PARMAK uçlarımda
karıncalar geziniyor. Kıskaçlarında düşlerim deliniyor. Aklıma yasaklanıyor
bulutları Allah sanmak. Bir çiçeğin cüretkâr endamı yerinden oynatmıyor artık onu.
Omuzlarım, ellerim ve parmaklarım; ok, yay, mızrak değil. Bedenim kötürüm bir
savaşçı, taşıyamıyor yarayı. Karıncalar, kıskaçlar ve duvardaki akrep... Boğuyorlar beni kendi ellerimle. Yöneten
onlar artık zamanı.
Metro
istasyonlarında aynı treni beklerken eskiyor günler. Dünden kalma akşamüstleri
bile düşmüyor payıma. Penceresiz, havasız, soğuk odalarda çürüyor rüyalarım.
Kokuşmuş hâli karasineklere panayır oluyor. Pis bir kedi bile üstünde
yürümüyor. İnciniyor kelebekler kondukları yerde. Kapıyı bir gün dahi açmıyor
bekçi, kirlenmesin diye dünya.
Bir
ardıç dalında sahipsiz kalıyor salıncaklar. Yıldızlar süsü değil artık göğün,
lekeli kumaştan yapılma yaması. Bir çocuk koşmuyor kırlarda arıların peşinden,
nereye giderlerse gitsinler, umurunda değil. Müjdeler havada avare süzülüyor da
gelip pervazına takılıyor kapının. Ağmıyor eskisi gibi pencerelerden. Evler kilitli,
kilitler paslı, pasımız hastalıklı. Düşüp kalıyor üstüne ezgisi kızıl
gerdanların.
Sokaklarda
çeşmeler sahipsiz. Plâstiklere hapsolmuş olanlar daha yeğ kendi yolunu
bulanlardan. Kimsenin dirseklerinden aşağı oluk oluk süzülmüyor hararet.
Dinginlik havada, suda, ateşte değil, otel odalarında. Bekleme salonlarına
hapsolmuş düşler bir zilin sesiyle kesiliyor. Aklım telesekretere takılıyor.
Bire basıyorum, olmuyor; ikiye basıyorum, cevap yok. En son kırmızıya
basacağım, canıma tak edecek; karşıdan ahizenin eskittiği bir ses… Beni
sindirmeye ayarlı. Hatlar kopuyor, koyunlar atlamayı bırakıyor çitlerden,
bulutlar kararıyor. Yağmur çekiliyor Nuh’un dağından, artık akmıyor sular
hayratsız çeşmelerden.
Kanı
çekiliyor sokak çocuklarının. Hayatı ben çekip alıyorum ceplerinden. Ellerim
baştan aşağı günah oluyor. Cehennemin yedi kapısının beşi beni çağırıyor,
diğerleri çok masum kalıyor dürülmüş defterime. Her adımda daha kuvvetli
hissediyorum, bastığım yer titriyor. Yer gök beni çağırıyor. Bir çatlak bulsam
akıp gideceğimden korkuyorum. Kalbimde bir kırık, kendini yutuyor. Üstü başı
perişan çocuklar karşılıyor beni. Ellerinde gürzler ve manifestolar. “Hayâl
yasak, düş sakıncalı, rüyaya yapacak bir şey yok.” Uzanmak istiyorum gözlerine,
saçlarına dokunmak istiyorum. Fakat bir koku var, böceklerce yenmiş
dirseklerimden geliyor. Engel olmuyorum devam etmelerine. Omzuma doğru yol
alıyorlar. Varsın gitsinler…
Güneş
isteksiz doğuyor, mehtabın rengi atmış. Yakamoza türkü yaksam, kayıkçılar
ayaklanmış. Göğü neresinden tutsam, pireler dikişleri sarmış. Bir köşeyi dönsem,
gulyabaniler haraca başlamış. Sokak başlarına çiçekler eksem, ayrık otları kaldırımdan
ağmış. Bir düş görsem, kesikleri canımı yakmış. Hayâlin adı geçse aklımdan,
utanç, bir dev olup boynuma asılmış. Benim adım, yarına yasaklanmış. Dünyama
renkler yakıştırılmamış.
Nedenlerin peşine düşmeyi günah addediyorum. Sağımdaki unuttu beni. Çırpınmıyorum artık dünyaya anlam katmak için. Biliyorum ki, ne kadar haberdarsam insandan, o kadar çekildi canım, düştü başım. Bir kedi olsaydım temiz avlularda kapkara, namıma bahtsızlık yamansaydı, bilinseydi gizlendiğim kuytu köşelerde… Tek seferliğe mahsus cam kenarında ayrılsaydı yerim. Aklım elektrik tellerine takılıp hiç kurtulmasaydı. Bir hayâli bıraksaydım bozkırların üstüne gül yaprağı döker gibi. Yanık bir ağıt yükselseydi dağ başlarına. Bilseydim işte yakışan budur ayrılığa, defterimi dürdüler sanıp yardan aşağı bıraktığımda kendimi, bilseydim ki örtüm masmavi göktü…