tarihli vakfiyesinden: “Haziran ayı başından Ağustos ayı
sonuna kadar yaptırdığı sebile yetecek kadar kar konulup Allah’ın kullarının
istifade etmesinin sağlanması, Ödemiş Hapishanesinde mahpus bulananlara her
hafta birer yük kar verilmesi, Ödemiş’te bulunan Yeni Cami-i Şerifi etrafında
yaşayan leyleklerin yiyecekleri için yıllık 100 kuruş harcanması…”
Vakıf ve vakfetmek
bunlardan ibaret değil elbette. Bugün hâlâ ayakta olan camilerden çeşmelere,
askerî kışlalardan hastanelere, iş hanlarından çarşılara, hanlardan hamamlara
ve kervansaraylara kadar uzanan geniş bir çizgide vakfetmenin kutsal hâlini
görmek mümkündür.
Medeniyetimizin en önemli
hususu, vakıf ve vakfetmektir. Vakıf kültürü, başta Osmanlı şehri olmak üzere,
Osmanlı günlük yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Günümüzde medeniyetimizin
ulaştığı her yerde haşmetle bizi karşılayan yapılar, bu durumu geçmişten
günümüze taşımaktadır.
Vakfın özünü, İkinci
Mahmud’un yaptırdığı İstanbul Eminönü-Bahçekapı’daki Hamidiye İmâreti’nin
kapısı üzerinde yazılı olan şu küçük kitabe ya da hitabede görmek mümkündür: “Biz
sizi Allah için doyuruyoruz. Sizden ne mükâfat ve ne de teşekkür bekliyoruz.”
İnsanlardan bir şey beklemeden, sadece ve sadece Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için insanlara hizmet etmek, irfanî geleneğin gereğidir. Velhâsılıkelâm, vakıf, is’ar kültürünün somut hâlinden başka bir şey değildir.