İnsanlığın sınırında son kale: Bosna

Bir Srebrenisca şehidinin annesinin beyaz mezar taşına yaslanarak sözlerini kanatlandıran gözyaşlarına tanık olmamışsanız eğer, bırakın yara izini, hiçbir şeyin izini sürmeden gezip tozmuşsunuz demektir. Sizi gölge gibi takip eden Batılı güçleri fark edip izinizi kaybettirmeyi başaran bir emeğiniz, bir projeniz, bir desteğiniz olmamışsa eğer, sizin rüyalarınıza girecek bir yara izi olmayacak demektir.

BİYOLOGLAR, insan için “sınırlarını zorlayan canlı” tanımını kullanışlı bulurlar. Çünkü sınırı zorlamak, “değişim ve gelişim” dinamiği kabul edilir.

Devlet adamları, insan hakkındaki “sınırları korumak için canını veren canlı” tanımını önemserler. Çünkü “vatan” bilinci bu ruhla açıklanabiliyor.

Kültür araştırmacıları, insana dair, “farkını ortaya koyan sınırları koruduğu için kendisi kalan canlı” yorumunu benimserler. Çünkü “Biz” derken ne kastedildiğini anlatabilmektedirler.

Sanatçılar, insan tarifini “sınır kabul etmeyen ruh” şeklinde yaparlar. Çünkü “özgürlük”, ancak bu ruhla kanatlanabilmektedir.

Tarihçiler, insan husunda “sınırlarını genişleten güç” derler. Çünkü siyasî tarihten bağımsız kayda giren tarihe niçin rastlanılmadığını ancak bu güçle izah edilebilmektedirler.

Bir de izlediğim filmler içinde, “sınır” hakkında hafızama kazınmış bir “son kale” tablosu vardır. Filmde savaşı kaybeden bir imparatorluğun, çekildiği sınır boyunda terkedilmiş bir kaledeki bir avuç asker ve sivilin verdiği yaşam mücadelesi söz konusu edilmektedir. Yıllar sonra merhametli bir kralın, unutulmuş o son kaledeki insanlarının durumunu öğrenmek için gönderdiği bir elçinin tanık oldukları ve elçi ile kaledekilerin diyaloglarında inleyen gerçekler beni çok etkilemiştir. Özellikle de kaledekilerin, her şeyleri ile onca yıl imparatorluğu temsil noktasındaki direnişi ve elçinin gözlerine inanamadığı bu gerçeklerin kendisini içine düşürdüğü büyük çelişkinin verdiği acıdan çıkma çabası... Çünkü son kaledekiler, terk edilmiş olmalarına rağmen inançları ve kültürleri ile direnirken, imparatorluk dönemindeki görkemini kaybetmiş ve sınırları küçülmüş bu milletin inanç ve kültürü aynı orijinallikte ve “biz” kıvamında değildir. Aksine, savaştığı ve yenildiği galip güce benzeyerek, kendini inkâr ederek var olmuştur.

Nitekim elçi, “Biz” derken “Son kaledekiler mi, yoksa kendi özünden uzaklaşmış mevcut millet mi ‘temsil’ makamındadır?” diye içten içe kendini ve tarihini sorgulamaktadır.

Tüm bu “sınır” tasvirleri bize bir gerçeği hatırlatmaktadır: İnsan “sınırlı” bir varlıktır. Bu bağlamda Bosna için “son kale” nitelemesi ile bu sınır etkileşimi arasında bir “kader” vardır. Üstelik ilginçtir “Bosna” kelimesinin kök anlamlarından birinin de “Sınır(dakiler)” olması.

Bosna’nın tarih boyunca kaderi ile bir sınır boyunda kurulmuş (ve terkedilmiş) “son kale”nin hikâyesi, aradaki bağı açıklamaktadır. Kuşkusuz Türklerle Boşnakların tarihteki kaderleri de bize şu mesajı vermektedir: Türkler için Bosna, Osmanlı’nın geride bıraktığı ve unuttuğu son kalesidir.

Bu sınırdaki son kalede yüzlerce yıldır yaşayan ve direnen insanların (bize) anlattıkları, gerçekten kendimizle ve tarihimizle yüzleşmeye davet eden içtenliktedir. Bosna gezimiz boyunca anlatılanları geleceğe doğru okuyarak taşımak için hazırladığımız bu dosya bünyesinde fark ettiğimiz üç temel unsur oldu: Büyük göç, hafıza ve Aliya...

Bosna’yı anlatan bu üç unsuru dikkate almanın amacını ise tek bir kelimeyle özetleyebiliriz: Özgürlük…

***

Birinci Bölüm: Anlam Üçgeni

Büyük göç

İnsan-mekân ilişkisinin doğası, bir anlamda “hayat rahmi” diyebileceğimiz bir  “yer” edinmedir. İnsanın döllendiği ana rahmi ile toplumun döllendiği rahim olan “yer” arasında sadece edebî bir benzeşme değil, edebî bir bütünleşme vardır. Belki de bu bağı en iyi anlatan tanım, iki rahmin sahibini bir tanımda buluşturan “anavatan” ifadesidir. Anavatan, ana rahmi ile yer rahmi olan vatanın uyumlu buluşmasıdır.

Kuşkusuz insanoğlu, ana rahminde varoluş sürecini tamamladığında, yani doğduğunda, hayatını dölleyeceği ikinci rahim olan “yer” için farklı/başka yerlere de bakmıştır. Biz yer edinerek “yerli olmak için” yapılan bu arayışa/yürüyüşe “Göç” diyoruz.

Oysa neredeyse göç, sadece savaş sonrası sürgünlerle birlikte veya sadece karnını doyurmak için insanın kendini mecbur hissettiği bir başka yere gitme yolculuğu şeklinde anlaşılmaktadır. Hayır! Göç, ana rahmi ile yer rahminin uyumla buluşması için yapılan arayışa denir.

