İpin ucu kaçtı

İpin ucu gerçekten kaçtı. Neredeyse her gün yapılan zamlardan millet bıktı, usandı. Vatandaş çok sevdiği devletinden âcilen ve sahici çözümler bekliyor. İnanmayan yetkililer ve ilgililer varsa, Fatih gibi tebdil-i kıyâfet yaparak sahaya bir insinler, çarşı-pazar dolaşsınlar, bakalım vatandaş kendilerine ne diyecek…

SON yıllarda ülkemizde yaşanan hayat pahalılığı, yüksek enflasyon oranları, döviz-faiz sarmalı ve kriz sinyalleri veren ekonomik göstergeler bana 70’li yılları hatırlattı.

Tabiî ki zamanın şartları ve ekonomik enstrümanlar açısından arada birtakım farklılıklar olsa da bu hatırlatma dahi işin iyiye doğru gitmediğini gösteriyor ki bunun psikolojik olarak insanları korkutmaya yettiğini söyleyebilirim.

70’li yıllar

70’li yıllar, koalisyon dönemleriydi. Siyâsî istikrarsızlıklar ve anarşik olaylar hükûmetlerin ömrünü çok kısa tutuyordu. Üç ay, altı ay, bir sene gibi çok kısa süren koalisyon hükûmetleri vardı. Dolayısıyla çok kısa ömürlü olan koalisyon hükûmetlerinin ülkenin kökleşmiş ve kangren olmuş sorunlarını çözmesi beklenemezdi.

Özellikle 70’li yılların sonlarına doğru memleket “yokluklar ülkesi” hâline dönüşmüştü. Benzin yok, mazot yok, fueloil yok, gazyağı yok, yağ yok, şeker yok, çay yok, tuz yok, ilaç yok… Yok oğlu yok! Neredeyse hiçbir şey yoktu.

İnsanlar temel gıda maddelerini bulmakta dahi çok güçlük çekerlerdi. Okullar günlerce kapalı tutulur, devlet dairelerinde memurlar paltolarıyla, pardösüleriyle çalışmak zorunda kalırdı. Bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklar vardı ve vatandaşların, yaşlı insanların, emeklilerin ömürleri neredeyse bu kuyruklarda geçerdi. Hatta bazı hasta ve yaşlı insanlar kuyruklarda sıra beklerken bu çileye dayanamaz, ölürdü.

O günlerden bugünlere…

Bunları hatırlamak dahi belirli yaşın üstünde olan insanları hâlâ korkutur ve ürkütür. İşte o günlerden bugünlere gelindi. Şükürler olsun, ülkemizde artık her şey bol bol bulunuyor. Hemen hemen hiçbir şeyin yokluğu çekilmiyor. Hatta insanlardan birçoğunun katları, yatları, yazlıkları, kışlıkları, çift çift arabaları, sıkıldıkları için üç dört senede bir değiştirilen konforlu koltukları, salon takımları, mobilyaları, gardıroplarında düzine düzine elbiseleri, ayakkabıları var.

Bu insanların yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında; kalan ve çöpe giden yiyecekleri, zamâne kız ve gelinlerin evde yemek yapmaya üşenip (zâten çoğu yemek yapmasını dahi bilmiyor) onlarca para vererek restoranlarda yemek yemeleri, gezmelere tozmalara harcanan tonlarca paraları, düzenlenen doğum günü ve eğlence partileri, şaşaalı ve şatafatlı düğünleri, nikâh törenleri ve bu törenlerde görgüsüzce harcanan paraları ve yapılan israfları, gerdek gecelerini dahi mahremiyet alanları olan evlerinde değil de son yıllarda uydurdukları balayı törenleri ile umuma açık otellerde geçirmeleri ve buralarda yapılan masrafları, israfları, israfları, israfları ve daha neleri, neleri, neleri söz konusu…

İşin ilginç ve daha acı tarafı ise, modernistlerin yaşam tarzlarına öykünen ve kendilerini Müslüman olarak gören insanların ve gençlerin (özellikle kızların ve taze gelinlerin) dahi Bremen Mızıkacıları gibi şuursuzca bu koroya katılmaları.

Zamâne gençliği ve Z kuşağı

İşte hayatlarında kıtlık, yokluk, pahalılık nedir bilmeyen, görmeyen ve yaşamayan bu zamâne gençliği ve “Z kuşağı”, son yıllarda oluşan bu hayat pahalılığı karşısında önce şaşkına döndüler, sonra da yavaş yavaş korkmaya ve ürkmeye başladılar. Bu olumsuzlukların başlarına hiç gelmeyeceğini sandılar. Vur patlasın, çal oynasın havasındaydılar. Ağustosböcekleri gibi sıcak yaz akşamlarında sürekli olarak dans ediyorlardı. Hâlbuki nâmerde muhtaç olmamak için karıncalar misâli kesintisiz olarak çalışmak gerekiyordu. La Fontaine’in Fabl’ında olduğu gibi, açlıktan iki büklüm ve ölmekte olan Ağustosböceğinin durumuna düşmemek gerekiyordu. Şahsiyetini, haysiyetini, şerefini, izzetini kaybederek karıncadan yiyecek dilenen Ağustosböceği gibi olmamak gerekiyordu.

