İrfan medeniyetinin güzide bir evlâdı: Neşet Ertaş

Öğleden sonra geldi salona Neşet Ertaş. Kara kuru, ufak tefek, şapkalı bir amca; babam yaşında... İç Anadolu aksanıyla konuşan “bu toprağın, sesi, yüzü” bir amca... Sahne, salon, sandalyeler… Kontrol etti. Bir check-sounda (ses kontrol) başladı ki aman Allah’ım! Salonun köşelerine adamlar gönderiyor, sağır noktaları buldurtup ses düzenciye giderttiriyor... İnanılmaz derecede hassas, titiz ve dinleyicisine saygılı! Takipçi, inatçı, mükemmeliyetçi... Hilâfsız söylüyorum, tam tamına bir saat kırk beş dakika sürdü ses kontrol!

ADINI ilk kez 1979’da, üniversite öğrencisiyken, bir üst sınıftan ağabeyimiz Veysel Karafilik’ten duymuştum; hiç de ilgimi ve sevgimi çekmemişti. Gırıkgaleli Veysel ise bayılıyordu.

Kırkıma yaklaşıyordum, 1990’ların ikinci yarısıydı. Kanal7’de Orhan Hakalmaz, o duru sesi, edepli, sıcak ve terbiyeli tavırları ile Anadolu’nun, yer yer Rumeli’nin hemen her yöresinden türküler okuyordu. Ve sık sık övgüyle, saygıyla, sevgiyle bir koca ustadan söz ediyordu; Neşet Ertaş’tan... Ve ondan türküler okuyordu.

İlgimi çekmeye başladı bunlar, sevgi mi de. Örneğin çocukluğumuzda âşinâ olduğumuz Dane dane benleri var yüzünde türküsü de onunmuş, Evvelim sen oldun, ahirim sensin de. Yalınlığı, sadeliği, tumturaksızlığı sevmeye başlamıştım daha bir.

Ne diyordu Ertaş? “Datlı dile, güler yüze/ Doyulur mu, doyulur mu?/ Cânâna kıyılır mı?/ Cânânına gıyanlar/ Hakk’ın gulu sayılır mı?”

Tam kırk yaşımda bir karar verdim (demek ki bazı insanlar kırkında akil bâliğ olabiliyorlar): Bu Neşet Ertaş’ı yakından tanıyacağım!

Kimdi Neşet Ertaş?

Horasan’dan İç Anadolu bozkırlarına göçen Türkmen Abdal obasından bir garip olarak Kırşehir Çiçekdağı Kırtıllar köyünde doğmuştu. Bozkırın Ağıdı Muharrem Ertaş’tan olma, Döne Ana’dan doğmaydı. Herkesi anası emzirir, Küçük Neşet’i yokluk, kıtlık, garibanlık sarıp sarmalamıştı. Altı yaşından itibaren babasıyla beraber Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Niğde, Nevşehir ve Kayseri’de düğün düğün, köy köy dolaşarak sekiz yıl süreyle saz çalmış, türkü söylemişti.

Doğru düzgün okula gitme fırsatı bulamayan Küçük Neşet, Muharrem Ertaş Enstitüsü’nden “pekiyi” ile mezundu bile; nitekim “Muharrem Usta, hemi babam, hemi öğretmenimdi” diyecek, “Bildiklerimin yüzde doksanı onundur” sözleriyle bunu teyit edecektir. Bağlama ve keman çalmayı da babasından “alacak”tır. Hacı Taşan da “saz kardeşi”dir; ikisi de Muharrem Ertaş’ın “rahle-i tedrisinde” yetişmişlerdir.

On dört yaşındayken İstanbul’a göçen Neşet Ertaş, 1957’de “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” adlı plâğıyla bütün ülkeye “Merhaba” demiş, iki yıl sonra da Ankara’ya yerleşmişti. İzmir Narlıdere’deki askerliğinden sonra plâk üstüne plâk yapmış, konserlerle Türkiye’yi altı yedi kez dolaşmıştı.

Bu arada “alkole âşinâlığından” elleri felç olmuş, 1979’da Almanya’ya tedavi için gitmiş, iki yıllık tedaviden sonra artık “Almancı olmuştur”. Müzik hayatına orada devam edecek, oradan tüm Türkiye’yi ayağa kaldıracak enfes türküler üretecektir: Doyulur mu?”, “Zahidem”, “Mapushanelere Güneş Doğmuyor?”, “Çiçekler Ekiliyor”, “Gönül Dağı”, “Neredesin Sen?”, “Ahirim Sensin”, “Kendim Ettim, Kendim Buldum” ve daha onlarca türkü...

