İrini Harekâtı’ndan saçılan irinler

AB’den çıkan İngiltere el altından bizimle çalışıyor ve kendisiyle hareket eden Malta’ya da bir şeyler telkin etmiş olmalı ki Malta, İrini Harekâtı’ndan çekildiğini açıkladı. Hoppala! İrini Harekâtı, Yunan ve Fransız’ın içlerindeki irini dökmelerine fırsat vermeden çökecek galiba… Nitekim Türk devlet aklı, Libya üzerinden bu harekâtı tanımadığı açıklamasını yaparak AB filosunun yelkenlerini suya indirmekte gecikmedi.

TÜRK insanının müşterek bilinç altında, en kadim atasözlerinden biri yatar: “Su (sü; asker, ordu) uyur, düşman uyumaz.”

Korona salgını günlerinde bizim içe kapandığımızı sanarak saman altından su (“sü” mü demeliydim) yürüten düşmanlarımız, içte kukla terör örgütleriyle, dışta da üç önemli sinir ucumuz olan Suriye, Akdeniz ve Libya’da sinsice üzerimize gelmeye başladılar.

Düşmanlarımız boş durmuyordu ama biz de armut toplamıyorduk elbet. Genlerinde iki bin yıllık bir tecrübe taşıyan bu devlet, hem salgın virüsüne karşı, hem de hâricî virüslere karşı hazırlıklıydı.

Zaten Devletimiz salgın öncesi oturduğu satranç masasının başından hiç kalkmamıştı. Bu durumun ne kadar yerinde bir hareket olduğu, salgın sisinin dağılmaya başladığı bugünlerde açıkça görüldü.

Karşımızdaki şer cephesi, Korona öncesi ilk büyük şah hamlesini İdlib’de çekti. Otuz altı askerimizin şehit edilmesi çift yönlü bir hamle olarak plânlanmıştı. Özellikle Regaib Kandili’ne denk getirilen o kalleş saldırı, bizim en temel ve en tükenmez lojistiğimiz olan mâneviyatımızı kırmaya yönelikti.

O kutlu gecede giriştikleri bu kutsuz saldırı ile bizi mânen bir buhrana düşürmeyi amaçlayan bu şer cephe, Türk kamuoyunu medyaları ve  onlarla bağlantılı iç medya üzerinden müthiş bir kara propaganda şokuna tâbi tuttular.

Gâye, İdlib’den geri adım attırmaktı. Nitekim o hain saldırı gecesinden itibaren bizim işbirlikçi muhalefet ve şer odaklarının kuklası kripto yapılar, “Ne işimiz var Suriye’de? Mehmetçiklerimiz ölmesin” şeklinde sahte asker muhabbeti üzerinden siyâsî iradeyi geri adım atmaya zorladılar.

Ne var ki, 15 Temmuz’dan sonra en az dört masada rahatlıkla satranç oynayabilecek bir akla ulaşmış olan Devletimiz, bu cepheden bir adım geri atmanın, diğer cephelerde koşarak geri çekilme anlamına geldiğini gayet iyi biliyordu. Bu geri çekilme, bizi kâğıttan kaplan konumuna düşürürdü. İdlib’den çekildiğimizde, bizi onlarca şehide mâl olmuş harekât bölgelerinde kim tutabilirdi? 

Ya her türlü riski göze alarak Münhasır Ekonomik Bölge ilân ettiğimiz Akdeniz’de vâki olacak kuşatmaları nasıl göğüslerdik? Ve yüz yıl sonra hesap kapatmaya gittiğimiz Libya’da hâlimiz nice olurdu?

Haydi diyelim ki, bu geri çekilişi, kayıpları göze alarak bir şekilde telâfi etmiş olsaydık, bir daha bizi sınırdan dışarı çıkarırlar mıydı sanıyorsunuz?

En önemlisi de, yüz yıl sonra üzerlerinde çok derin etkiler ürettiğimiz çevre ülkeler nezdinde kaybettiğimiz itibarı, bir daha elde etmek mümkün olur muydu?

***

İşte kazandığımız her pozisyonu “Ya hep, ya hiç!” anlayışıyla koruduğumuz bir anda, dünyanın gündemi Korona salgını ile birdenbire değişti ve yeryüzünün tamamı Korona sisinin altında kaldı.

İşte böylesi bulanık bir ortamın çıkması için fırsat kollayan şer odakları, virüsün bizim üzerimize bütün hızıyla abandığı bir demde, nerelerden hamle bekliyorsak oralardan hamle yapmaya başladılar.

Suriye cephesinde bizimle mecbur kaldığı bir anlaşmayı kerhen yapmak zorunda kalan Rusya, kendi sahasında ihaleyi BAE’ye vererek salağa yatmaya başladı. Görünüşte bir devletçik olan BAE, Atlantik cephesinin Müslüman kılıklı bir argümanından başka bir şey değildi. Aklı ve gönlü kıt ama parası bol bu kukla devletçik, sahada Esed, PKK ve Heyetü’t-Tahrir üzerinden yeni bir saldırı modeli geliştirdi: Türklerin kontrol ettiği alanlarda terör saldırıları ve ateşkes ihlâlleri yaparak kaos oluşturmak… Türkiye dikkatini bu sahaya yöneltince, Libya’dan saldırıya geçerek Trablus’u ele geçirmek amacını güdüyorlardı.

Ateşkes sürecinde bu plân uyarınca PKK’ya, bizim hâkimiyet bölgemize sızma görevi verildi. Yumurta dikseniz 10 kilometreden görünen bir arazide, PKK’nın bu işe girişmesi akıl kârı mıydı? Hayır!

