İntizar

Bunu ben mi söyledim? Az önceki gibi bir şey bulmuş olmanın içimi dolduran mutluluğu ile dönüyorum arkama. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar bakıyorum. Yerime dönüyorum sonra. Karanlığın dediği gibi, işime yarayacak olanı beklemeye başlıyorum; kendimi…

ŞU güzelim İstanbul Boğazı’ndan yansıyan kurşunîliği kamçı gibi yüzüme şaklatan rüzgâra ne demeli şimdi? Her geçen dakika yüzümün derisinin gerildiğini ve çizikler hâlinde derin yaralar oluştuğunu hissediyorum. Birileri sanki jiletle kesikler atıyor yanaklarıma. Bir tür işkence seansı anlayacağınız…

Şimdi bu acıyı bana reva görene desem ki, “Sevgili işkencecim, az öteden geçsen, yüzümü çizmesen, uyuşturmasan parmaklarımı, gözlerimi sulandırmasan ve ben de martıların ve vapurların Boğaz’daki dansı eşliğinde güneşin gökyüzünü renkten renge dönüştürerek evlerin arkasında (çünkü buradan bakıldığında ufuk çizgisi, karşı kıyının binalarının çatıları) kayboluşunu seyrederek akabinde oluşacak karanlığa karışsam”… “Kendimi kaybettiğimi, kaybettiğimi ve yeniden bulduğumu sandığım, düşündüğümü bulamadığım, bulduğumu düşünemediğim karanlığım; mücevher sandığım ve yanıldığım… Yanılgılarımın yangınını küllemek için kullandığım siyah pelerinim” desem…

Dedim bile. Ama beni duymadı. Duymayacağını ve durmayacağını bile bile dedim. Neden duymadı, kulağı mı yoktu? Vardı.

Rüzgâra değil de kendime söylensem daha mı doğru olur? Nihâyetinde bulunduğum alanı değiştirirsem, sert havanın rahatsız ediciliğinden de kurtulmuş olurum, değil mi martı kardeşlerim? Bu ciyaklamaların beni onaylama anlamına gelmediğini biliyorum. (Martılar kör olduklarında nasıl yaşarlar? Ya da yaşayabilirler mi?) Fakat yapamam. Çünkü oturduğum banktan kalkıp rüzgâra sırtımı dönsem yahut kuytu bir yer bulsam ne hissedeceğimi biliyorum: Pişmanlık… Aradığını bulmaya gelmiş birinin kararından vazgeçmesinden duyduğu o rezil, o “Keşke” hissi…

Sahilde birazdan başlayacak karanlığı ve rüzgârı bahane ederek bırakıp sokak lâmbalarının aydınlığına sığınmaya kalkışsam, yaşayacağım pişmanlık, aklımı o rüzgârda sürekli bitmeyen hışırtısıyla sallanan bir ağaç hâline getirecek, biliyorum.

“Bekle” diyorum, “Rüzgâr dinmesin varsın, ayaz yaksın yüzünü. Sen, güneşin batmadan önce şu küçük dalgaları nasıl birer ateş yumağı hâline getirdiğine bak! İstanbul’u nasıl bir siluete dönüştürdüğünü gör! Maviden kırmızıya, kırmızıdan siyaha geçişteki renk tonlarının güzelliğine odaklan! Hem daha karanlık olmadı, karanlıktan gelecek olanın vakti dolmadı”.

Ama yüzümü tokatlayıp acısını iç organlarımda bile hissettiren sadece rüzgâr değil. Etrafımda dolanan neredeyse bütün nesneler aynı hız ve sivrilikte uzun ağrılar bırakarak batıp çıkıyor bedenime. Meselâ şu Boğaz benim vücudum sanki ve suya dalıp çıkan martıların her biri, her dalışta etimden bir parça koparıp mutlulukla ciyaklayarak havalanıyor. (Med mi gelişti, cezir mi gidişti?) Allah’ım, şu içimdeki cızırtıyı yok edebilsem, (“Allah’ım” dedim gayr-i ihtiyârî, gördünüz; az önce bahsettiğim rüzgârın açtığı yaralarıma merhem sürülmüş gibi bir ferahlama hissi ile birlikte bir de sevinç mi doldu içime ne) yakalayabilsem doğru frekansı, tutturduğum türküyle yıldızlara kadar bile çıkabilirim. Daha önce bunu yapmışlığım var; çünkü seviliyor ve seviniyor olmak, insanı ne hâle getirir, biliyorum.

