İnsanlığın
tuhaf sınırları
SINIRLAR var; yolları
kaldırımlardan, dağları nehirlerden, gündüzü geceden ayıran sınırlar… Sınırlar,
bir şeyin başka bir şeyden ayrıldığı yerlerdir. Sadece bir belirteçtir. Bir
değer göstergesi ya da değerler üzerinden şekillenmiş ayrım noktaları değildirler
sınırlar. Yeryüzünde düzen böyle kurulmuştur. Ta ki, insan kendi sınırlarını
bilmeyene kadar…
İlk
günah, insanın ölümsüzlük isteğinden ileri gelir. Şeytan, Âdem Peygamber’in kanına
sonsuzluk vaadiyle girer. Böylelikle ilk sınır çiğnenir.
Maalesef
her insan Âdem Peygamber gibi hiçbir bahane üretmeden Allah’tan af dileyip
hatasından dönmez. Sonsuzluk arzusu bazı insanları sınır tanımaz hâle getirebilir.
Bedeni yok olacaksa bile adı kalsın isteyen insan bu tutkuyla yollara düşer,
kan döker, can verir.
Sınırlar,
içlerinde insan barındırdıklarında karmaşıklaşırlar. Her birine ayrı bir anlam
yüklenen sınırlar, söz konusu insan olduğunda bir belirteç değil, değer ifadesidirler
artık. Cinsiyetinden rengine, mesleğinden ırkına kadar insanlar arasında
çizilen sınırlar birer üstünlük göstergesidirler. Oysa ne yol kaldırımdan, ne
dağ nehirden, ne gündüz geceden, ne de insan, insandan farklı olduğu için
üstündür.
İnsanın,
farklılıklarından dolayı diğer insanlardan üstün olduğunu düşünmesi şeytanî bir
düşüncedir. “Üstün olma” düşüncesiyle yakıp yıkmak veya cana kıymak şeytanî bir
tavırdır. Çünkü şeytandır “Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu (insanı)
çamurdan yarattın” diyerek Allah’ın emrini çiğneyen ve Hz. Âdem’e secde etmeyen…
Küçük
Prens’in düşündürdükleri
Antonio
Saint De Exupery, “Küçük Prens” adlı unutulmaz eserinde, insanlar arasına mânâsızca
çizilen sınırlara çocuk saflığı ve temizliğinde yaklaşarak bu sınırların
gülünçlüğüne dikkat çekmiştir. Boş bir gezegenin, hükmedecek bir şey olmasa
bile hükmetmeden edemeyen kralı, sadece övgüleri duyan ve hep alkışlanmak
isteyen kendini beğenmiş insan, para ile her şeye sahip olabileceğini zanneden
iş adamı, yalnızca ebedî olan yeryüzü şekillerini kaydeden bir kâşif olmadığı
gerekçesiyle kaydettiklerini yerinde görmeye gerek duymayan coğrafyacı…
İnsanlar
arasına çizilen makam, mevki, şöhret, maddiyat, bilgi, güç ve iktidar gibi çok
temel sınırları ne de güzel ifade etmiştir Exupery!
Aslında
gülünüp geçilmesi gereken bu durum, tarih boyunca devam eden insanlık trajedisinin
en önemli sebebi olmuştur. Evrende bir nokta kadar yeri olmayan dünyaya
sığamamıştır insanoğlu. Savaşlar, katliamlar, soykırımlar hep bu insanın sahip
olma tutkusuyla sınırlarını aşmasından ileri gelir.
Metabolizması
bozulan dünyanın kanla çizilen sınırları
Halep’teki
soykırımı hatırlayalım! Çıkar hesapları ile Halep’in üstünde akbabalar gibi
uçuşan devletler, en sonunda tarihte kara bir leke olarak kalacak vahşete imza
attılar. Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden, önlerine çıkan herkesi acımasız
eziyetler eşliğinde katlettiler.
İşte
insanın sınırlarını aşması öyle tehlikeli bir şeydir ki, insanlar istedikleri
şeyi elde etmek için gerekirse sınırları kanla çizerler!
Bugün
pek çok insan fazla geldiği için artan yemeğini çöpe atarken, başka pek çok
insan yiyecek yemek bulamadığı için açlıktan ölüyor. Bir tarafta bol bulunup boş
yere akıtılan sular, başka bir tarafta içecek temiz su bulamayan insanlar… Bir
tarafta ellerindeki kirli paralarla dünyaya hükmeden kodamanlar, diğer tarafta yalnızca
Allah’a inandığı için hapislerde işkencelere maruz kalan âlimler...