Bu gençler annelerinin, babalarının, büyüklerinin söz ve nasihatlerini de dinlemediler. Hâlbuki büyükleri bu kıtlıkları, yoklukları, hayat pahalılığını geçmişte çok görmüş ve yaşamışlardı. Onun için büyük bir tecrübeye sahiptiler. Bu tecrübelerini çocuklarına, yakınlarına, gençlere aktararak onların tutumlu olmalarını ve tasarruf etmelerini öğütlüyorlardı. Ama dinlemediler, hep böyle gider zannettiler. Yumurta kapıya dayanınca Ağustosböceğinin kış uykusundan uyandığı gibi uyandılar ve şaşkın şaşkın “Ne oluyoruz yahu?” demeye başladılar.

Bir şey olmuyordu. İbret alınmadığı için sadece târih tekerrür ediyordu…

Gezi Olaylarının getirdikleri

Aslında meşhur “Gezi Olayları”na kadar her şey yolunda gidiyordu. Türkiye şartlarında geçmişe nazaran hayat oldukça ucuzlamış ve kolaylaşmıştı. Herkes bol bol yiyor, içiyor, ev, bark, araba sahibi oluyordu. Devlet’in yaptığı önemli yatırımlar sayesinde memleketin dört bir tarafı mâmur ediliyor, Avrupâî tarzda yollar, köprüler, tüneller, havalimanları, barajlar, üniversiteler, modern hastaneler yapılıyordu. Millî savunmada dev adımlar atılıyor, otomasyon ve dijitalleşme ile vatandaşların hayatları oldukça kolaylaşıyordu. Dezavantajlı sınıflar ve insanlar ilk defa adam (insan) yerine konuluyordu.

Gezi Olaylarına kadar aşağı yukarı durum bu minvâl üzere idi. İşte ne olduysa, bundan sonra oldu! Sanki gizli bir el, dönen çarka çomak soktu. Yürüyen arabanın tekerleğine takoz koydu. Dönen çark ve yürüyen araba önce yavaşladı ve şimdi de patinaj yapmaya başladı. Faizler arttı, dövizler yükseldi, enflasyon uçuşa geçti. Üstüne üstlük bu kırılgan yapıya bir de pandemi darbe vurdu ve üretim çarkları iyice durdu. Enerji yoksunu olan ülkemiz, dünyada enerji fiyatlarının astronomik bir şekilde yükselmesiyle şok üstüne şok yaşamaya başladı. Benzin, motorin, otogaz fiyatları uçtu, elektriğe, doğalgaza, suya alabildiğine zam yapıldı. (Hâlen yapılmaya devam ediliyor.)

Artık ipin ucu iyice kaçtı ve evlerin, arabaların, kiraların fiyatları tutulamaz oldu. Temel gıda maddeleri ve temel yaşam ürünlerine neredeyse her gün zam yapılır oldu. Bizim vatandaşımız da fırsatçı olduğu için, “Fırsat bu fırsat!” deyip vurunca öldürür oldu. Zâten bu Müslüman memlekette ticârî ahlâk mı kaldı? İnsanlar bozuldukça bozuldu. Dilde Allah’a taptığını iddia eden bu toplum, fiiliyatta maddeye tapar oldu!

Peki, bundan sonra ne olacak ve bu durumda Hükûmet ne yapmalı?

Eğer Hükûmet günü kurtaracak pansuman tedbirler yerine ekonomik sorunları kökten çözecek radikal önlemler almazsa ve bu sorunlara köklü çözümler üretemezse, korkarım ki bugünleri de arar olacağız.

Bununla birlikte Hükûmet, âcilen tasarruf tedbirlerini devreye sokmalı. Kamu kaynaklarını koruma altına almalı. Kaynak israfı önlenmeli. Hükûmet çevreleri son yıllardaki israf, şatafat, gösteriş ve şımarıklık arz eden davranışlardan behemehâl kaçınmalı. Tüketim ve israf ekonomisinden üretim ekonomisine geçilmeli.

Hükûmet gerek siyâsette, gerek bürokraside, gerek iş alanında yakın çevresini ve partilileri zengin etmekten vazgeçmeli. Fakir fukaranın, dar ve sabit gelirlilerin vergilerinden oluşan paralarla alınan ve depoları doldurulan makam arabalarının oluşturduğu konvoyla ne kabristanlar ziyâret edilmeli, ne de siyâsilerin ve bürokratların hevâ ve heveslerini tatmin edecek faaliyetler ve keyfe keder işler yapılmalıdır. Bu durum hem kul hakkına girer, hem de millet sıkıntıda iken muazzam tepkiler çeker. Üstelik bütün bunlar “Müslümanım” diyenlere hiç yakışıyor mu? İnsan Allah’tan korkar!