Nitekim Kur’an’ın, insan oluşumuna yer olan rahim sahibi kadın ve bir yer rahmi olan Mekke için aynı kelime olan “ummu” ismini kullanması bu nedenledir. Bir de Mekke için “Ummu’l-Kura” denilerek, diğer anavatanlar arasında çekim merkezi olan, bir anlamda “medeniyet veya bölge merkezi” anlamında bir sıfat kullanılmıştır. Kuşkusuz “Ummu’l-Kura” olarak anılabilmek için bazı özelliklere sahip olmak gerekir inanç, kültür ve siyasî güç taşımak gibi. 

Tam da bu noktadan sonra şu tespiti yapmak durumundayız: Bugün, başta Bosna diye bildiğimiz bölge olmak üzere Balkanların batısı, başından beri Boşnaklar için hem yerli, hem de yerinde bir “ummu” bölgesidir. Yani Boşnakların anavatanıdır.

Nitekim Boşnaklar için tarihte ilk defa karşılaştıkları “Türk” gerçeği de anavatanları farklı bir bölgede veya bir “arayış” içinde olan toplulukla karşılaşma anlamındadır. Dolayısıyla Boşnakların Türklerle karşılaşması ve Müslüman oluşları, anavatan sakinleri olan Boşnaklarla arayışı devam eden bir politik göç hareketi de olan Türklerin karşılaşması ve kaynaşmasıdır. Bu karşılaşmanın özünde de iki hafızanın karşılaşması vardır.

Unutmayalım ki hafıza, sadece geçmişin arşivi değil, insanın tutumunu belirleyen yönlendirici bilincin de kaynağıdır. Dolayısıyla -sarsıcı gelse bile- Boşnakların tarihinde oluşan/var olan hafızadaki  “ana-vatan”, Osmanlı veya bugünkü Anadolu değildir. Zira dün olduğu gibi, bugün de Boşnakların Osmanlı ve Türklerle ilişkisi, kendi “ana-vatan” anlayışını koruyarak gelişmiştir. Ancak Boşnaklarla karışıp oraya yerleşen Türkler için de bir başka gerçeklik, başından beri tarihe eşlik etmiştir: Türkler için “ana-vatan” her zaman Anadolu olmuştur.

Bosna’yı gezdiğimiz anlarda Boşnakları ve Türkleri dinlerken bu iki hafıza farkına açıkça şahit olmaktayız. Sanırım bu hafıza farkı dikkate alınmadan yorumlanacak tarih ve çağımızda kurulacak ilişkiler, “politik” olmak dışında bir şeyi inşa etmeye yetmeyecek ve yetişmeyecektir.

Bosna’nın, “Türklerin büyük göç dalgalarının vurduğu kıyı veya sınır” olarak incelenmesi kronolojik bir analize ihtiyaç duysa da Türkiye-Bosna ilişkilerinin yarına taşınması noktasında “hafıza farkı” dikkate alınmak durumundadır. Çünkü Boşnak olmak, bağımsızlığını ilan etmiş bir hafıza taşımaktır.

Kuşkusuz Boşnaklarla Türklerin ortak bir tarihi var; bugün için ortak kaderleri varlığını sürdürmektedir. Gelecekte, birlikte oluşturdukları kardeşlik hukuku korunacak ve geliştirilecektir. Ancak ortada tek/aynı hafıza olmadığı için, Boşnakları anlamak gayesiyle onlara ait hafızayı fark etmek gerekir. Çünkü “büyük göç” Türkleri, “sınırdaki anavatan” Bosna’nın gerdanlığındaki fotoğraftır.

Hafıza

Hafıza, öncelikle hayatta olan insanların duygu ve düşüncelerini etkileyen yaşanmışlıklar ve onları analiz edip davranışa, anlayışa dönüştüren bilinç şerididir. Tıpkı film şeridi gibi karalerden oluşur ve karalerin her birinde var olan fotoğraf ile kareler hızla hareketlendirildiğinde ortaya çıkan “hareket” gibi, bir hareketli akışa sahiptir. Dolayısıyla hafıza, sadece “depo” değil, bir akışa sahip ardışık hayat karelerinden oluşur.

1992-1995 yılları arasında yaşanan iç savaşta Srebrenisca soykırımını gerçekleştiren Sırp komutanın “Bugün, Türklerden tarihî rövanş alacağımız gündür” sözü ile Bosna ziyaretimizde, soykırımda şehit olan Boşnakların acılarını yaşayan ve acılardan söz devşiren Srebrenisca Anneleri Derneği Başkanı’nın, “O gün Türklere olan nefretlerini hatırladılar, fakat faturayı bize kestiler” hatırlatmasının taşıdığı anlam ve bağlam, bizim “hafıza” diyerek kast ettiğimiz eksene işaret etmektedir ve bu hafıza, “tarih”tir. Demek ki tarih, yaşanmışlıklar kadar yaşanma ihtimali olanların da sebeplerini özünde barındırmaktadır.

Yeni doğan Boşnaklar için “Türk” ile “hafıza” arasındaki ilişki, “bedel-gelecek” etkileşiminin tarihî serüveni ile özdeştir. İlginç olanı ve bekleneni ise, “Boşnak” ile “hafıza” arasındaki ilişkinin yeni doğan Türkler için ne anlam ifade ettiğidir.

Bosna gezimizde ve sohbetlerimizde bir altyazı gibi bizim taraftan hissettirilen “bir zamanlar yönettiğimiz topraklar” algısı, bugün Bosna’daki tercih ve Boşnakların dilinde bir “hafıza” seansı değil de bir devlet milliyetçiliğinin tarihsel gerçekliği olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Bosna’yı “miras” ve Boşnakları da “teba” diye hatırlamak, hafızayı anlatan ve hizmet eden bir yaklaşım olarak kabul görmemektedir. O zaman tüm taraflar için tarihin kilitlediği hafıza kapılarını açacak anahtar hükmündeki unsurları bulmak gerekmektedir. Nitekim bizim Bosna ziyaretimizdeki niyet, kayıp anahtarları bulmak şeklinde özetlenebilir.

