İnsanlık vicdanının son kalesi: Gazze

ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in cirit atıp nüfuz alanı oluşturduğu bölgelerden bizleri “Ortadoğu bataklığı” benzetmesiyle uzak tuttular. Böylece istedikleri oyunları bugüne kadar rahatlıkla oynayabildiler. Önce zihinleri, sonra ülkeleri işgal ettiler. Vekâlet savaşları yürüttüler. Türkiye bu narkozdan uyanıp kendi oyununu kurmaya başladığında da “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” koyuldular. Bugün Türkiye’nin savunmasının Gazze’den başladığını göremeyenler büyük bir gaflet içindedirler.

YÖNETMENLİĞİNİ Mel Gibson’un yaptığı 2006 yapımı “Apokalipto” filmini izlemiş miydiniz? Cevabınız “Hayır” ise, 140 dakikanızı ayırıp izlemenizi tavsiye ederim. Filmin başında, zihninizde bulunan “vahşi” ve “medenî” kavramlarının filmin sonuna doğru tamamen yer değiştirdiğini göreceksiniz.

Hüküm sürdükleri çağda (muhtemelen 6 ilâ 7’nci yüzyıl) muhteşem bir “medeniyet” kuran Mayaların “vahşi” yerliler ile olan ilişkilerini anlatan bir film bu. Daha fazla “spoiler” vermeyeyim, olur ki izlersiniz… O günlerden bugüne dek yüzyıllar geçmiş ama insanlık hâlâ medeniyetten nasibini almamış, alamamış. “Medenî” Batı (!) tüm teknolojisiyle, askerî gücüyle, basın-yayın tekeliyle el kadar Gazze’ye çullanmış durumda. Bir taraftan çoluk çocuğun, kadınların, kızların, masum insanların tepesine ölüm yağdırırken, hastaneler, okullar, camiler, kiliseler, mülteci kampları, hatta BM ve DSÖ’ye ait binalar, depolar vurulurken, diğer taraftan bu soykırımın (kesinlikle savaş değil) “barbar” HAMAS’a karşı yürütüldüğünün çığırtkanlığı yapılıyor. İsrail kaybederse, hatta bu soykırım, bu katliam duracak olursa tüm “medenî” dünya kaybeder, “vahşi” HAMAS kazanmış olurmuş.

Dünya kimin medenî, kimin vahşi olduğunu görmek için yine yüzyıllar boyunca beklemek zorunda kalmayacak. Her şey uluorta oluyor, gözlerimizin önünde. Dünya halkları, Müslümanlar, Hıristiyanlar, hatta izan ve vicdan sahibi Yahudiler bile artık seslerini yükseltmiş durumdalar. Medenî Batı (!) için çember iyiden iyiye daraldı. Ülkelerin yönetimleri ile halklar arasındaki makas bir daha kapanmayacak seviyede açılmış vaziyette. İsrail’in kuklası olmuş yönetimlerin aksine ve yasaklamalarına rağmen sokaklar Gazze için dolup taşıyor, maşeri vicdan artık Gazze ile atıyor.

Bu katliam, bu soykırım daha ne kadar sürebilir, emin değilim. Lâkin bundan sonra dünyada hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak!

Bu satırları yazdığım sırada Gazze’de 12 bine yaklaşan katliamın bilançosu, siz bu satırları okuyana kadar kaça yükselir, hatta ben bu yazıyı bitirene kadar Gazze’ye daha kaç bomba düşer, kaç çocuğun uzuvları vücudundan kopar, atılan fosfor bombalarından kaç kadının ciğerleri içten içe yanarak küle döner, bilmiyorum. Bunun acısı ile yazmaya devam ediyorum, İsrail’in bu vahşetine kahrediyor, Gazze’ye “müjdelenmiş apaçık bir zafer” diliyor ve bunlardan daha fazlasını yapabilmek için Allah’a niyazda bulunuyorum. Mevcut şerait altında kalemle mücadele etmem gerekiyorsa, bunu lâyıkıyla yapmaya çalışıyorum. Bu vasatta ben de Gazze’de sürmekte olan bu katliamın dününü, bugününü ve yarınını kendi zaviyemden anlatmak, değerlendirmek isterim dostlar.

***

7 Ekim sebep değil, sonuçtur; yüz, hatta bin yıllık bir zulüm çağının sonucu. Yüz yıldır toprakları, evleri, tarlaları, bağları, bahçeleri, evlatları, gelecekleri velhasıl hürriyetleri ellerinden alınan, el kadar toprağa sıkış tepiş doldurulan Filistin halkı bu zulme daha ne kadar dayanmalıydı sizce? Son Filistinli de ölünce, son Filistinlinin evi de Yahudi hırsızlar tarafından gasp edilince mi, ne zaman? 

1. Bu “savaşı” HAMAS mı başlattı?

Birçok aklıevvel, bugünkü Gazze tablosunun 7 Ekim günü şahit olduğumuz HAMAS’ın saldırısının bir sonucu olduğunu düşünüyor -hâlâ- ve yaşananlardan HAMAS’ı sorumlu tutuyor. Bu yanılgı tarih ve coğrafyayı okuyamamanın bir sonucudur.