Müslüman idâreciler bu konularda çok daha hassas ve dikkatli olmalıdırlar. Hazreti Ömer’den bahsetmek, devlet idâresinde Ömer gibi hassas olmayı gerektirir. Yoksa hamâsî nutuklarla ve dînî duygularla Ömer’den bahsetmek, Ömer’i istismardan başka bir işe yaramaz.

Hükûmet enflasyonla mücâdelede samimi ise bütün bunları yapmalıdır. Ayrıca samimiyetin sembolik göstergesi olarak Hükûmet’in sağladığı imkânlarla köşeyi dönen, zengin olan iş adamları, siyâsiler, bakanlar, bakan yardımcıları, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, valiler, rektörler, büyükelçiler, tatlı ve ballı maaş alan önemli şirketlerin yöneticileri, yönetim kurulu üyeleri, genel müdürleri, belediye başkanları ve daha birçok kimse birkaç aylık maaşlarını ya da şimdiye kadar kazandıklarının bir kısmını millete harcanacak şekilde bağışlasınlar bakalım. Bakalım, samimiler mi, değiller mi, bir anlayalım.

Makamlar ulûfe gibi dağıtılınca “Sen çok yaşa padişahım!”, makamlar geri alınınca “Sen tu kaka padişahım!” gibi olmasın.

Diğer yandan, millet per perişan iken, şu kibir âbidesi olan ve adına prestijli yapıtlar denilen görkemli yapıtlara da artık bir ara vermek gerekir. Ülkenin ikbâli, istikbâli ve bekâsı için olanlar hâriç tabiî ki...

Artık toparlanma, tasarruf etme ve ayağını yorganına göre uzatma zamanıdır. Orta direk yıkıldı. Artık fakirler ve zenginler var. Ara açıldıkça açıldı. Diyalektik düşünceye göre buradan bir sentez çıkar mı, bilmiyorum.

Bütün bunların yanında stokçuluk yapan, karaborsa ve tekelcilik oluşturan, fahiş fiyat artıran fırsatçılara da göz açtırmamak lâzımdır. Bunlara en ağır cezaların verilmesi gerekir. Öyle “Asarım, keserim”, “Enselerindeyim”, “Yarından itibaren denetim elemanlarımız sahada, ümüklerini sıkarız, nefeslerini keseriz” gibi hamâsî nutuk ve üst perdeden konuşmalarla bu işler olmuyormuş belli ki. Daha sâkin ve daha kibar bir üslûpla, ama kararlı ve taviz vermeden, akıllı ve rasyonel bir yaklaşımla, inandırıcı, güven verici ve uygulanabilir tedbirlerle, caydırıcı mevzuat uygulamanın ve işi usûlüne uygun olarak yapmanın lâzım geldiğini artık anlamak gerekir. Bunu da gerçek mânâda ve gerçek hayatta bilfiil ispat ederek göstermek gerekir.

Bir de bu ülkede öteden beri dikkatimi çeken çok tuhaf ve adâletsiz bir uygulama var: Vergiler dâhil tüm cezalar, zaman zaman devlet tarafından affedilebiliyor. Bu duruma göre vergisini dürüstçe ve namusluca zamanında ödeyenler ise zımnen cezalandırılmış oluyor. Anlaşılır gibi değil! Devlet kendi eliyle vatandaşını sahtekârlığa ve sorumsuzluğa itiyor. Böyle olursa, o zaman vatandaş vergisini ve cezasını neden ödesin ki? Nasıl olsa af geleceğini çok iyi biliyor. Yıllardır bu böyle olmadı mı? Böyle popülist politikalarla devlet idâresi olur mu? ABD’de vergi borcunuzu ve cezaları ödemeyin, bakalım başınıza ne işler gelecek, hiç düşündünüz mü?

Sonuç ve son söz

İpin ucu gerçekten kaçtı. Neredeyse her gün yapılan zamlardan millet bıktı, usandı. Vatandaş çok sevdiği devletinden âcilen ve sahici çözümler bekliyor. İnanmayan yetkililer ve ilgililer varsa, Fatih gibi tebdil-i kıyâfet yaparak sahaya bir insinler, çarşı-pazar dolaşsınlar, bakalım vatandaş kendilerine ne diyecek…

Unutulmasın ki, iktidar makamı mazeret üretme yeri değildir. Nasıl ki müspet ve güzel icraatınızın parsasını toplayıp sevap kazanıyor ve bunlarla övünüyorsanız, menfi ve çirkin icraatınızdan da eleştiri alıp sonuçlarına katlanacak ve günahlarını üstleneceksiniz. İnanıyorsanız, bu adâletin gereği değil midir? Aynen Zilzâl Sûresi’nin 7 ve 8’nci âyetlerinde olduğu gibi, değil mi?