Boşnaklarla özümüz bir, sözümüz bir olmuştur. Yer yer öz unutulmuş, sözler farklılaşmıştır. Bu durumlarda ödenen bedellerden ders almak gerekir. 

Unutmayalım ki, devletlerin vatandaşlarına yüklediği hafızanın kaynağı dil ve ırka dayalı şekilde oluşturulmuş “güçlü geçmiş-güçlü gelecek” telkinidir ve milliyetçiliğin de devlet dilindeki tercümesidir. Doğası gereği siyasîdir ve doğaldır. Bu noktada “Evlad-ı Fatihan” jargonu, Bosna’da ve Boşnak belleğinde olumlanan ve saygı duyulan bir “görüntü vermek” hükmündedir. Ancak bu sahnelemenin geleceğe ne katacağı netleştirilemediğinden, mevzunun “kardeşlik hukukunu” geliştirme noktasında bir geçmişe gönderme ile sınırlı kaldığı gözlemlenmektedir.

Tarihte devlet milliyetçiliğine bulaşmamış toplum var mıdır, tartışılır, ama tam da bu “Evlad-ı Fatihan” söylemine ilişkin Sırpların rahatsızlığı ve kışkırtıcılığı “radikal” düzeyde seyretmektedir. Dolayısıyla Sırplar için “Türk” kelimesi, tüyleri diken diken eden bir güç karabasanıdır. Bunun günümüz Boşnaklarına yansıyan yüzü ise, “hafıza” ile “devlet milliyetçiliği” arasında kalan bir “arayış gerilimi”dir. Yani Boşnaklar bir ikilemdedir: Batı-Doğu sentezi mi, yoksa üçüncü bir yol mu?

Nitekim Aliya İzzetbegoviç bir “hafıza dirilişi” öncüsüyken, yani öze işaret etmiş ve üçüncü yolun imkânını ortaya koymuşken, strateji ve planlama eksikliği nedeniyle Boşnakların geneli, tercihlerini “devlet milliyetçiliği”ne doğru yöneltmiş görülmektedir. Bunun anlamı şudur: Türkiye bir “hafıza yenileme” stratejisi geliştiremez ve Aliya’nın yüzü bir “hafıza portresi” kılınamazsa eğer, yeni doğan Boşnaklar, Türkiye’ye kulak verseler bile yüzlerini Batı yönünde tutmakta ısrar edeceklerdir.

O zaman bir gerçekle yüzleşmek zamanıdır: Boşnaklar Türkiye’den ve çok sevdikleri Sayın Erdoğan’dan önce Aliya’yı anlamak ve üretmek durumundadırlar. Değilse, bir sonraki kuşak için Boşnak devlet milliyetçiliği, bırakın Türkiye’yi anlamak ve ilişkilerini çok yönlü geliştirmek, yanı başında duran hafıza kaynağı Aliya’nın ruhuna bile Fatiha okutacaktır. Aliya’nın vefat etmeden önce Bosna’yı Sayın Erdoğan’a vasiyet etmesinin hangi öze işaret ettiği anlaşılamaz.

Şu cümleyi kurmak durumundayız: Boşnaklar için “ummu”, yani anavatan Balkanlardır ve bugün için Boşnakların en büyük ihtiyacı ve sorunu “liderlik”tir. Çünkü Boşnaklar için henüz Aliya, bir lider olarak hafızalardaki yerini alacak şekilde tamamlanmış değildir ve süreç devam etmektedir. Bosna’nın geleceğine katkı koyacak herkesin, Aliya portresini bir hafıza kaynağına dönüşmesi için üretmesi zorunludur.

Aliya

Aliya, hangi taraftan bakarsanız bakın, Boşnaklar ve Türkler için insanlığın sınırındaki son kalenin komutanlığını yapmıştır. Aliya’nın hayat hikâyesi ve hayat felsefesi, Türkler için de bir hafıza kaynağıdır. Hatta o, Türkler için de bir “lider” özelliği taşımaktadır. Ancak bu liderlik, devlet milliyetçiliği koleksiyonunda yer alacak “kahraman” anlamında değildir. Yahut savaş sonrası bir ulus inşa eden devrimci bir lider de değildir Aliya.

Zaten Boşnaklar da Aliya’yı -tüm övgü ve minnettarlığa rağmen- bu içerikte bir lider olarak görmemektedirler. Şahsî kanaatimdir, “Bosna’nın ilk ve en acil sorunu nedir?” diye sorulsa, herkes “İşsizlik!” diye cevaplandıracaktır. Fakar “İlk ve en acil sorumluluk nedir?” sorusuna cevabım bir portredir: “Aliya”…

Aliya’nın mücadelesi, manifestoları, eserleri ve hatırlattıkları birer “hafıza dersi” değerindedir. Açıkça ifade etmeliyim ki, Bosna gibi kritik süreçte olan tarihî dönemlerde, gerekirse bir isim üzerinden var olmuş ve arzulanan hafıza inşa edilmek durumundadır. Bunun için Aliya’nın ömrü hafıza dersleri ile doludur. Nedir bu dersler? Doğu-Batı sınırları, İslam’ın yüzü, birlikte yaşama tecrübesi, savaş-barış oyunları ve tabiî ki yalın olarak “liderlik”…

Aliya’nın benimsenmesi için yeni nesil Boşnaklara Aliya’yı anlatmak, Boşnakları özgürleştirecektir. Öyle ki, Aliya anlaşıldıkça Türkiye ile bağlar güçlenecek, ama Türkiye’ye bağımlılık son bulacaktır.

