TÜRK insanının
müşterek bilinç altında, en kadim atasözlerinden biri yatar: “Su (sü; asker,
ordu) uyur, düşman uyumaz.”
Korona
salgını günlerinde bizim içe kapandığımızı sanarak saman altından su (“sü” mü
demeliydim) yürüten düşmanlarımız, içte kukla terör örgütleriyle, dışta da üç
önemli sinir ucumuz olan Suriye, Akdeniz ve Libya’da sinsice üzerimize gelmeye
başladılar.
Düşmanlarımız
boş durmuyordu ama biz de armut toplamıyorduk elbet. Genlerinde iki bin yıllık
bir tecrübe taşıyan bu devlet, hem salgın virüsüne karşı, hem de hâricî
virüslere karşı hazırlıklıydı.
Zaten
Devletimiz salgın öncesi oturduğu satranç masasının başından hiç kalkmamıştı.
Bu durumun ne kadar yerinde bir hareket olduğu, salgın sisinin dağılmaya
başladığı bugünlerde açıkça görüldü.
Karşımızdaki
şer cephesi, Korona öncesi ilk büyük şah hamlesini İdlib’de çekti. Otuz altı
askerimizin şehit edilmesi çift yönlü bir hamle olarak plânlanmıştı. Özellikle Regaib
Kandili’ne denk getirilen o kalleş saldırı, bizim en temel ve en tükenmez
lojistiğimiz olan mâneviyatımızı kırmaya yönelikti.
O
kutlu gecede giriştikleri bu kutsuz saldırı ile bizi mânen bir buhrana
düşürmeyi amaçlayan bu şer cephe, Türk kamuoyunu medyaları ve onlarla bağlantılı iç medya üzerinden müthiş
bir kara propaganda şokuna tâbi tuttular.
Gâye,
İdlib’den geri adım attırmaktı. Nitekim o hain saldırı gecesinden itibaren
bizim işbirlikçi muhalefet ve şer odaklarının kuklası kripto yapılar, “Ne işimiz var Suriye’de? Mehmetçiklerimiz
ölmesin” şeklinde sahte asker muhabbeti üzerinden siyâsî iradeyi geri adım
atmaya zorladılar.
Ne
var ki, 15 Temmuz’dan sonra en az dört masada rahatlıkla satranç oynayabilecek
bir akla ulaşmış olan Devletimiz, bu cepheden bir adım geri atmanın, diğer
cephelerde koşarak geri çekilme anlamına geldiğini gayet iyi biliyordu. Bu geri
çekilme, bizi kâğıttan kaplan konumuna düşürürdü. İdlib’den çekildiğimizde, bizi
onlarca şehide mâl olmuş harekât bölgelerinde kim tutabilirdi?
Ya
her türlü riski göze alarak Münhasır Ekonomik Bölge ilân ettiğimiz Akdeniz’de
vâki olacak kuşatmaları nasıl göğüslerdik? Ve yüz yıl sonra hesap kapatmaya
gittiğimiz Libya’da hâlimiz nice olurdu?
Haydi
diyelim ki, bu geri çekilişi, kayıpları göze alarak bir şekilde telâfi etmiş
olsaydık, bir daha bizi sınırdan dışarı çıkarırlar mıydı sanıyorsunuz?
En
önemlisi de, yüz yıl sonra üzerlerinde çok derin etkiler ürettiğimiz çevre
ülkeler nezdinde kaybettiğimiz itibarı, bir daha elde etmek mümkün olur muydu?
***
İşte
kazandığımız her pozisyonu “Ya hep, ya
hiç!” anlayışıyla koruduğumuz bir anda, dünyanın gündemi Korona salgını ile
birdenbire değişti ve yeryüzünün tamamı Korona sisinin altında kaldı.
İşte
böylesi bulanık bir ortamın çıkması için fırsat kollayan şer odakları, virüsün
bizim üzerimize bütün hızıyla abandığı bir demde, nerelerden hamle bekliyorsak
oralardan hamle yapmaya başladılar.
Suriye
cephesinde bizimle mecbur kaldığı bir anlaşmayı kerhen yapmak zorunda kalan
Rusya, kendi sahasında ihaleyi BAE’ye vererek salağa yatmaya başladı. Görünüşte
bir devletçik olan BAE, Atlantik cephesinin Müslüman kılıklı bir argümanından
başka bir şey değildi. Aklı ve gönlü kıt ama parası bol bu kukla devletçik,
sahada Esed, PKK ve Heyetü’t-Tahrir üzerinden yeni bir saldırı modeli
geliştirdi: Türklerin kontrol ettiği alanlarda terör saldırıları ve ateşkes
ihlâlleri yaparak kaos oluşturmak… Türkiye dikkatini bu sahaya yöneltince,
Libya’dan saldırıya geçerek Trablus’u ele geçirmek amacını güdüyorlardı.
Ateşkes
sürecinde bu plân uyarınca PKK’ya, bizim hâkimiyet bölgemize sızma görevi
verildi. Yumurta dikseniz 10 kilometreden görünen bir arazide, PKK’nın bu işe
girişmesi akıl kârı mıydı? Hayır!
Nitekim,
havadaki gözlem kabiliyeti ile yerdeki karıncanın cinsiyetini bile ayırt eder
hâle gelmiş olan Türk Ordusu için bu sızma girişimlerini önlemek, keklik
avından farksızdı. Öyle de oldu ve bu sızma girişimleri PKK için en az bin
militana mâl oldu.