Garipti.Biz garibik, bizi hep garipler diye, abdallar diye aşağıladılar, küçümsediler; gariplik bana çocukluğumdan kaldı” diyecekti.

“Bozkırın Tezenesi: Neşet Ertaş adında enfes bir kitap hazırlayan ve destekleriyle ona daha bu dünyada “ba’sü badel-mevt” (ölümden sonra yeniden diriliş) yaşatan Bayram Bilge Tokel’e göre o, ismi bağlama ile özdeşleşmiş ve âdeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası” ve Neşet Ertaş'ın sanatı da müziğin özünü ve ruhunu kavrayan birinin hiçbir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir”.

Mehmet Şeker kardeşime göreyse, “Neşet Ertaş, tezenesini sazın teline vurduğu zaman devleşir. O kara yüzlü ufak tefek adam gider de ayağı yerde, başı göklerde bir heybetli adam gelir sahneye”.


Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı’ydım 2004’ten itibaren. Zaman zaman halkın gerçek sanatçıları” ile halkımızı buluşturuyorduk. Genel Sekreter Yardımcımız Ömer Kahveci, Genel Sekreterimiz Osman Kaya ile “Bu kez kimi getirelim? sorusuna cevap ararken, Ömer Bey Neşet Ertaş’ı getirelim dediğinde çocuklar gibi sevindim. Hiçbir iletişim aracı kullanmayan (varsa da kimseye vermeyen) Neşet Usta’ya nasıl ulaşacaktık?

O günlerde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü, dost, ağabey, gönül adamı Bayram Bilge Tokel’e ulaştım. Bayram Ağabey, her zamanki çelebiliği, hoşgörüsü ve yardımseverliği ile koca ustayı ikna etti, 29 Ocak 2006 tarihinde halk konseri için anlaşıp sözleştik.

Öğleden sonra geldi salona Neşet Ertaş. Kara kuru, ufak tefek, şapkalı bir amca; babam yaşında... İç Anadolu aksanıyla konuşan bu toprağın, sesi, yüzübir amca... Sahne, salon, sandalyeler… Kontrol etti. Bir check-sounda (ses kontrol) başladı ki aman Allah’ım! Salonun köşelerine adamlar gönderiyor, sağır noktaları buldurtup ses düzenciye giderttiriyor... İnanılmaz derecede hassas, titiz ve dinleyicisine saygılı! Takipçi, inatçı, mükemmeliyetçi... Hilâfsız söylüyorum, tam tamına bir saat kırk beş dakika sürdü ses kontrol!

Konser

Sonra yemeğe geçtik Tunatan Restaurant’a. Sağ olsun, Yeni Şafak’tan dostum Mehmet Şeker de katıldı; meğer o da müptelasıymış Neşet Usta’nın. Yemekteki sohbette bir kez daha gördük ki, “koca usta tam bir tevazu ve saygı âbidesi; kibir, şan, şöhret, gurur, kibir, kapris, hava” gibi kelimeler yok lügâtinde

Derken konser saati geldi, benim yüzümde güller açmaya başladı. Aman Allah’ım, o nedir öyle! İki bin kişilik salon tıklım tıklım doldu, merdivenlerle salonun zemini de doldu taştı. Bir altmış boyundaki şapkalı kara adam anons edilip de göründüğünde, salon âdeta alkış, sevinç ve mutluluktan yıkılıyordu. Ellerimi açıp, yüzümüzü kara çıkartmayan Rabbime sonsuz şükürler ettim.

Hiç konuşmadı kara adam, bağlamasını aldı eline -yoksa bağlaması mı onu aldı teline, tam anlayamadım-, yumdu gözlerini, hiç konuşmadan, selâm vermeden enfes dört türkü okudu. Aslında o değil de dört türkü onu okudu âdeta. Sahnede o yoktu. Saz, ses, görüntü de yoktu. Sadece türkü vardı! Ahenk vardı, uyum vardı, Anadolu vardı, Türkü Baba vardı. Konser su gibi, bal gibi, rüzgâr gibi akıp geçti…

Annemin, babaannemin, anneannemin, Anadolu insanının diliyle su katılmamış bir Türkçe ile konuşuyor, okuyordu Neşet Baba. Güzel demiyor, gözel diyor; gönül demiyor, göğül diyor, kara demiyor, gara diyordu... 

Garadır şu bahtım gara/ Sözüm kâr etmiyor yâra/ Yüreğimi yaktı nara/ Kendim ettim, kendim buldum/ Gül gibi sararıp soldum...”

