İNSAN grupları hakkında
yaptığımız genellemeler zihnimizi donuklaştırmakta, olayları anlamamızı ve
düşüncemizi anlatmamızı zorlaştırmakta, ilgili topluluklarla iletişimimizi de engellemektedir.
Irklar, dinler, mezhepler, cemaatler, hemşerilik aidiyetleri, meslek grupları
gibi topluluklar hakkındaki genel kanaatler, çoğunlukla objektif bilgiye veya
bilimsel analize dayanmaktan çok, basit gözlemler, kulaktan dolma bilgiler veya
yaşanmışlıkların etkisiyle oluşmaktadır.
Kaldı
ki, sosyal olaylar dışındaki fizik, kimya ve benzeri alandaki bilimsel
genellemelerin bile normal hayat şartlarında aynen gerçekleşmesi her zaman
mümkün değildir. Mesela suyun 100 derecede kaynaması bilimsel bir genellemedir.
Ancak yüz derecede kaynayacak özellikteki su yaşamımızda pek yer almaz; ayrıca
suyun kaynama derecesini etkileyen basınç gibi başka faktörler de vardır.
Üstelik
“insan” gerçekten çok girifttir; onun için insan toplulukları hakkında
genellemeler yaparken, yanılma ve haksızlık yapma riskimizin yüksek olduğunun farkında
olmalıyız.
Genellemeler,
bazen de iletişimsizlikten kaynaklanmakta ve kulaktan dolma dedikodularla
şekillenmektedir. “Trakyalılar şöyledir”, “Karadenizlilerin şöyle huyları
vardır” veya “Doğulular şöyle davranırlar” diye inanan bir kişi, yargıda
bulunduğu bölgeye ait herkesi fabrikadan çıkmış standart bir ürün gibi
düşünmekte, herkesin aynı huy, davranış ve düşüncede olduğuna inanmaktadır.
İletişimsizlikten
kaynaklanan yanlış genellemelere kendi hayatımdan örnek verebilirim. Balkan
göçmeni olan Trakyalı bir ailenin damadıyım. Kız istemeye gittiğimizde
müstakbel kayınpederim ve kayınvalidem bizi makul şekilde karşılamış olsalar da
eşimin sülalesinde benimle ilgili birtakım tereddütler vardı. Çünkü onların
tabiriyle “Sakarya’nın ötesi”ndendim, Sinoplu idim. Sülalede Kırklarelili,
Balıkesirli ve Afyonlu dışında kimse yoktu, hepsi de geçen asırda
Bulgaristan’dan göç etmişlerdi.
Nişan
yüzüğünün takılmasından sonraki görüşmelerde onları üzmemeye özen göstererek
“Sakarya’nın ötesi” ile ilgili ne düşündüklerini sordum. “Sakarya’nın ötesi
Kürt veya Laz idi” onlara göre. Bunları duyuca sohbet tadında bir konuşmayla
Sinoplu olduğumu, Kürt ya da Laz değil, Türk olduğumu anlattıktan sonra insanları
Kürt, Türk, Laz, Çerkez ya da Trakyalı, Karadenizli, Doğulu gibi ayırmanın
doğru olmayacağını da anlattım. “Haklısın be damat” deseler de tereddütleri
sürüyordu. Bunları kayınvalide ve üç kız kardeşinin olduğu kalabalık bir gruba
anlatmıştım. Sülale, kendi çevresi dışından henüz ne gelin almış, ne de de kız
vermişti, uzaktan ilk damatları bendim. Konuşmamın sonunu şöyle bağladım:
“İnşallah damatlarınız ve gelinleriniz Sakarya’nın, hatta Sinop’un da ötesinden
olur!” Şaşırdılar, duaya “Âmin” demediler; ama tuhaf karşılamakla birlikte
olumsuz bir ifade de kullanmadılar. Zaman içerisinde benim Sinoplu ailem ile
eşimin Balıkesir-Kırklareli karışımı Trakyalı göçmen ailesi iyice birbirlerini
sevdiler, kaynaştılar.
Hikâyenin
sonunu merak ediyorsanız, onu da aktarayım. Benden sonra sülale Rizeli, Kastamonulu,
Artvinli ve Bulgaristan göçmeni olmak üzere 4 gelin ile 2 Giresunlu ve 1
Trabzonlu damadı geniş aile halkasına dâhil etti. Şimdi hepsi mutlu ve huzurlu...
Anlattığım
hikâye, genellemelerin en zararsızını ve kolay çözülenini anlatıyor. Keşke tüm
önyargılar bu kadar kolay çözülebiliyor olsa. Çünkü keskin inanç ve yargılara
dayanan öyle genellemeler var ki onları çözmek gerçekten çok zor. Çözülemez önyargılar
bazen öyle kavgalara, kırgınlıklara ve düşmanlıklara yol açıyor ki hiçbir gözyaşı
ve nedamet sözcüğü, olanları engellemeye ve sonuçlarını telafi etmeye yetmiyor.
Her insan başlı başına birer mucizedir, muhteremdir, özeldir. İnsanı kategori, genelleme ve önyargılara kurban etmeden sevmek, saymak ve dinlemek lazım. “Kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi”dir insan. Sonuçta hepimiz Âdem Babamız ve Havva Anamızın çocuklarıyız. Hepimiz aynı güneşin ve aynı gökyüzünün altındayız. Hepimiz aynı cennete sevdalıyız. Ve hepimiz aynı İlahî rızanın peşindeyiz!