Bir futbol maçında bir kareyi dondursanız ve bu kare üzerinden değerlendirme yapacak olursanız, havadaki topun hızını, yönünü, nereden nereye gitmekte olduğunu ve topun düştüğü yerde neler olabileceğini kestiremezsiniz. Doğru bir analiz için o anın öncesine, topun kim tarafından ne tarafa, ne şiddette, ne amaçla vurulduğu gibi verilere ihtiyaç duyarsınız. Yani âna bakarak karar vermek yanıltıcı olacaktır. 7 Ekim gününe bakarak karar vermek de aynen böyledir. Yüzyılı aşkın bir süredir o coğrafyada yaşanan zulüm, haksızlık, cinayet ve hukuksuzluğu yok sayarak konuyu değerlendirmek, sadece yanılgı kuyusunun dibine götürür.

7 Ekim sebep değil, sonuçtur; yüz, hatta bin yıllık bir zulüm çağının sonucu. Düdüklü tencerede biriken basınç gibi, bugün patlamasa, yarın patlayacaktı. Yüz yıldır toprakları, evleri, tarlaları, bağları, bahçeleri, evlatları, gelecekleri velhasıl hürriyetleri ellerinden alınan, el kadar toprağa sıkış tepiş doldurulan Filistin halkı bu zulme daha ne kadar dayanmalıydı sizce? Bu tencere ne zaman patlamalıydı? Son Filistinli de ölünce, son Filistinlinin evi de Yahudi hırsızlar tarafından gasp edilince mi, ne zaman?

Müslüman halklara bakışın bizim ülkemizin belli bir kesimi için -maalesef- son derece ikiyüzlü olduğunu görüyoruz. Çoluk çocuğunun hayatından endişe ederek göç eden -haydi siz “savaştan kaçan” deyin- Müslüman da suçlu vatanında kalıp savaşmadığı için; vatanı, toprağı, ailesi, namusu, dini, imanı için savaşan Müslüman da. Yani Müslüman halklar bu kesime savaşsa da yaranamıyor, savaşmasa da. Bu kesimin zihin haritasına Batı “medenî”, Doğu ise “vahşi” olarak kazınmış bir kere. Bu kodlamayı alçakça ve vahşice katledilen 12 bin masum çocuk ve kadın değiştiremiyorsa kimse değiştiremez. Allah inayet versin, ne diyelim?

2. “Filistinliler de Yahudilere evlerini satmasalardı”

Böyle diyorlar, değil mi? Güya Filistinliler evlerini Yahudilere satmışlar, o yüzden başlarına gelenleri hak etmişler. Görmek isteyenler için tarihî kaynaklar bunun aksini söylüyor oysa. İsrail’in kurulduğu 1948 yılında Yahudilere satılmış olan evlerin oranı sadece yüzde 0,8’di, yüzde bir bile değil. Bin evden sadece sekizi. Düşününüz; bu mantıkla bizim de Almanya’ya çökme hakkımız var o zaman. Yahut Fethiye’nin Ölüdeniz bölgesi İngilizlerin malıdır artık. Yahut Alanya’yı Rusya’ya bırakmanın vakti gelmiştir. Olur da apartmanınızda bir daire bir yabancıya satıldı ise apartmanınız Türkiye’ye ait değildir artık.

1917 tarihli Balfour Deklerasyonu zamanında Filistin’e ait Batı Şeria’da 110 bin Yahudi yerleşimci vardı. Bugün bu sayı 900 bine yaklaşmış durumda. Birkaç yıl içinde bu yerleşimci hırsızların sayısının 1 milyona çıkarılması hedefleniyor. Velev ki kayıtlar yalan söylesin ve Yahudilere satılan toprak ve ev oranı yüzde 5 olsun, 1948’de İsrail kurulduğunda Filistin topraklarının yüzde 56’sı İsrail’e verildi, yüzde 44’ü ise Filistin’de kaldı. Nasıl adalet ama!

Şimdi ise bu oran yüzde 10’un bile altında. Göz göre göre Filistinlilerin ellerinden evleri alınıyor. Filistinliler atalarından kalan evlerden, bahçelerden, topraklardan zorla çıkarılıyor, yerlerine “yerleşimci” dedikleri hırsızlar oturuyor.

Evlerini terk etmek istemeyen Filistinliler kolluk kuvvetleri tarafından darp ediliyor, yaralanıyor; bu da yetmezse öldürülüyor. Yeri geliyor, Filistinlilerin evleri başlarına yıkılıyor. 70-80 senedir bu böyle devam edegeliyor. Hâl böyleyken hâlâ Filistinlileri ev ve topraklarını satmakla itham etmek, bu yolla bu zulümleri normalleştirmek, tarih bilmezlikten öte, İsrail uşaklığıdır. Zulme çanak tutmak, ortak olmaktır. Ne eksik, ne fazla. Net!