Bazen devlet milliyetçiliğinin körleştirdiği noktalar olur. Örneğin özgürleşen bir toplum bize daha fazla katkı sağlayacakken, bizim geleneğimizde olmayan “Bağımlı kıl, rahat yönet!” tekniklerine başvuran sapmalara düşülebilmektedir. Oysa bizi “büyük medeniyet” diye vasıflandıran olgu, muhataplarımızın özgürlüğüne destek vermektir. Bugün özgürleştiren yöntemler geliştirmek ve tüm Batılı güç odaklarını atlatıp uygulamaya koymak, hayatî öneme sahip bir ihtiyaçtır.

Aliya, hayatta olduğu kadar vefatından sonra da mücadelesi ve eserleriyle bir inşa imkânıdır. Aliya’yı tanımayan Boşnak kalmamalı, Aliya’yı tanımadan da Bosna anlaşılmaya çalışılmamalıdır.

Ortada tek/aynı hafıza olmadığı için, Boşnakları anlamak gayesiyle onlara ait hafızayı fark etmek gerekir. Çünkü “büyük göç” Türkleri, “sınırdaki anavatan” Bosna’nın gerdanlığındaki fotoğraftır.

Özgürlük

Bosna’yı ve Boşnakları anlamak için büyük göç, hafıza ve Aliya, doğru başlangıç noktaları ve menüyü açan doğru PIN kodu karakterleridir. Ancak “özgürlük”, özgürlük için seçilen şıklar ve zikrettiğimiz üç temel şifre unutularak aranırsa, bir gün gelinen nokta, Bosna ve Boşnaklar için özgürlük sanılan kölelik pazarları olacaktır. Nitekim bugün Bosna’da Batılı güçlerin yapıp ettikleri ve yapmayı planladıkları, bu kölelik pazarlarının yaygınlaştığını göstermektedir. Ekonomik bağımlılık, siyasî kaos kafesi, kültürel asimilasyon, istihbarat stratejilerinin gündem oyunları karşısında Boşnaklar çaresiz; Türkiye’nin bütün olup bitenlere karşı hamlesi ise bir “iyilik hareketi”ni aşabilmiş değil.

Oysa savaşı kalıcı barış ve özgürlüğe çeviren imkân, kurulan her köprünün altında eş zamanlı işlev gören bir gizli tünelin varlığını sağlamaktır. Yani köprünün göreceği herhangi bir zarar durumunda alternatif yolların varlığı, bu imkânın kendisidir. Bugün Batılı güçler bu bölgeyi köstebek yuvasına çevirmişlerdir; strateji, lojistik, projeksiyon, ritmik darbe ve bağımlılık iklimleri gibi “Ne ararsan var!” inceliğinde örgütlü dokular mevcuttur. Aynı güç ve yaygınlık, maalesef Boşnak-Türk kardeşliğinin hukuku olarak henüz devreye girmiş değildir.

Unutmayalım ki güç, tek başına özgürleştiren enerjiyi sağlamaz. Gücü kullanan akıl ve onu otoriteye çeviren duygusal zekâ şarttır. Bugün Bosna’da, otorite Batılı güçler tarafından yürürlüğe konulmuştur. Bizim yapmamız gereken, “büyük göç, hafıza ve Aliya” karakterlerini girmek ve açılan yolda göç stratejileri, hafıza yönetimi ve Aliya rehberliğini organize etmektir. “Büyük göç” Türkleri, “hafıza” Boşnakları, “Aliya” ise çözümü temsil etmektedir.

İkinci Bölüm: Türklerin Balkanlar Serüveni

Kronoloji

Tarih, teknik açıdan kronolojik kesitle ete kemiğe bürünür. Tarihi hikâyeleştirdiğimizde “rakam-gün-olay” sepeti içine her şeyi atmamız, kullanışlı olduğu için yaygındır da. Kronolojide esas olan, “son kare”dir. Yani neden-sonuç zincirinin bugüne kalan son halkasını fark etmek…

Örneğin Kuzey Karadeniz bölgesinden gelen Türk orakları zamanla Hıristiyanlığı kabul edip yerli Slavlarla karıştıkları halde, Anadolu'dan gelen Müslüman Türklerin Balkanlara gelişi, 1261'de Moğollardan kaçıp Bizans'a sığınan Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus'la gerçekleşmiştir. Bu dönemde önemli bir isim olan manevî şahsiyet Sarı Saltuk Baba’nın dışında 1261-1453, yani yaklaşık 200 yıl süren Balkanlara yerleşme/büyük göç hareketinde özellikle Bursa menşeli Osmanoğulları öncü olmuştur.

Bu süreçte Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşa, Aydınoğlu Umur Bey ve I. Murad, Balkan fetihlerini (planlı ve misyonlu göç) hazırlayan ilk büyük gazi beyleridir. Örneğin bu kronolojinin son halkalarından biri, Osmanlı’nın zikredilen gazi ve şehit beylerinin de baba ocağı olan ilk başkenti Bursa’dır. Bugün Bursa, nüfusu itibari ile bir Balkan şehridir. Çünkü “büyük göç”ün kurucu ve sahiplenici şehridir. Göçün başladığı hem yerli, hem sürgün şehridir.

Kronolojinin mirasına devam edelim…

Fatih Sultan Mehmed, 1463 yılında Bosna’nın fethi ile (İstanbul’un fethinden on yıl sonra) Osmanlı idaresini Dalmaçya sahillerine kadar götürmüş ve İtalya’yı hedef alarak akıncılarını Trieste üzerine sevk etmiştir. İstanbul da Bursa gibi son halka hükmünde ciddi bir Balkan nüfusu barındırmaktadır. Aliya’nın babaannesinin Üsküdarlı olması ise bu kronolojiyi taçlandırmaktadır. Bu noktada bazı Batılı yazarların “Aliya bir Avrupalıdır” şeklindeki propagandaları, bu kronoloji zincirini kırmaya dönük ince işçilikli bir hamledir.