Rüzgâr yüzümü tırmalama görevini yerine getiredursun, unuttuğum kıymetli bir şeyi hatırlar gibi Allah’ı hatırlayayım… Aslında düşünürken nasıl bu kadar uzun cümleler kurduğuma şaşırıyorum. Dilimin ve zihnimin yorgunluğu uzun cümleler kurmama müsaade etmiyor nicedir. Doğrusu son zamanlarda kısa cümleler de kurmamı istemiyor yorgunluğum. Yani itiraf etmenin zamanı geldi sanırım: Aslında ben hiç cümle kurmuyorum!

Kime diyorum?

-Kimi bekliyorsun evlâdım?

-!’+%&/()=?

Hı? Fesuphanallah! Farkında olmadan yine içinde “Allah” geçen bir şey mi söyledim? Tam olarak nasıl söylendiğini hatırlamasam da, “fesubhanallah” mıydı, “Ve subhanallah” mıydı?

Tabiî ki oralı olmuyorum bu soru karşısında, olmamalıyım da… “Karşısında” dediğime de bakmayın, ses karşıdan gelmiyor, karşıdan gelmediğinden eminim ama nereden geldiğini de bilmiyorum. Umurumda da değil. İçinin gürültüsüyle yaşamaya alışmış ben, dış seslere kapalıyım ne zamandır. Hem adam bana seslenmişse bile, cevap vermediğimi görünce nasıl olsa vazgeçecektir. Zaten kimseye bir cevap borcum olmadığı gibi, kimseden de bir soru alacağım yok.

“Adam” mı dedim? Adam olmayabilir. Yani sesi erkek sesine benzeyen bir kadın da olabilir pekâlâ. Hem daha çok kadınlar “Evlâdım!” diye hitap etmezler mi?

Bir yolcu vapuru daha yanaşıyor iskeleye. Tam da iri bir vâsıtaya yakışır kocaman bir ses dolduruyor sahili. Vapur sallandıkça şehrin ağırlık merkezi değişiyor sanıyorum. Sallantıya ritim tutuyor vücûdum. Bedenimle birlikte sallanan zihnim, gördüğü kalabalık karşısında anlam boşluğu oluştururken insanlardan arda kalan boşluk anlamlı hâle geliyor. Yaşamı hangisine koyacağımı bilemiyorum. Gelgitler, “Git, gelme”lere dönüşüyor. Kim gelse aklıma, sadece aklıma gelmiş, hayatıma gelmemiş oluyor. Kafamdaki karınca sayısına rakam yetmiyor bu defa. “Bu son olsun” diyorum. Kime diyorum? İstek cümlesi tam olarak şöyle: “Allah’ım, bu son olsun!”

Farkındayım, bu üçüncü oldu. O huzur dalgası yine geçiyor içimden. Bir şey bulmuş olabilirim. Ne bulduğumu ya da bulmadığımı yakında öğreneceğim. Belki bütün şehir de öğrenir.

İskelenin aydınlığı yansımalar oluşturuyor suda. “Yakamoz” demek istemiyorum, romantik geliyor bana. Romantik geliyor, dramatik gidiyor. Dramatik gidiyor, hüzün kalıyor. Hüznün kalmayı seven bir yanı varmış; içimde bataklığa dönüşmüş tortudan biliyorum. Birkaç martı daha kuyruğuna basılmış gibi çığlık atıyor karanlıkta. Tam kulağımın dibinde patlıyor sesleri ya da kulağım martılarda, bilmiyorum; irkiliyorum. Bu yoğunluktaki ses bu kadarcık hayvanın içine nasıl sığabiliyor, insan merak etmiyor değil. Ama kimsenin karanlığı titreten bu çığlıkları umursadığını sanmıyorum. Zaten martılar da, “insanoğlu” denen çoğu şeye duyarsız varlık umursasın diye atmıyor bu çığlıkları.