3. Filistin’i nasıl kaybettik?

Bu konuyu 5816 sayılı kanuna takılmadan, serinkanlılıkla anlatmak güç. Bilindiği üzere Filistin 1918’e kadar Osmanlı toprağıydı. Bölgede Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık kıyasıya savaş içerisindeydi. Savaş sadece nüfuz alanları ile ilgili de değildi; Endüstri Devrimi’nden sonra petrol kaynakları da son derece önem arz etmeye başlamıştı.

Osmanlı Devleti’nin yorgun olduğu bir gerçekti. Yine de o yorgun Osmanlı 1915’te Çanakkale’de, Kut’ül-Amâre’de ve Selman-ı Pak’ta İngilizleri hezimete uğratmayı bilmişti. Osmanlı, İngilizleri sadece hezimete uğratmakla kalmamış, binlerce İngiliz askerini silahlarıyla birlikte esir bile almıştı. Osmanlı için ne olduysa, Filistin Cephesi’nde olmuştu. Filistin Cephesi sadece Osmanlı için değil, “Orta Doğu” diye adlandırdığımız bölge için de sonun başlangıcı idi.

Filistin Cephesi’nde 3, 7 ve 8’inci Ordular birleşerek İngilizlere karşı bir savunma hattı oluşturmuşlardı. Lâkin bu savunma hattı 7’nci Ordu’nun kimseye haber vermeden çekilmesi ile dağılmıştı. 7’nci Ordu’nun bıraktığı boşluktan saldıran İngiliz kuvvetleri, 3 ve 8’inci Orduları hazırlıksız ve savunmasız yakalamış, Filistin’de Osmanlı Devleti için çok büyük bir hezimet tablosu oluşmuştu. O gün sadece Filistin değil, neredeyse Yemen’e kadar tüm coğrafya resmen elimizden çıkmıştı.

Filistin Cephesi’nin çökmesi ile Osmanlı Devleti kendisini Mondros Mütarekesi masasında bulmuştu. Böylelikle Osmanlı’nın “bütün orduları dağıtılmış, bütün tersanelerine girilmiş ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş” olacaktı. Osmanlı Devleti’nin Mondros masasına oturduğu gün, İttihat ve Terakki’nin kudretli liderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa, bir Alman denizaltısı ile ülkeden kaçmışlardı. Filistin Cephesi’nin öncesinde ve sonrasında neler olduğunu gerçek tarihçiler biliyor ve cesaret edebilenler yazıyor. Bizler bir süre daha resmî tarihin masallarıyla idare etmek zorundayız. Bir gün umarım tüm bu gerçekleri rahatça konuşabileceğimiz günler de gelecektir.

 

4. Araplar bizi arkamızdan mı vurdu?

Gazze meselesinde İsrail’den yana pozisyon alanların, kendilerini gizlemek için arkasına sığındıkları bir “gargat” ağacıdır bu iddia. Aslında bu sorunun cevabının bir kısmı, bir önceki bölümde gizlidir. Yine de bir tarihî gerçekle konuyu açmakta fayda var: Abdülhamid Han, Arabistan yarımadasında düzeni sağlamak için, İngilizlerle iş tuttuğunu bildiği Şerif Hüseyin’i İstanbul’a getirtmiş, göz önünde tutarak tahttan indirildiği güne kadar İstanbul’da “misafir etmişti”. Abdülhamid Han’ı tahttan indiren öngörüsüz İttihat ve Terakki liderleri, “Bu Arap’ın burada ne işi var? Biz mi besleyeceğiz?” diyerek Şerif Hüseyin’i Arabistan’a göndermişlerdi. Abdülhamid Han, keyfinden “besliyordu” sanki Şerif Hüseyin’i? Onun Arabistan’a döndüğü gün, aslında Arap yarımadası resmen çıkmıştı elimizden.

Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı İngilizlerle birlik olduğu doğrudur. Ama o ve avenesi yüzünden tüm Araplar için “Bizi sattılar, arkamızdan vurdular” demek, buna iman etmek, İngilizlerin zokasını yutmak demektir. Yüz yıl geçmiş, ülkemizi işgal eden Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya ile “dost” olmuşken, hâlâ Araplara yönelik bu algının iş görüyor olması sadece İngilizlerin zekâları ile açıklanamaz. Asırlarca koca bir tarihi, coğrafyayı, medeniyeti paylaştığımız kardeşlerimize karşı bitmeyen bir kin taşıyorsak, bu biraz da ucu İslâm düşmanlığına kadar varan bizlerin bağnazlığı, cahilliği.

Hrant Dink katledildiğinde “Hepimiz Ermeni’yiz” pankartları ile yollara dökülenler, hançerelerini yırtanlar; Charlie Hebdo saldırısından sonra “Hepimiz Charlie’yiz” diye oturma organlarını zorlayanlar, 12 bin masum katledilmişken “Hepimiz Gazzeliyiz, hepimiz Müslümanız” diyemiyorlarsa, bunun sosyolojik ve psikolojik sebepleri araştırılmaya değerdir.

Üç tane ağaç için ortalığı yakanlar bunca zulüm karşısında hâlâ suspus kalabiliyorlarsa, dertlerinin hak, hukuk, insan, tabiat ya da çiçek böcekle alâkalı olmadığı ortadadır. İstediği zaman Ermeni, istediği zaman Fransız olabilenler Gazzeli olamıyorlarsa, dertleri insan değil, İslâm’dır şüphesiz. Bu kader net!