Kuşkusuz Osmanlılar, Balkan yarımadasına ayak bastıklarında, bölgede kendilerine karşı gelebilecek ne güçlü bir siyasî birlik, ne de devlet bulunmaktaydı. O dönem Balkanların güçlü devletlerinden olan Sırp İmparatorluğu, Osmanlıların askerî gücüne dayanamayarak 15. yüzyıl ortalarında çöktü. Bu, şu demek: Osmanlı, Sırp kronolojisindeki zinciri kırmıştır ve artık Sırplar için kronolojiyi yenilemek, ancak Türkleri “öteki/düşman” belleyen bir “hafıza” inşa etmekle mümkündür. Bir başka ifadeyle büyük göç, büyük düşman doğurmuştur.

Kronoloji, büyük göçün ana aşamalarını, hafıza akışını başa alıp izleme şansı veren bazı başlangıç noktalarını ve en önemlisi de tarih yazmayı kolaylaştırır. Ancak bu kolaylık, daha çok devletin siyasî tarihini yazarken işlevseldir. Oysa değişim-gelişim-dönüşüm akışını bize kültür, sanat, mimari doku ve en önemlisi de dil oluşumu ile din alanındaki tercihler yansıtır. Örneğin tarıma dayalı sosyal düzen, birlikte yaşama tecrübesi, tercüme hareketleri, vergi sistemi ve siyasî şema ile dindarlık tipolojisi, cevap anahtarında yer alan seçeneklerdir. Bu noktada göçün birbirini etkileyen iki önemli “hareket” alanı ortaya çıkardığını görüyoruz: Yerli ve sürgün…

Türklerin Balkan serüvenini “yerli” ve “sürgün”  nitelemeleri özetleyecektir. Bu nitelemenin “toprak” etkisi ile kökleştiği dikkate alındığında, “yerli” olmayı “askerî” güç, sürgünde olmayı ise “ötekileşmek” durumu betimlemektedir. Nitekim Balkanların tarihi, savaşlar tarihi ile toprak üzerinde mobilize olan yerli kalma ve sürgün hayatından oluşmaktadır. Ayrıca Balkanlar, “yer değiştirme” ve “ötekileştirilmiş milletler” karnesi en zayıf bölgedir. Dolayısıyla biz Bosna’yı, Balkanların bütününü dikkate almadan ve toprak kokusunu takip etmeden analiz edemeyiz.

Toprak kokusu

İnsan’ın toprağa ihtiyacı, insanın bu uğurda öldüğünde toprağa gömülmesi, aidiyet ve bağ dokusunun tohuma ekilmiş olması ve en önemlisi de devlet ve toplum milliyetçiliğinin yapıldığı evin toprak olması, Türklerin Balkan serüvenini ve Boşnaklarla kaderini “toprak için” yapılanlarda aramamızı gerektiriyor. Toprak için savaş, toprağın paylaşım şekli, toprağa ekilenlerden biçilenlerin dağıtılma şeması ve tabiî ki “toprak sahibi” kayıtları, anlamanın ve savaşın sebeplerini tespit etmenin ön koşuludur.

Bugün Bosna’daki siyasî krizin kaynağı ve sonucu, “topraksızlık krizi” diye niteleyebileceğimiz bir “durum”dan ibarettir. Topraklarından sürülmüş ve topraklarına dönmeyen dünyadaki Boşnaklar, sadece düşmanların toprak genişletmesine ve siyasî nüfuzuna hizmet etmektedirler. Toprağını satan Boşnakların yersiz ve sürgünsüz kalmaları, onları kendilerine yabancılaştırmaktadır. Sırplar ve Hırvatlar, kokusunu sürdükleri toprakları “sınır oyunları” ve “popülasyon teknikleri” ile kendi kayıtlarına geçirmektedirler.

Kuşkusuz bugün yaşanan toprak kokusu alma çabalarını anlama ve çözümlemenin cevap anahtarı, kronolojinden özel çıkaracağımız “toprak haritası”nı netleştirmekle sağlanabilir.

Bosna’yı “miras” ve Boşnakları da “teba” diye hatırlamak, hafızayı anlatan ve hizmet eden bir yaklaşım olarak kabul görmemektedir. 

Örneğin 1261-1453 aralığı, “toprak paylaşımı” olarak nitelebilir, çünkü “karşılaşmalar” dönemidir. 1453-1699 ise “toprak yönetimi” aralığıdır, çünkü tarım düzeni-vergi modeli sistemi oturmaktadır. 1699-1878 aralığı “toprak reformu” olarak görülebilir, çünkü yerli insanların özerk alanları oluşmaktadır. 1878-1914 aralığında  “toprak sınır kavgası” başlamıştır, çünkü siyasî harita değişikliğinden kaynaklı hak iddiaları çoğalmıştır. Ayrıca bu dönemde Türkler güç kaybetmekte ve Sırplar için sonuç alınabilecek hamleler dönemidir. 1914-1945 arası, özel bir örnek olarak Tito liderliğinde kurulan Yugoslavya çatısı altında “toprak ortaklığı/çok hisseli toprak” dönemi oluşmuştur, çünkü “Toprak devletindir” prensibi benimsenmiştir.

1945-1992 aralığı, “toprak hukuku” esaslıdır. Çünkü değişen dünyada ulusalcılık ve modern hukuk, toprak algısını dönüştürmektedir. Yani toprak, kişisel mülk özlü bireyci meta olmuştur. Bir Boşnak, fotoğrafın büyüğünü görmeden toprağını birkaç kuruş fazlaya satabilmektedir.

1992’den bu yana “topraksızlık krizi” dönemi başlamıştır. Çünkü artık “askerî güç” ve “hukuk” yerine, yöntem olarak “demokratik hakların popülasyonu” benimsenmiştir ve iç savaş sonrası Dayton Antlaşması ile topraksızlık krizi tüm taraflara yaşatılarak, kantonizm yöntemiyle sorunlar ertelenmektedir. Dayton’la çizilen ve labirent gibi işlem gören siyasî harita, topraksızlık krizini sadece unutturmaktadır.