Şer
cephesinin bu kayıpları vermekten maksadı, dikkati Barış Pınarı ve Fırat Kalkanı
bölgesine çekerek Afrin’e saldırmaktı. Zira Afrin’e giden karayolu, BAE
güdümündeki Heyetü’t-Tahrir grubunun kotrolünde idi. Heyetü’t-Tahrir, yol
güvenliği görüntüsüyle denetlenemez bir araç kuyruğu oluşturmakta ve PKK tarafından
tuzaklanmış bir iki tankeri, bu araç izdihamının içine saklayarak yolu birdenbire
açmakta, zemberekten boşanmış gibi bir araç sürüsü, tozu dumana katarak Afrin’e
girmekte idi.
Türk
devlet aklı, bu plânı çözmekle kalmadı, eylemcileri de kıskavrak yakalayarak
BAE dosyasına ileride tahsil edilmek üzere yüklü bir fatura kesti.
Bekle
BAE, günü gelince bu faturayı nemalarıyla tahsil edeceğiz nasıl olsa!
***
Korona
sisi içerisinde Libya cephesinde tuhaf işler cereyan etti. Türkiye’nin içe
çekildiğini sanan şer cephesi, Hafter’i Trablus üzerine saldırttı ama
beklemedikleri bir yenilgi alarak batı sahilinin tamamını kaybetti. Batı sahilin
kaybı bir yana, sahil ve Tunus sınırını kontrol ettikleri Vatiyye Hava Üssü’nden
de baş çıkaramaz hâle geldiler.
Libya’da
olacak gelişmeleri çok önceden tahmin eden Türkiye, Korona öncesi ve sonrasında
boş durmamış, Libya güçlerini, savunmadan taaruza geçirecek bir düzeye
ulaştırmıştı. Bu kadar kısa bir zamanda böylesine bir organizasyon mümkün
olmadığı için, şer cephesi rehavete kapılmış ve biz bu arada köprü başlarını
çoktan tutmuştuk.
Libya’da
işlerin ters gittiğini gören Rusya, zaman kazanma taktiklerine başvurarak
Hafter üzerinden ateşkes numaraları çekerken, durumdan asıl rahatsız olan AB,
daha önce oynadığı üç maymun oyununu panikle terk ederek acilen Türkleri
durdurma plânı yaptı: “İrini Harekâtı”...
Yunanca
“barış” (!) anlamına gelen bu İrini Harekâtı’nın amacı, güya Libya’ya deniz
üzerinden lojistik malzeme taşıyan gemileri denetlemekmiş.
AB’nin
ağzında gevelediği bu baklanın açılımı şu: “Türklerin
Libya’ya gemilerle teçhizat taşımasına müsaade etmeyeceğiz.”
Hemen
merkezi Roma olan bir müşterek filo (!) oluşturan AB, komutanlığı İtalya’ya,
yardımcılığını da Fransa’ya verdi. Bu ahbap çavuşlar, yersek, yakalayacakları
Türk gemilerini sorgulamak ve tahliye etmek üzere Malta ve Yunanistan
limanlarına çekeceklermiş…
Breh
breh! Adamlara bakın, karşılarında hâlâ yüzyıl önceki gemisiz, donanmasız
Türkiye olduğunu sanıyorlar.
Peki,
bu İrini Harekâtı’na karşı biz ne yaptık?
Ne
yapacağız, dokuz adet destroyeri Akdeniz’de tam teçhizat balık (!) nöbetine
çıkardık. Türk bandıralı bir gemiye bu miçolar el koyacak, biz de bakacağız,
öyle mi? Türkiye artık kuru tehdide boyun eğecek bir ülke değil! Bırakın el
koymayı, yanına bile yaklaştırmayız Alimallah!
AB
içinde bu işi kaşıyanlar Yunanistan ile Fransa’dan başkası değil. Almanya da
göstermelik üç yüz asker göndermiş. Zaten harekât komutanlığının sürekli ikili
oynayan İtalya’da olması, bu işin suyunun çıkacağının açık bir işareti.
Öte
yandan AB’den çıkan İngiltere el altından bizimle çalışıyor ve kendisiyle
hareket eden Malta’ya da bir şeyler telkin etmiş olmalı ki Malta, İrini Harekâtı’ndan
çekildiğini açıkladı. Hoppala! İrini Harekâtı, Yunan ve Fransız’ın içlerindeki
irini dökmelerine fırsat vermeden çökecek galiba…
Nitekim
Türk devlet aklı, Libya üzerinden bu harekâtı tanımadığı açıklamasını yaparak
AB filosunun yelkenlerini suya indirmekte gecikmedi.
***
Bu
arada küçük şeytan BAE, Mısır’ın Libya sınırına savaş uçakları yığmaya başladı.
Onların borazanı olan Hafter de Trablus’a “Ebabil Harekâtı” düzenleyeceğini
söyledi.
Ey
BAE ve ardındakiler! Ebabil mübarek bir kuştur, o sizin ağzınıza sığmaz. Siz
düzenleseniz düzenleseniz, “kara karga harekâtı” düzenlersiniz. Fakat Libya
semâsı boydan boya ak doğanlarla dolu durumda. Kanat açtığınız an, kavi
pençelerini ensenize geçirmek üzere bekliyorlar, hazır olun vaktinize!
Vesselâm...