Dünya,
insanın sahip olma hırsı yüzünden bir tuhaf dönüyor artık. Zaten bu yüzden
bozulmadı mı dünyanın metabolizması da? Bu dengesizlik, bu bozuk düzen olmasa,
mevsimler birbirine girer, su kaynakları tükenmeye yüz tutar, ormanlar hızla
yok olur muydu?
“Sahip
olmak” ya da sahip olunamayan “olmak”
Erich
Fromm, insanın sahip olma tutkusunu ve bunun nelere mâl olabileceğini geniş bir
şekilde ele aldığı “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı kitabında, insanın sahip olma
isteğini şöyle ifade eder: “Belki de ‘sahip olmak’ güdüsünün böylesine güçlü
olmasının nedeni, ölümsüzlük duygusunu tatmin etme konusundaki etkinliğidir. ‘Kendimi’
sahip olduğum şeylerden oluşan bir bütünlük olarak kabul edersem, onların yok
olmazlığı, benim ölümsüzlüğümü sağlayacaktır.”
Tüketim
kültürüyle birlikte ortaya çıkan “İnsan, sahip oldukları kadar vardır”
düşüncesi yalnızca eşya için geçerli değildir. İnsanlara da eşya muamelesi
yapıldığı için artık, sahip olunan (!) insan kadar da insanların değerleri
biçilir.
Ne
yazık ki insanlar, parmaklarına bir yüzük geçirdiklerinde eşlerine, aynı soy
ismi taşıdıklarını gördükleri vakit çocuklarına, para verdikleri zaman
çalışanlarına, bir grup insanı yönetmekle sorumlu olduklarında o insanlara
sahip olduklarını düşünürler! Artık bir başkasının organıymış gibi muamele
edilen insanlar, bağımsız hareket etmek istediklerinde ya da kendilerine
yapılan haksızlıklara tepki gösterdiklerinde, buna haklarının olmadığı düşüncesi
hâkimdir.
Erich
Fromm, kitabını iki olgu üzerine inşa etmiştir: “Sahip olmak” ve “olmak”… Fromm,
sözünü ettiği “olmak” düşüncesini ise şöyle tanımlar: “‘Olmak’ sözüyle, kişinin
hiçbir şeye sahip olmadığı ve hiçbir şeye açlık duymadığı, tam tersine büyük
bir sevinç içinde bütün yeteneklerini üretici bir şekilde kullanarak dünya ile
bir olduğu varoluş biçimini anlatmak istiyorum.”
Yine
Fromm’un ifadeleri ile ‘sahip olmak’ ile ‘olmak’ arasındaki fark şudur: “‘Sahip
olmak’ eğilimindeki bir insan, mutluluğu başkalarına üstün olmakta, gücünün
bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde
bulmaktadır. ‘Olmak’ ilkesinde ise, mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir.”
“Olmak”
düşüncesinin, ancak yüzeysel görüntüleri aşıp onların ardındaki gerçeği
kavramakla gerçekleşebileceğini belirten Fromm, “İnsan her şeye sahip gibi
görünse de, gerçekte hiçbir şeye sahip değildir. Çünkü bir nesneye sahip olmak,
onu saklamak ya da denetlemek, yaşam sürecinin belirli ve kısa alanlarıyla
kısıtlıdır” der.
“Ol”ması
gereken insan
Sonuçta
insan, “sahip olduğu” kadar değil, “olduğu” kadar insandır. Ne zaman ki insan (hem
de doğal bir güdü olduğunu ileri sürerek) “sahip olmak” düşüncesi ile hareket
etmeye başlamıştır, o zaman hâddini aşmıştır. Hâddini aşan insan, kendi çizdiği
suni sınırları da tükenmeyen bir hırs içerisinde, karşısına çıkan her şeyi ezip
geçerek sürekli genişletmekte ve sınırsızlığı hodbin bir özgürlük anlayışı ile
meşrulaştırmaktadır.
“Olmak”
ne kadar zor olursa olsun, gerçekte var olmayan bir “sahip olmak”tan her zaman
için daha iyidir ve insan, sınırsız olduğu kadar değil, hâddini bildiği ve
insan olmanın gereklerini yerine getirdiği kadar özgürdür.
Goethe,
ne de güzel ifade etmiş: “Mülkiyet:/ Biliyorum
ki ben,/ Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında/ Hiçbir şeye sahip
değilim./ Biliyorum ki ben,/ Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım
anlar dışında,/ Hiçbir şeye sahip değilim.”