Boşnakların boşalttığı köylere yerleştirilen Sırplar veya Hırvatlar, hukukî açıdan o toprakların tapusuna sahip olmasalar da kullandıkları oylarla o toprakları yönetme hakkını elde etmektedirler. Gelinen öyle bir nokta var ki, kişisel mülk dışında, artık Türkler ne toprak, ne de siyasî haritada yer almaktadırlar. Boşnaklar ise, bütünleşik olmayan ya da kalmayan toprak nedeniyle, çizilen yapay sınırlarla önce siyasî, daha sonra hukukî olarak parçalanmışlardır. Dayton Antlaşması ile parçaların tekrar bütünleşmesini engelleyecek şekilde her yol ve çözüme kilit vurulmuştur.

Bosna’da bir kilidi açmaya kalkmak, iç çatışmaya sebebiyet vermekle karşılık bulmaktadır. Artık anavatan kokusu almayan, toprak kokusu yetisini kaybeden Boşnaklar, her geçen gün planlı ve stratejik yöntemlerle örgütlenmektedirler. Sırpların Bosna’daki toprak kokusu izini sürme yöntemleri ve kullandıkları araçlar, politik açıdan İsrail’in Filistin’de toprak kokusu alma ve el koyma yaklaşımıyla birebir örtüşmektedir. İsrail’in Filistin’deki zulmü ile Sırpların zulmü, toprak stratejisi açısından ve de bunu meşrulaştıran politikaları ile benzerdir. Boşnaklar için tek yol kalmıştır: Türkler olmadan Boşnak olmak…


Türkler olmadan Boşnak olmak

Türklerin Balkanlardaki serüveninin bugünkü hali şudur: Türkler olmadan Boşnak olmak, Türkler olmadan Arnavut olmak, Türkler olmadan Kosovalı olmak… Avrupa ise bunu bir sonraki aşamaya taşımak için her yolu denemektedir: İslam olmadan Boşnak kalmak, İslam olmadan Arnavut kalmak, İslam olmadan Kosovalı kalmak…

Aliya liderliğindeki Boşnakların 1992 sonrası iç savaştaki mücadelede aldıkları tek güç kaynağının “Müslüman olmak” düğümünde kalması ve maalesef o dönem Türkiye’deki mevcut iktidarın öngörüsüzlüğü ve Boşnakları kaderlerine terk eden politikaları sebebiyle yeni kuşak Boşnakların kalpleri kırık, akılları kızgın durumdadır.

İç savaşta Türkler olmadan Boşnak olmak, Sırplarla bir odaya kapatılmak demekti. Nitekim 18. yüzyıldan bu yana, yani Türklerin Balkanlardan sürgün edilmelerinden bu yana tüm savaşları Boşnaklar kendi başlarına vermek zorunda kaldılar; buna 1992’deki de dâhildir. Çünkü Osmanlı sonrası Anadolu’ya sıkışan ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Avrupa’ya, “Balkanlarda bir hesabımız kalmamıştır. Artık sadece hatıralarımız ve iyi davranılmasını umut ettiğimiz ırkdaş, dildaş, dindaşlarımız vardır” mesajını vermişlerdir.

Bir zamanlar Türk ile Müslüman olmak özdeşti Balkanlarda; Türklerin İslam anlayışı, yorumu ve uygulamaları, tüm Balkanların Müslümanlık kültürünü belirlemekteydi. Ancak bugün Bosna’daki İslam algısı ve Müslümanlık kültürü, artık tek tip (Türk yorumu) değil, çeşitleniyor ve yer yer belirsizleşiyor.

Açıkça itiraf etmeliyiz ki, Boşnaklar da bu gerçeğin altını ısrarla çizmekteler. Türkiye için 2002 yılına kadar bir Balkan stratejisinden bahsetmemiz söz konusu değil. 2002’den bu yana geliştirilen stratejide ciddi mesafeler alınsa da son aşamada “Bosna-Türkiye el ele” projeksiyonu ile sınırlanmaktadır. Yani devletler arası geliştirilmeye çalışılan siyasî taraf planından ibaret olmak...

Yapmamız gereken, “büyük göç, hafıza ve Aliya” karakterlerini girmek ve açılan yolda göç stratejileri, hafıza yönetimi ve Aliya rehberliğini organize etmektir. 

Oysa Türk olmadan Boşnak olma çabası, sadece Boşnak kimliğinin kendini inşası ve özgürleşmesi sonucunu doğurmuyor, toprak ve hafıza kaybını da getiriyor ve bir anlamda tarihten kopuş yaşıyor Bosna. Türkiye ise Müslüman-Türk ilişkisi ve etkileşimi bandında yol almak için iç içe geçmiş yüzlerce projeyi eş zamanlı, eş güdümlü, eş değerde devreye sokmak durumundayken, bu çağ ve derinlikte bir modellemeden yoksun. Afet durumlarında yapılan “acil yardım” formatını aşmayan ve adeta “acil müdahale teknikleriyle sınırlı” bir duruş sergilenmektedir.

Nitekim Bosna’yı gezdiğimizde, geçmişte var olmuş ve et-tırnak bütünlüğü sağlanmış kaynaşmanın, yerini siyah-beyaz fotoğraflarda iç çekilen nostaljiye bıraktığı görümüştür. Her şeyden önce Boşnaklar, “Türk olmadan Boşnak olmak” gerçeği ile yüzleşerek yaşamayı öğrenmiş görünüyorlar. Bosna’ya giden günümüz Türklerinin hesap kitaplarını söz etmektense imtina ediyoruz. Çünkü konuştuğumuz bağlamla ilgisi olmayan ilişkiler ağından ibaret kalıyor.