5. HAMAS bir terör örgütü müdür?

Bunu söyleyenlere bakınız, birçoğu PYD’yi, YPG’yi ve PKK’nın siyâsî aparatı HDP’yi terör örgütü olarak görmeyenlerdir. Ya da böyle düşünenlere oy verenlerdir. PKK, PYD, YPG ile iş tutanlar, bu örgütler için “Topraklarını savunan oluşum” diyenler, “YPG bize mi saldıracak?” diye akla ziyan sorular soranlar, “Sınırımızda İslâmcılar olacağına seküler YPG olsun” tercihinde bulunanlar, HAMAS’ın terör örgütü olduğunu söylüyorlar. Sizce de komik değil mi? HDP’nin (YSP) meşruiyetini aldığı oy miktarını dile getirerek savunanlar, HAMAS’ın bir terör örgütü olduğu kanaatindeler.

Arkadaşlar, bakınız Wikipedia HAMAS için ne diyor, buyurunuz: “Hamas veya resmî adıyla İslamî Direniş Hareketi (Harakat al-Muqawama al-İslamiya), Filistin Ulusal Yönetimi’nde seçimle belirlenmiş Filistin Parlamentosu’nda çoğunluğu elinde tutan Filistinli paramiliter örgüt ve Sünnî İslâmcı siyâsî parti. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği'ndeki ülkeler ve uluslararası topluluklar tarafından terör örgütü olarak ilân edilmiştir.”

Yani neymiş? HAMAS, seçimlerle belirlenmiş Filistin Parlamentosu’nda çoğunluğu elinde tutan siyâsî bir partiymiş. Devamında ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak ilân edilmişmiş. Biz biliyoruz o ABD’yi de, AB’yi de. Onlar hâlâ FETÖ’yü, PYD’yi, YPG’yi terör örgütü olarak kabul etmiş değiller. Bir oluşumun bu yamyamlar tarafından terör örgütü olabilmesi için kime hizmet ettiği, kimin köpekliğini yaptığı, kimlere karşı savaştığı önemlidir. HAMAS ABD ve AB tarafından terör örgütü ilân edildi diye terör örgütü olacak değil elbette. HAMAS topraklarını ve halkını kısıtlı imkânları ile Siyonist zulmüne karşı korumaya çalışan, aslanlar gibi mücadele eden kahramanlar grubudur. Kaldı ki HAMAS, PKK ve PYD gibi kendi insanlarını öldüren, katleden, yerinden yurdundan süren bir örgüt de değildir.

6. İsrail HAMAS ile mi “savaşıyor”?

Öyle sanıyorsanız, bir kez daha düşününüz. İsrail ve yedeğine aldığı tüm yamyamlar, “Büyük İsrail Devleti” plânı önünde kim varsa onunla savaşıyor, savaşmaya da devam edecekler.

İsrail HAMAS ile “savaşıyor” olsaydı, yaptığı vahşi bombardıman ve katliama sadece HAMAS’ın bulunduğu Gazze Şeridi’nde şahit olabilirdik. Ancak İsrail aynı bombardımanı, hain, satılmış ve “HAMAS bir terör örgütüdür” diyen Mahmud Abbas yönetimindeki Batı Şeria’da da yapıyor. Batı Şeria da benzer zulümlerle yüzleşiyor. Mahmud Abbas, Gazze haritadan silindikten sonra, sıranın Batı Şeria’ya da geleceğini anlayamayacak kadar satılmış, gafil, korkak ve öngörüsüz bir isimdir. Abbas, böyle bir zamanda halkı ile birlikte İsrail karşısında dik durmak, bu vahşeti ve soykırımı kınamak yerine, İsrail’in tezlerini savunan siyâsî bir ölüdür. Yolcudur yani Abbas!

İsrail velev ki HAMAS ile “savaşıyor” olsun, savaşın da bir şerefi, bir ahlâkı, bir kanunu vardır. Bu savaş değil, başlı başına soykırımdır. Aksini iddia eden insan değildir. Olamaz.

Velev ki bir binada bir HAMAS mensubu olsun, O HAMAS mensubunu öldürmek için yüzlerce masumun bulunduğu binayı yerle bir etmek, tam anlamıyla insanlık suçudur. “Altında HAMAS’ın tüneli var” bahanesiyle koca bir hastaneyi bombalamak, “Bir mahallede HAMAS üyesi görüldü” diye o mahallenin üzerine fosfor bombaları yağdırmak tam bir alçaklıktır, kahpeliktir, kudurmuşluktur.

Biz de 2015-16 yıllarında benzer bir durumla yüzleştik. Sur, Cizre, Nusaybin gibi yerleşim yerlerinde PKK’lı teröristler “sözde özerklik” ilân etmişlerdi. Evlerin duvarları yıkılarak birbirine bağlanmış, yer altına kazılan tünellerle bir savunma sistemi kurulmuş, yerli halk da canlı kalkan olarak kullanılmıştı. Türk Ordusu isteseydi İsrail gibi buraları yerle bir eder, ilân edilen “sözde özerkliği” PKK’nın başına yıkardı. Bir ucundan tanklarla, toplarla, bombalarla girer, diğer taraftan çıkardı. Üstelik de tek bir şehit bile vermeden!