Bir satıcı kız, sevgili olduğunu tahmin ettiği bir çifte daha çiçek satmaya çalışıyor. Gülü geri çeviriyor çiftlerden erkek olan, kız karanfili deniyor ikinciye. Kızın işleri iyi olmalı. Ne çok var bu çiftlerden! Ne çok aşkım var lüzumsuz yerlerde sadece boşluk doldurmaya yarayan; gündüzün boşluğunu, gecenin boşluğunu, okulun boşluğunu, sokağın, AVM’lerin boşluğunu… “Ama hayatın boşluğunu, yüreğin boşluğunu dolduracak olan yok” dercesine haykırıyor vapur bir daha.

Çaycı bir elinde termos, diğerinde karton bardaklarla “Sıcak çay!” diye bağırarak on sekizinci defa geçiyor önümden çayın karizmasını, tadını tuzunu buruşturan şu karton bardaklarla. Ben yedinci sigaramı söndürmek üzereyim. İzmarit kokulu parmaklarımı saçlarımda gezdirirken, sekizinci sigaramı yakmak için zamanın bir an önce geçmesini istiyorum.

-Kimi bekliyorsun evlâdım?

Kendini yeniden ve zehir acısı gibi hatırlattığına göre, anlaşılan, karanlığı koyulaştırarak gelen soru, beynimde başka soruları, başka sorunları ite kaka kendine yeterli yeri açmış.

Saniyeler hızla geçmiş, cevap zamanı uzarken kimseden ses çıkmamıştı. Soruyu üstüne alınıp cevap veren kimse olmamıştı çünkü. Kimse? Var mıydı öyle birileri etrafta?

Soru, bir çengele asılmış gibi boşlukta bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyor ama rahat durmuyor. Her gidiş gelişte bana çarpıyor ve her vuruşta aklımdan beynime, beynimden merakıma doğru zikzaklar çizerek dolanıyor karanlıkta.

“Uzun zamandan beri kendinden başkasına cümle kurmamış bir adam olarak, bu sorunun sahibini bulup rutinimi bozmaya değer mi?” diye düşünüyorum. Ama zaten büyük ihtimâlle birazdan kalın parmaklı bir el, filmlerde olduğu gibi yaşlı, kirlenmiş, saçı sakalı birbirine karışmış, derviş kılıklı bir adamın eli omuzuma dokunarak soruyu yineleyecek. O zaman ne diyeceksem, şimdi adamı bulup aynısını söyleyebilirim. Ve en kestirme, en acımasız, üstelik başlamasını hiç istemediğim bir diyaloğu başlamadan bitirebilecek cevap olarak, “Sana ne!” diyebilirim. Üstüne basa basa: “Sana ne!”

Haklı değil miyim, ona ne? Kimseyi muhatap almıyorsan, sana haklı olup olmadığını kim söyleyebilir? Öyleyse cevabı uzun tutmanın ne sakıncası olabilir? İçindeki gürültüyü bastır. Evet, cevabı biraz uzun tutabilirim. Belki içimi biraz boşaltmış da olurum. Belki… Ama bu dünyada kimin yüreğinde o kadar boş yer kalmış olabilir ki? Ya da en iyisi, bekleyeyim de sesin sahibi gelsin, omuzuma dokunsun. Hem böylesi daha enteresan olur.

Bu bekleyiş modu, soruyu kabul ediş anlamı da taşıyor bir nevi. Sanırım artık sorunun bana yöneltilmiş olduğunu biliyorum.

-Kimi bekliyorsun evlâdım?

Kimi bekliyorum, öyle mi? Çok mu merak ediyorsun? Peki, söyleyeyim öyleyse… Ama önce sen benim soruma cevap ver: Sen kimsin ve benim kimi beklediğimi öğrenmek senin ne işine yarayacak?

Bu şekilde karşı atak sorusuna hazırlanıp puanlamada öne geçmeye çalışırken, kendimi kendime cevap verirken buluyorum: “Benim değil evlât, senin işine yarayacak.”

Hı?

Bunu ben mi söyledim? Az önceki gibi bir şey bulmuş olmanın içimi dolduran mutluluğu ile dönüyorum arkama. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar bakıyorum. Yerime dönüyorum sonra. Karanlığın dediği gibi, işime yarayacak olanı beklemeye başlıyorum; kendimi…

Bismillah… (Artık saymıyorum.)

Çaycı geri dönerken yine aynı soruyu soruyor. Kız, elinde güllerle başka bir çifte yanaşıyor. Biri beni duysa ve duyduklarını yazsa güzel olmaz mıydı?