Yalnız kaybedilmemiş ve ısrarla korunan bir cephe var: “Türkiye”…

Bosna, henüz Türkiye olmadan “toprak” kalmayı, “devlet” olarak devam etmeyi başaramayacağı endişesini taşıyor. Çünkü Dayton Antlaşması, Boşnakların odasında Sırp ve Hırvat misafirleri ev sahibi statüsünde tutuyor. Çünkü daha önce Yugoslavya döneminde -teşbih yerinde olacaksa eğer-, evlerin tapusu çok hisseli olarak pay edilmiş. Bu noktada Türkiye olmasa, Batılı güçler Boşnakları yönetime asla gelemeyecek azınlık statüsüne sokacak ve zamanla da “Siz Avrupalısınız!” hesapları içinde asimile edecektir.

O zaman bir inceliği kaçırmamak gerekiyor. Türkiye, maalesef Türklerin çok çok önünde yol alıyor. Bu da sadece devletler arası ilişkilere mesafe aldırıyor, tarihte olduğu gibi et-tırnak mesabesinde kaynaşmayı getirmiyor. Türkler, Türkiye’nin çok gerisinden geliyor, gelenler de çoğunlukla gezmeye geliyor.

Bir akdemisyenin röportajlarımız sırasında söylediği şu söz, “Türk olmadan Boşnak olma”nın ne anlama geldiğini çok net ifade ediyordu: “Biz Batılı değiliz, Boşnak Müslümanlarız. Ancak son iki yüzyıldır yaşadığımız tüm acılarda yalnızdık, bu nedenle Doğulu olmayı da başaramadık. Biz üçüncü bir yol bulduk kendimize: Müslüman Boşnak kalmak. Müslüman oluşumuzu Aliya ile yeniden yorumluyoruz; Boşnak oluşumuz ise zaten başından beri Boşnak kalarak Türklerle kader birliği yapmaktan ileri geliyor. Türkiye, devlet olarak vazgeçilmezimiz, ancak artık biz, sadece Boşnağız!”   

O zaman bir gerçeği görmek gerekiyor: Türk-Boşnak ilişkisi yeni bir dile, yüze, ilişki türüne ihtiyaç duyuyor. Balkanları tarihte olduğu gibi Türkleştirmek (her konuda Türk yorumunu baskın kılmak anlamında) dönemi kapanmıştır. Geriye tek umut kalıyor: Boşnaklarla “kardeşlik hukuku”nu korumak ve geliştirmek. Bunu da iki temel esas üzerine kurmak gerekiyor: İslam ve demokrasi…

Balkanları tarihte olduğu gibi Türkleştirmek dönemi kapanmıştır. Geriye tek umut kalıyor: Boşnaklarla “kardeşlik hukuku”nu korumak ve geliştirmek…

Türkiye’nin, İslam ve demokrasi konusundaki tecrübesiyle Bosna’ya rehberlik yapması şarttır. Türklerin de Boşnaklar için iki temel görevi var: Hafızayı tazelemek ve ekmeği bölüşmek.

Bu noktada ateşkesi sağlayan ve bugün “seçeneksizlik seçeneği” olan Dayton Antlaşması’nın ortaya çıkardığı yapının (ki tam bir labirent) çok iyi bilinmesi ve bu labirente yönlendirici işaretlerin konulmasının hayatî önemi var. Çünkü Boşnaklar bu labirentte çok şeylerini kaybetmekteler ve yönlendirici işaret koyma yetkileri de yok. Türkiye’ye tarihî görevler düşüyor.

Üçüncü Bölüm: Büyük Siyaset

Dayton labirenti

Dünyada büyük siyasetin yapıldığı iki şehir var: Kudüs ve Sarajevo.

Dayton Antlaşması olarak bilinen “ateşkes modeli”, aynı zamanda “Bosna-Hersek Devleti’nin kurucu metni” işlevini görüyor. Bu antlaşma, her aşamasında yan formülleriyle karşılaşılan bir labirenti hatırlatıyor. Formül, oldukça benzerini üreten bir dinamizme sahip: Nüfus-toprak uyuşmazlığına dayalı sistemsizlik… Çok kurnazca!

Eğer bir nüfus, bir bölgede tek etnik-dinî yapıdan oluşursa, örneğin o bölgede tüm nüfus sadece Boşnak olursa, hem toprak, hem de siyasî hâkimiyet kurmakta güçlü olacaktır. Çünkü demokrasi, -başka yönetim altında iseler- azınlık hakları ve özerklik seçeneği bu gücü koruyacak, insan ve finans kaynağı tek merkezden ve kontrollü olabilecektir.

Dayton Antlaşması ne yapıyor? Toprak ile nüfus uyuşmazlığını sağlayacak şekilde siyasî/kontrol sınırları çiziyor. Tabiî topraklarını terk etmek zorunda kalanların evlerine dönüşlerine izin vermeden, haklarını iade etmeden ve yerlerine onları süren, soykırım uygulayan yapılardan da yerlerini geri almadan… İşte bu şekilde çizilen sınırlar sonucunda, Boşnaklar adeta dağılmış, parçalı bir görüntü içinde tutuluyor. Daha sonra sınırları çizilen her bölge için “Kendinizi yönetin” formülü ile adeta mini devletçikler var edilerek ve bu devletçikler arasında para-yetki geçişlerini neredeyse yasaklayarak her şey çatışmanın eşiğinde tutuluyor. Daha sonra “Aman çatışma çıkmasın, eski günlere dönülmesin!” sopasıyla tüm bu devletçikler arasında koordinasyonu sağlayan üst bir şemsiye yönetimi belirleniyor ve Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasında “vardiyalı bekçilik” modunda koordinasyon yönetimi belirleniyor. Buna bir de bu bekçiliği denetleyen “Yüksek Temsilci” sıfatıyla “derin Avrupa” vaziyet ediyor.