Oysa onurlu Türk Ordusu, bu bölgelerde iğne ile kuyu kazdı. Tek bir masum zarar görmesin diye santim santim ilerledi. Kahpece tuzaklara düştü. Yaralı vatandaşa yardım ederken bubi tuzaklarına yakalandı. Yerden Kur’ân-ı Kerim’i alırken kahpe bir mayının kurbanı oldu. Canlı kalkan olarak kullanılan çocukların arkasından açılan ateşlerde can verdi. Kurtarılan siviller Mehmetçiğin sırtında ambulanslara taşındı. Teröristler yüzünden aç susuz kalan vatandaşlara yardım elini Mehmetçik uzattı. Çantasındaki ekmeğini, suyunu paylaştı. Beş altı ay süren bu zorlu mücadelede Türk askeri ve polisi 900’e yakın şehit verdi. Namuslu bir savaş işte böyle olur. Düşmanın ne kadar namussuz olursa olsun.

Allah, verecekse herkese Türk Ordusu gibi şerefli, onurlu, merhametli bir düşman versin.

Çoluk çocuğunun hayatından endişe ederek göç eden Müslüman da suçlu vatanında kalıp savaşmadığı için; vatanı, toprağı, ailesi, namusu, dini, imanı için savaşan Müslüman da. Yani Müslüman halklar bu kesime savaşsa da yaranamıyor, savaşmasa da. Bu kesimin zihin haritasına Batı “medenî”, Doğu ise “vahşi” olarak kazınmış bir kere. 

7. Filistin Arapların meselesi mi?

Sarı öküz hikâyesini bilirsiniz. Bilmeyenler için anlatacak değilim, yerim kısıtlı. Irak, Arapların meselesiydi. Irak şimdi üç parça. Suriye, Arapların meselesiydi. Ameliyat sona erince Suriye’nin kaç parça olduğunu görebileceğiz. Mısır, Arapların meselesiydi. Netanyahu’nun da itiraf ettiği gibi, tehdit olarak görünen Mursi, İsrail desteğinde bir askerî darbe ile indirildi, yerine Sisi getirildi. O gün bugündür Refah Kapısı İsrail’in kontrolünde. Libya, Arapların meselesiydi. Şimdilik iki parça ve bizim sayemizde ayakta. Şimdi sırada Filistin var. Filistin de Arapların meselesi, öyle mi?

Çevremizdeki coğrafyayı yeniden şekillendiriyorlar. Büyük İsrail Devleti için, “vaat edilmiş topraklar” ve Arz-ı Mevud için Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da inceden inceye çalışan Siyonist makine, şimdi de Gazze’de ölüm kusuyor. Bu ateşin Gazze’de yanıp orada kalacağını düşünecek kadar da mı izandan yoksun hâle geldik?

Arz-ı Mevud safsatası için Gazze’de yakılan fitil Ürdün’e, Lübnan’a, oradan Suriye ve Irak’a ve nihayetinde Türkiye’ye doğru gelecek, bunu da mı görmüyoruz? İsrail’in çizdiği haritalarda Türkiye’nin güneyi de vaat edilmiş topraklar içerisinde görünüyor, bu haritaya hiç mi rastlamadınız? Gazze’de İsrail ile savaşan bir avuç Müslüman, aslında bu haritayı yırtıp atmaya gayret ediyorlar, hâlâ anlamadınız mı? Meselenin Arapların meselesi olmadığını, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Irak düşüp ateş sınırımıza geldiğinde mi idrak edebileceksiniz?

Türk Ordusu’nun Suriye ve Irak’ta düzenlediği operasyonların ne anlama geldiği konusunda bir fikriniz var mı acaba? Kafamızı gömdüğümüz Arap düşmanlığı illüzyonundan uyandığımızda ve Siyonist tehdit sınırımıza dayandığında mı uykumuzdan uyanacağız?

Yüz yıldır güney sınırımıza ve zihinlerimize görünmez bir duvar ördüler. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in cirit atıp nüfuz alanı oluşturduğu bölgelerden bizleri “Ortadoğu bataklığı” benzetmesiyle uzak tuttular. Böylece istedikleri oyunları bugüne kadar rahatlıkla oynayabildiler. Önce zihinleri, sonra ülkeleri işgal ettiler. Vekâlet savaşları yürüttüler. Türkiye bu narkozdan uyanıp kendi oyununu kurmaya başladığında da “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” koyuldular. Bugün Türkiye’nin savunmasının Gazze’den başladığını göremeyenler büyük bir gaflet içindedirler.

ABD’nin en büyük savaş ve uçak gemilerinin, nükleer denizaltılarının Doğu Akdeniz’e yığılması da mı sizi işkillendirmiyor arkadaş? Bu ne kadar derin bir uyku, bu ne kadar büyük gaflet? Anladığınız dilden sorayım o zaman: Tehlikenin farkında mısınız?