Nitekim, havadaki gözlem kabiliyeti ile yerdeki karıncanın cinsiyetini bile ayırt eder hâle gelmiş olan Türk Ordusu için bu sızma girişimlerini önlemek, keklik avından farksızdı. Öyle de oldu ve bu sızma girişimleri PKK için en az bin militana mâl oldu.

Şer cephesinin bu kayıpları vermekten maksadı, dikkati Barış Pınarı ve Fırat Kalkanı bölgesine çekerek Afrin’e saldırmaktı. Zira Afrin’e giden karayolu, BAE güdümündeki Heyetü’t-Tahrir grubunun kotrolünde idi. Heyetü’t-Tahrir, yol güvenliği görüntüsüyle denetlenemez bir araç kuyruğu oluşturmakta ve PKK tarafından tuzaklanmış bir iki tankeri, bu araç izdihamının içine saklayarak yolu birdenbire açmakta, zemberekten boşanmış gibi bir araç sürüsü, tozu dumana katarak Afrin’e girmekte idi.

Türk devlet aklı, bu plânı çözmekle kalmadı, eylemcileri de kıskavrak yakalayarak BAE dosyasına ileride tahsil edilmek üzere yüklü bir fatura kesti.

Bekle BAE, günü gelince bu faturayı nemalarıyla tahsil edeceğiz nasıl olsa!

***

Korona sisi içerisinde Libya cephesinde tuhaf işler cereyan etti. Türkiye’nin içe çekildiğini sanan şer cephesi, Hafter’i Trablus üzerine saldırttı ama beklemedikleri bir yenilgi alarak batı sahilinin tamamını kaybetti. Batı sahilin kaybı bir yana, sahil ve Tunus sınırını kontrol ettikleri Vatiyye Hava Üssü’nden de baş çıkaramaz hâle geldiler.

Libya’da olacak gelişmeleri çok önceden tahmin eden Türkiye, Korona öncesi ve sonrasında boş durmamış, Libya güçlerini, savunmadan taaruza geçirecek bir düzeye ulaştırmıştı. Bu kadar kısa bir zamanda böylesine bir organizasyon mümkün olmadığı için, şer cephesi rehavete kapılmış ve biz bu arada köprü başlarını çoktan tutmuştuk.

Libya’da işlerin ters gittiğini gören Rusya, zaman kazanma taktiklerine başvurarak Hafter üzerinden ateşkes numaraları çekerken, durumdan asıl rahatsız olan AB, daha önce oynadığı üç maymun oyununu panikle terk ederek acilen Türkleri durdurma plânı yaptı: “İrini Harekâtı”...

Yunanca “barış” (!) anlamına gelen bu İrini Harekâtı’nın amacı, güya Libya’ya deniz üzerinden lojistik malzeme taşıyan gemileri denetlemekmiş.

AB’nin ağzında gevelediği bu baklanın açılımı şu: “Türklerin Libya’ya gemilerle teçhizat taşımasına müsaade etmeyeceğiz.”

Hemen merkezi Roma olan bir müşterek filo (!) oluşturan AB, komutanlığı İtalya’ya, yardımcılığını da Fransa’ya verdi. Bu ahbap çavuşlar, yersek, yakalayacakları Türk gemilerini sorgulamak ve tahliye etmek üzere Malta ve Yunanistan limanlarına çekeceklermiş…

Breh breh! Adamlara bakın, karşılarında hâlâ yüzyıl önceki gemisiz, donanmasız Türkiye olduğunu sanıyorlar.

Peki, bu İrini Harekâtı’na karşı biz ne yaptık?

Ne yapacağız, dokuz adet destroyeri Akdeniz’de tam teçhizat balık (!) nöbetine çıkardık. Türk bandıralı bir gemiye bu miçolar el koyacak, biz de bakacağız, öyle mi? Türkiye artık kuru tehdide boyun eğecek bir ülke değil! Bırakın el koymayı, yanına bile yaklaştırmayız Alimallah!

AB içinde bu işi kaşıyanlar Yunanistan ile Fransa’dan başkası değil. Almanya da göstermelik üç yüz asker göndermiş. Zaten harekât komutanlığının sürekli ikili oynayan İtalya’da olması, bu işin suyunun çıkacağının açık bir işareti.

Öte yandan AB’den çıkan İngiltere el altından bizimle çalışıyor ve kendisiyle hareket eden Malta’ya da bir şeyler telkin etmiş olmalı ki Malta, İrini Harekâtı’ndan çekildiğini açıkladı. Hoppala! İrini Harekâtı, Yunan ve Fransız’ın içlerindeki irini dökmelerine fırsat vermeden çökecek galiba…

Nitekim Türk devlet aklı, Libya üzerinden bu harekâtı tanımadığı açıklamasını yaparak AB filosunun yelkenlerini suya indirmekte gecikmedi.

***

Bu arada küçük şeytan BAE, Mısır’ın Libya sınırına savaş uçakları yığmaya başladı. Onların borazanı olan Hafter de Trablus’a “Ebabil Harekâtı” düzenleyeceğini söyledi.

Ey BAE ve ardındakiler! Ebabil mübarek bir kuştur, o sizin ağzınıza sığmaz. Siz düzenleseniz düzenleseniz, “kara karga harekâtı” düzenlersiniz. Fakat Libya semâsı boydan boya ak doğanlarla dolu durumda. Kanat açtığınız an, kavi pençelerini ensenize geçirmek üzere bekliyorlar, hazır olun vaktinize!  

Vesselâm...