Garip idi, garibandı; yoksulun, garibin, çilekeşin tınısı, nefesi, sesiydi. Bin yıldır merkezden hak ettiğini alamamış, bolluk, bereket, zenginlik nedir bilmemiş, çorak bozkırlarda yarı aç yarı tok yaşamış ve buna isyan etmemiş, dik durmayı ve garibanlığı onuru bilmiş bir dilden/edepten/usûlden okuyordu Neşet Baba.

İnsanların ırk, mâkâm mevkii yahut para puluna göre muamele görmesine âdeta isyan ediyordu. O güzel bir medeniyetin özel bir evlâdıydı. Ümmiydi, evet! Doğru dürüst formel bir eğitimi olmayabilirdi ama gönlünde en az bin yıllık bir mirası temellük ederek çalıp söylüyor, tâ Horasan’dan gelen Türkmen dervişlerinin rüzgârı serinletiyordu yer yer dizelerini.

O sazını gönülden çalıyor, eserlerini gönülden yazıyor, türkülerini gönülden okuyordu; zira o bir Gönül Dağı”, gönül dağımız” idi bizim. O, “Gönüller yapmaya geldim diyen Yûnus Emre ile yoldaş, “Kim olursan ol, yine gel diyen Mevlâna ile gönüldaş, “Benim sâdık yârim gara topraktır diye diye Anadolu’yu dolaşan Âşık Veysel’le ayaktaş, “Lâmbada titreyen alev üşüyor/ Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban diyen Abdurrahim Karakoç’la dildaş, “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana diyen Âşık Mahzunî Şerif’le derttaştı…

Neşet Ertaş, “bin yıllık Anadolu geleneği” olan âşıklığıngünümüzdeki en güçlü, en son ve en sahih temsilcisiydi. Türkülerimizi ve gönüllerimizi -kendi tabiriyle- havalandırmıştı” bir ömür, ama kendisi bir milim havalanmamıştı.

Harbiye Açıkhava Sahnesi’ndeki konserindeydik ailece, 2010 yazıydı. Beş bin kişilik konserde iğne atsanız yere düşmeyecekti. Anadolu’nun sesi/kokusuyla İstanbul buluşmuştu âdeta. Belki de son konseriydi. Konser öncesi kuliste Bayram Bilge Ağabeyin dalâleti ile görüşmüş, içinde onun da yer aldığı Akşamın Aydınlığında Portreler kitabımı imzalayıp takdim etme imkânı bulmuş, hasret gidermiştik. Baktı, baktı, teşekkür sözü olarak bin yılların mirası, âdeta onunla özdeşleşen meşhur sözünü söyledi yine: Fahri gardaş, ayağıyın turabı, göğnüyün hızmatçısı oliym!

Ölümünün birinci yıldönümünde, dönemin Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak dostumun isteğiyle dört sanatçı (Bayram Bilge Tokel, Erol Parlak, Orhan Hakalmaz, Yıldız İbrahimova) ve on üç şair yazara (A. Ali Ural, Ahmet Güner Sayar, D. Mehmet Doğan, Fahri Tuna, Hüseyin Su, Hüseyin Su, Mehmet Nuri Yardım, Mehmet Şeker, Nurullah Genç, Sadık Yalsızuçanlar ve sair) Neşet Usta’yı yazdırttım, editörlüğünü de üstlendim kitabın. Sağlığında onun hayatını anlatan dört kitap yayımlanmıştı. Ölümünden sonra beşincisini hazırlamak bana, yayımlamak Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak’a nasip olmuştu. Çok şükür!

Neşet Baba’nın sesinde bir “hüzün yumağı” olduğu doğruydu; onda sadece kendinin değil, bütün bir Anadolu’nun hüznü vardı. Anadolu insanının kitaplarda tanımı olmayan tasavvufî bir yönü olduğuna inanırız. Allah-u Âlem, bu veçhe Neşet’te zuhur etmiş olmalı. Türküleri sevdiren adamdı o. Türkülerle bizi bize döndüren”, “bizi bize hatırlatan adamdı. “Aslımıza döndüren adamdı o. Türkülerle yaptı bunu; bozlaklarla, aydostlarla…

Tezenesini üç telli sazına değil, gönlümüzün tellerine vuran adamdı o. Türkü Baba’sıydı hepimizin. Özüyle, sözüyle, sazıyla Anadolu... “Gönül Dağından bizlere esinti, hüzün ve hikmetler taşıyan dosttu. İrfan medeniyetimizin güzide bir evlâdıydı o. Bakmayın okuma yazması olmadığına, hakkında yazılan dört kitabı da tek satır okuyamadığına, bizim medeniyetimizde profesördü o; ordinaryüsünden hem de...