8. Mülteci kampı nedir?

Birçoğumuz İsrail tarafından vurulan mülteci kamplarını duyuyoruz ajanslardan. Peki merak ettik mi acaba nedir bu “mülteci kampları”?

Önce “Mülteci nedir?” sorusundan başlamamız yerinde olacaktır. Mülteci, iltica etmiş yani başka bir ülkeye sığınmış insan demektir. Mülteci kampı da bu mültecilerin bir arada tutulduğu, girişi çıkışı kontrol altında olan ve izinsiz giriş-çıkışlara izin verilmeyen izole edilmiş bölgelerdir. Peki, Gazze’deki mülteci kamplarında başka ülkelerden, meselâ Sudan’dan, Mali’den gelen mülteciler mi bulunmakta? Elbette hayır! Filistin’de, çevresi beton duvarlarla çevrili, giriş-çıkışı İsrailli askerler tarafından kontrol edilen bu mülteci kamplarında yine ve maalesef Filistinliler yaşamakta.

Gazze zaten bir açık hava hapishanesi durumunda. Bir de Gazze içerisindeki mülteci kamplarında dışarıdan izole edilmiş bir biçimde Filistinliler yaşıyor. İzinsiz dışarı çıkılamıyor, içeri girilemiyor. Yani kendi ülkesinde Filistinlilerin büyük bir kısmı mülteci kamplarına hapsedilmiş durumda yaşıyorlar. Hapis içinde hapis yani!

Ve İsrail giriş-çıkışları tamamen kendi kontrollerinde olan bu kampları da bombalıyor. Zaten esir hayatı yaşayan, dış dünya ile ilişikleri kesilmiş çoluk-çocuk, kadın-yaşlı demeden bu insanların üzerine de bombalar yağdırıyor. “Bu bir savaş değil diyoruz” bu yüzden. Bu bir katliam, bu bir soykırım, bu tam bir insanlık suçu. Bu alçaklık, kahpelik, vahşilik!

Yahudi kavmi daha önce defalarca mülteci durumuna düşmüş, defalarca sürülmüş bir kavimdir. Demek ki hâlâ tarihten ders çıkaramamış, akıllanmamışlar. Sular çekilip böcekler balıkları yemeye başladığında -ki o günleri de göreceğiz inşallah- ve İsrail halkı yeniden mülteci konumuna düştüğünde, bu kez kapısını açacak yeni bir ülke bulamayacak. Bunu Erdoğan açık açık söylüyor. Ki bunu hâlen aklını yitirmemiş Yahudiler de söylüyorlar. Netanyahu yüzünden yeryüzünde nefret edilen bir kavim hâline geldiklerini görüyor ve bu rezilliğin bir an önce sona ermesi için hem de Tel Aviv’de hükümetlerine baskı kurmaya çalışıyorlar. Bakalım Siyonistler için bir sonraki “mülteci kampı” nerede olacak. Belki Ukrayna, belki de Çin. Göreceğiz.

9. Bu “savaşı” kim kazanacak?

Bu bir “savaş” ise, İsrail savaşı çoktan kaybetti bile. Tüm dünyayı görmüyor musunuz, hükümetler Filistin ve Gazze’ye destek gösterilerini yasaklamış olmasına rağmen her gün yüz binlerce kişi meydanları, caddeleri, köprüleri dolduruyor. İsrail’in çocuk katili, soykırımcı olduğunu haykırıyorlar. Tüm Avrupa ve ABD’de de Yahudi nefreti dalga dalga büyüyor. Müslüman ülkeleri saymıyorum bile.

İsrail’in imajını kurtarmaya yahut düzeltmeye elinde tuttuğu basın-yayın gücü de yeterli olmuyor. Tüm dünyanın vicdanı ve duaları Gazze’nin ve Filistin’in yanında. İsrail’in yanında kala kala aşırı Siyonist bir avuç Yahudi kaldı. Sokaklardan gelen güçlü sesler, ülke liderlerini de yeni pozisyonlar almaya zorluyor. Biden ve Macron’dan başlayarak kirli ittifak yavaş yavaş dağılıyor. Kimse şu toz duman dağılınca işlenen bu soykırım suçlarının ortağı olmak istemiyor, istemeyecek.

Netanyahu, üç vakte kadar sadece ülkesinde değil, dünyada da yapayalnız kalacak. Zafer bir avuç Müslümanın olacak. Artık Yahudiler için Tel Aviv de dahil olmak üzere İsrail’de ve hatta dünyada güvenli bir yer kalmayacak. “Sivil halka” dağıtılan uzun namlulu ağır silahlar da İsrail için yeniden güvenliğin tesisi için yeterli olmayacak. İsrail’i korumaya Demir Kubbe de yeterli gelmeyecek. Netanyahu’nun yaktığı bu ateş herkesten çok İsrail’i, İsrailliyi yakacak. Bunca ahın, bunca kanın, bunca katledilmiş çocuğun İsrail’i yakmayacağını düşünmek eşyanın tabiatına aykırı.

