İnsanlık hâli

Kopmaya başlamış bir kıyametin çocuklarıyız; öfkeli ve sabırsızız, çünkü hıza alışmışız. Onurdan çok kibir, doğrudan çok yalan, sevgiden çok nefret dolu kalbimizle -en kötüsü de- böyle yaşamaya alışmışız. “Başka türlü de yaşanabilir” dese biri, “inanmamaya alışmışız”.

SANKİ insanlık bir Pamuk Prenses ve cadının zehirli elmasının yarısı elinde. Diğer yarısı mı? Kanında, hatta canında… Cadı kim mi, nerede mi dersiniz? Uzakta aramayın onu, çünkü sizsiniz!

Çok şeyimiz oldu dünyada, yığmacasına eşyalarımız. Evlerimiz kat kat oldu ama ne çare, alçalan şeylere inat yükseliyorlar. Bir kilim olaydı, bir yatak, bir yorgan, bir kaba uzanan üç beş el… Mutluluk olaydı, huzur olaydı… Emanet koruyan, sır tutan, gönlüyle yüzüme gülen, eşim dostum olaydı… İnsan çok, her yer insan ama ne vardı insanlık olaydı…

İyilikten bahseden son nesil gibi görünüyoruz ama yine de parçalarına ayrılmış bir şaheser gibi yerlerde sürünüyoruz. Kapalı kapıların ardında yapılan ne varsa gözlere sunuluyor. Zinalar apaçık artık, hırsızı, katili, sahtekârı, zalimi mutlu ve haklı gibi rahat, hem de çok rahat. Vicdan azabının kalktığı bir kalbe hiçbir azap ceza sayılmaz herhalde. Beni en çok etkileyen, bu hale gelirken nerede çözüldüğümüz.

İnsanlık tarihi hata ile başlar aslında. Yasak meyveyi yer ve cennetten çıkar Âdem. Zaten sürgün yeri olan “Dünyada rahat yok!” diyor Kurgulayan, Yaratan.

Bugünü gören, dünü arıyor; güven kalbimizi terk etti gidiyor. Bilmem ardından yetişip başköşeye koymak için geç midir? O, kalbimizin ekmeği aşı, hem suyu, hem nefesiydi. Güven kalbimizden çıkmasaydı,  insanlıktan çıkmazdık böyle. Yine şükür ki hepten gitmedi, izi tozu var hâlâ.

Eskiden hapishane, görünen dört duvardan ibaretmiş. Şimdi kelepçeler ruha takılıyor. Labirent gibi, ne kapısı var, ne gardiyanı. “Deniz pislik kabul etmez” derlerdi atalar, artık dalgalar insanın kirlettiğiyle baş edemiyor. Kirlerimiz asit olarak gökyüzünden yağacak kadar taştı içimizden. İyi şeylere şaşırmak zoruma gidiyor! Bu hale gelmemiz zoruma gidiyor! Ümide tutkun kalbimi eğlemek hiç kolay değil...

Neyle dolduk da biz böyle taşıyoruz? Delice, duyarsızca, hayasızca yaşıyoruz.

Seher serinliklerine hasretiz, gün doğuşlarına ve gün batışlarına, dolunay ışığında yasemen, hanımeli, nergis kokuları arasında cırcır böceklerini dinlemeye hasretiz. Özgürlüğe hasretiz ve yalınayak basıp toprağa, yürümeye hasretiz…

Kopmaya başlamış bir kıyametin çocuklarıyız; öfkeli ve sabırsızız, çünkü hıza alışmışız. Onurdan çok kibir, doğrudan çok yalan, sevgiden çok nefret dolu kalbimizle -en kötüsü de- böyle yaşamaya alışmışız. “Başka türlü de yaşanabilir” dese biri, “inanmamaya alışmışız”.

Kaybolan nedir bizde? Aradım, hep aradım. Ne yerde, ne  gökteydi. Buldum en sonunda; kaybolan “içimizde”. Herkes dönsün; bir an bile olsa içine dönsün ve görsün, onu kendinde görsün! Günahı ve tövbeyi, bulanığı ve duruyu, nankörlüğü ve şükrü, isyanı ve sükûneti kendinde görsün… Dermanın varıp varacağı yer derttir, sabırla bekleyenin dermanı selamettir. İnsanın yükü mücevher, insan gönlü hudutsuzdur ve mahremdir. Hiç kimseden hiçbir şey ummadan, sadece kendim bir küçük iyilik yapsam ve denize atsam “Balık bilsin” diye değil ama “Halık bilsin” diye diye. O zaman sadece ben olmaktan çıkar, sen olurum, biz olurum. Her yerde aradığımı kendimde bulurum. Omuzlarım dağların yüklenemediğini sırtlanmış ya bir kere, bacağım titrese de, bazen yıkılıp düşsem de… Tıpkı benim gibi düşe kalka büyüyecek insanlık, ama her düştüğünde bir el uzanınca, kalkıp omzunda yüküyle tekrar yürüyecek.