Netanyahu, artık ABD’ye ve Avrupa’ya diş ve söz geçiremez duruma geliyor. Arkasına aldığı bunca askerî ve siyâsî desteğe rağmen bir avuç HAMAS mücahidi ile başa çıkamıyor. Her kara operasyonunda ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalıyor. Bu yüzden öfkeyle ve çılgınca havadan bombalamaya devam ediyor bir avuç Gazze’yi.

Bu gözü dönmüşçesine saldırılar, İsrail’e karşı olan öfkeyi ve nefreti daha da artırıyor. Ve Netanyahu bu sarmaldan bir türlü çıkamıyor. Çember daralıyor, çanlar Netanyahu ve İsrail için çalıyor. ABD ve Avrupa’ya söz geçiremeyen Netanyahu, hiç olmazsa kukla Arap “liderlerine” sesleniyor, “Çıkarlarınızı ve iktidarlarınızı korumak istiyorsanız yapmanız gereken tek şey var: Sesinizi çıkarmayın!” diyor. Bu utanç, Gazze’deki ahlar Arş-ı Â’lâyı inletirken müzik festivalleri düzenleyen, İsrail’e karşı tek laf edemeyen, İsrail’in kuklası olmuş Arap “liderlerine” yeter de artar bile.

Dünya İsrail’e karşı böylesine net bir pozisyon almışken, Arap “liderlerden” çıkabilecek çatlak birkaç ses, İsrail için çok da rahatsız edici, hatta bir felâket olabilir. Bunu Netanyahu da biliyor ve ön alıyor. Bu “savaş” her veçhiyle İsrail için bir hezimet olacaktır, göreceksiniz.

 

10. Bu “savaşta” Türkiye’nin pozisyonu nedir? Ne yaptık, ne yapıyoruz, ne yapacağız?

Bir kere şunu baştan söyleyelim: Dünyada hem Hükümeti, hem de kamuoyu ile tek ses olarak İsrail’e karşı pozisyon alan, bunu da açık açık dile getiren en güçlü, belki de tek ses Türkiye oldu. Güney Amerika ülkelerinin duruşu da çok kıymetli ve değerli. Ancak bölgedeki en önemli askerî ve siyâsî güç olarak Türkiye’nin duruşu çok daha kritiktir.

Birçok ülkenin (hatta muhalefet partilerimizin) açıklamalarının aksine, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın HAMAS’ı bir terör örgütü olarak kabul etmediğini söylemesi fazlasıyla kıymetli bir duruştur. Bu duruşu tarih yazacaktır.

Türkiye’nin bu “savaşa” direkt olarak dâhil olması, bir üçüncü dünya savaşının resmen başlaması demektir. Sırtında yumurta küfesi olmayanların “uçalım, kaçalım, girelim, çıkalım, atalım, vuralım” demelerine kulak asmayınız. Türkiye böyle direkt bir hamle yapacak olsa, ilk önce onların İsrail’den yana tavır alacaklarını görürdünüz. Bunu böylece rahatlıkla söylememin elbette bir nedeni var. Bunları İran’la savaşırsak İran’ın, Suriye ile savaşırsak Esad’ın yanında olacağını açık açık söylemelerinden biliyoruz.

Ege’de sular ısınınca, Libya ile deniz yetki alanı anlaşması yaptığımızda Yunanistan’ın, Akdeniz’de gaz aradığımızda Kıbrıs Rum Kesimi’nin, Karabağ Savaşında Ermenistan’ın, Suriye ve Irak’ta mücadele verdiğimizde ABD’nin tezlerini savunurken ve sınır ötesi tezkerelere “Hayır” oyları verirken çok gördük biz bunları. Yakinen

Erdoğan nezdinde Türkiye bu gelişmelere tepkisini sadece sözel olarak vermekle de kalmadı. Cumhuriyetimizin 100’üncü yıl etkinliklerinde Boğaz’dan geçen donanma, köprülerin üzerinden uçuş yapan insansız uçaklarımız birer gözdağı idi esasında. Boğaz’dan bu geçişler yapılırken Erdoğan’ın hemen arkasında açılmış olan siyah sancak ve kuvvet komutanlarının kınlarından çıkmış kılıçları sadece bizlerin dikkatini çekmiş olamaz. Bunlar gerekirse savaşa hazır olduğumuzun mesajlarıdır.

Bundan bir önceki gün neredeyse iki milyon kişinin katılımıyla düzenlenen Büyük Gazze Mitingi’nde Erdoğan’ın mesajları da son derece netti. Erdoğan bu mitingde yaptığı konuşmasında, Gazze’den Üsküp’e, Selânik’ten Musul’a ve Halep’e kadar Mîsak-ı Millî vurgusunda bulundu. Anlayanlar için tarihî cümlelerdi bunlar. İsrail’e de “Bir gece ansızın gelebiliriz” diyebilmek, Türkiye’nin iradesini ortaya koyan bir ifadeydi.

ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Türkiye’yi ziyaretinde resmî karşılamayı çok düşük bir seviyede tertip eden Türkiye, bununla da yetinmeyip Fidan-Blinken görüşmesinin orta sehpasına ay-yıldız ile çevrelenmiş Mescid-i Aksâ biblosunu fotoğraf karesine soktu. Aynı gün Erdoğan ABD Dışişleri Bakanı ile görüşmekten “daha önemli işleri için” Rize’deydi ve oradan halka seslendi. Erdoğan’ın o gün “Türkiye Gazze’de görünenden çok daha fazlasını yapmaktadır ve yapmaya devam edecektir” cümlesinin altını çizmekte fayda olacağı kanaatindeyim.

İzzeddin El-Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde, Arap liderlere ve ülkelere defalarca sitemde bulunurken bir kez bile Türkiye için olumsuz cümle kurmamıştır. Lafın tamamı -affedersiniz- aptala söylenir. Türkiye’nin duruşu nettir. Ayrıca Türkiye Suriye ve Irak’ta yaptığı operasyonlar ile gelecekte oluşabilecek yeni “durumlara” karşı pozisyon almaktadır. Böyle bir zamanda Türkiye’nin de Mahmud Abbas benzeri Batı ve İsrail kuklası bir isimle yönetilmiyor olması Allah’ın bize bir lütfudur.

Evlerini terk etmek istemeyen Filistinliler kolluk kuvvetleri tarafından darp ediliyor, yaralanıyor; bu da yetmezse öldürülüyor. Yeri geliyor, Filistinlilerin evleri başlarına yıkılıyor. 70-80 senedir bu böyle devam edegeliyor. Hâl böyleyken hâlâ Filistinlileri ev ve topraklarını satmakla itham etmek, bu yolla bu zulümleri normalleştirmek, tarih bilmezlikten öte, İsrail uşaklığıdır. Zulme çanak tutmak, ortak olmaktır. Ne eksik, ne fazla. Net! 

Hülâsa

Gazze’de yaşananlar insanlık vicdanına sığma eşiğini çoktan aşmıştır. Acımızı, kinimizi, nefretimizi anlatmaya kelimeler yeterli gelmiyor artık. Kan görmeye dahi dayanamayan birisi olarak kolu, bacağı, kafası kopmuş, kafatası yarılmış el kadar çocukları görmeye alışmak, alışmaya başladığımızı hissetmek ne kadar acı geliyor, anlatamam!

Binlerce çocuk, kadın “modern” dünyanın gözleri önünde “vahşice” katledilmeye devam ediyor. Yıkılan ve imkansızlıklar nedeniyle bir türlü kaldırılamayan binaların enkazları altında daha kaç bin ceset var, bunu bir tek Allah biliyor.

Her çocuğun, her kadının, her masum delikanlının birer hikâyesi vardı oysa. Ama şimdi onların her birisi birer rakamdan ibaret. Savaş suçu olarak kabul edilen her türlü kimyasal silahlar ve fosfor bombaları her gün yağıyor Gazze’nin üzerine. Dokunduğu yerde, solunum yoluyla girdiği ciğerlerde bile kimyasal olarak yanmaya devam ediyor fosfor. Hatta suyla temas edince daha fazla yanıyor. Söndürülemiyor fosfor yanığı bu yüzden. Her gün Gazze’de bir yerlere bu fosfor bombaları atılıyor işte. Ne olduğu henüz bilinmeyen, belki de etkileri yıllar sonra anlaşılacak değişik kimyasal silahlar da deneniyor Gazze laboratuvarında.

Gazze sokaklarında annesi babası şehit olmuş, ne yapacağını, nereye gideceklerini bilmeyen el kadar çocuklar dolaşıyor yıkıntıların arasında. Bu çocukların akıbeti ne olacak, onların ahı bizleri yakmayacak mı? Yüreği henüz taşa dönmemiş olanlar için dayanılacak manzaralar değil bunlar.

İsrail’in bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı muhakkak ki var. O hesap yapanların en yücesidir. Ve Allah nurunu tamamlayacaktır. Belki de böyle bir zamanda İsrailoğullarının neden lânetli bir kavim olduklarını, ne kadar zalim ve gaddar olabildiklerini tüm dünyanın bir şekilde ve bu şekilde görmesini, anlamasını istemiştir Yaradan.

Bu sadece Gazze’nin değil, vicdan sahibi bütün insanlığın bir imtihanıdır. Gazze için yerden bir taş alıp atamıyorsak da, ne yaptığımızla, ne düşündüğümüzle, ne için dua ettiğimizle, ne için yandığımızla ve ne kadar yandığımızla imtihan ediliyoruzdur belki de. Böyle bir zamanda evimize soktuğumuz bir İsrail ürünü, hiç huzursuzluk hissetmeden yediğimiz bir İsrail hamburgeri, içtiğimiz bir İsrail kahvesi bizim imtihanımız olacak ve bir gün bir yerde karşımıza çıkacak. Kim bilebilir?

Allah hepimizin, başta Gazze ve Filistin olmak üzere tüm insanlığın bu acı imtihanını hayırlara çevirsin. Bizlere de Gazze için dua etmekten ve İsrail’e de buğz etmekten daha fazlasını nasip etsin.

Zalimler için yaşasın Cehennem!