Kuşkusuz Dayton labirentinde Boşnakların işi çok zor, çünkü nüfus-toprak uyuşmazlığı en fazla onlarda. Sırplar ve Hırvatlar açısından neredeyse her yerde söz konusu nüfus ve toprak uyumu var. Dolayısıyla bu formül, onları kendi alanlarında güçlü, Boşnakların güçlü olduğu yerde de söz hakkına sahip kılıyor. Sonuç: Boşnakların elleri, ayakları bağlı ve ağızları da belirlenen saatlerde açık… Bir de buna rağemn konuşurlarken de dikkatli olmak durumundalar.

Bu arada Dayton Antlaşması’na tuz biber eken bir özel durum daha var: Siyasî parti yapısı… Böylesi bir sistemsizlik içinde bir de “tam demokrasi” gazıyla farklı yorumlara, yaşam tarzlarına “Partini kur, pastadan payını al!” telkini yapılmakta. Bu bağlamda Boşnakların arasında iç çekişmeler had safhada. Çünkü “partiler”, aslında çözüm-demokrasi kanalından çok, pastadan pay alan örgüt (baskı grubu) olarak daha fazla kullanılıyorlar.

Bu labirentte bir de yönünü kaybeden Boşnaklar var. Savaşın bedeli olarak kırsaldan şehre inmiş, şehirlilik dokusuna zarar veren ve küçük devletçiklerin ihale-atama-rant üçgeninde gezinen tipik savaş sonrası -en hafif tabirle- “verimsiz yapıları” bunlar. Ne de olsa insan, her yerde aynı insan…

İşte bu labirentte “yön levhası” hükmünde işlev gören Türkiye’nin Bosna’daki köprüleri olan önemli resmî ve sivil kurum ve kuruluşları var. Türk Büyükelçiliği, TİKA, Yunus Emre, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ziraat Bankası, bunlardan en etkin rehberlik görevi üstlenen adresler. Ancak tüm bu yapılar, 2002’den sonra ve AK Parti döneminde devreye sokulmuş çabalar. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel gayretleri ve ısrarlı talepleri sonucundan tutunmuş ve başkalarının tutunduğu medar-ı iftiharımız olan iyilik hareketleri…

Türkiye’nin hem kat edeceği yol çok, hem de yolcu kalitesini gözden geçirmek durumunda. Tabiî mevzu “büyük siyaset” orijinli ise; değilse, belgesel tadında hüzün ve umut en fazla bizde…

Ancak Dayton Antlaşması’nın labirentinden Bosna’yı çıkarmak için atılması gereken çok şey var ve bunları bir model-strateji-plan denkleminde geliştirmek gerekiyor. Kuşkusuz Türkiye’nin müdahil sıfatıyla yapıp ettiklerinin geçmişi daha çeyrek asır bile olmadı, zamana ve çabaya ihtiyaç var. Evet, bu bir gerçek; nitekim bu dosyamızda da olan kadar olması, gereken işaretleri tespit etme ve labirentte yerleştirme çabası var. Unutulansa şu: Dünyada büyük siyasetin yapıldığı iki kentten biri Sarajevo.

Sarajevo’daki büyük siyasette küçük hesaplar, küçük adımlar, küçük siyasetler bir anlam ifade etmemektedir. Tarihî-kültürel miras çalışmaları, yardımlar, ziyaretler, ticareti geliştirmeye dönük teşvikler de bu büyük siyaset içinde sadece küçük dokunuşlar hükmünde kalmaktadır.  

Bosna, “büyük” Türkiye’den “büyük siyaset” beklemektedir. Büyük siyaset içinse hem Boşnak, hem de Türk varlığını koruyan “Batı kompleksi” aşılmak veya etkisizleştirilmek mecburiyeti vardır. Değilse, bu aşk (!) iki tarafı da kendini Avrupalı sanan uşak psikolojisinden çıkarmayacaktır.

Batı kompleksi

Kompleksi iki şey düzenli besler: Çaresizlik (siz bunu “alternatif olana tanık olmamak” diye yorumlayabilirsiniz) ve kendine yabancılaşmak (siz bunu “hafıza kaybı, güçlü olanı taklit, anlamsızlık” gibi çetelelerle tamamlayabilirsiniz).

Boşnaklarda kendine yabancılaşmaya karşı direnç var. Yüzlerce yıl kendileri olabilmelerini de buna borçlular. Ancak Boşnakların yakasını çaresizlik hiç bırakmadı ve ne zaman iki yakalarını bir araya getirmeye kalksalar, başları dertten kurtulmuyor.

Bosna gezimizde çok net bir duruşlar karşılaştık: Boşnakların yüzü Batı’ya dönük, ancak biz Türkler, çarprazdan tuttuğumuz ayna ile (Bosna’yı yansıtma biçimi anlamında) sanki onu bize, Türkiye’ye bakıyor gibi görüyoruz. Oysa gördüğümüz, aynadan yönlendirilmiş yüz. Ancak yüzün Batı’ya dönük olması, henüz Batılılaşma, Batı kompleksi veya kendini Batılı görme eşiğine gelmemiş. Fakat bu sonuçlara ulaşıldığında sürpriz sayamayacağımız gelişmeler var. İşte bu eşikte Türkiye’ye “büyük siyaset” yapmak düşüyor.

Boşnaklar, Batılı güçleri hissettikleri kadar Türkiye’yi de büyük siyaset etkisi ile hissetmek istiyorlar. Çünkü çaresizlik derin ve politik satranç da eksiksiz taşlarla hamle yapan Batılı güçlerden yana. Sayın Erdoğan gibi, “vezir” taşı hükmünde çok yönlü veya TİKA gibi “kale” taşı hükmünde ana taş olmak yetmiyor. Türkiye’nin politik satrançta ana taşlarının çoğu eksik, piyonlar ise karşı tarafta.

Çaresizlik, özellikle özgürce ve yaşam standardı yükselmiş hayatlara ve de -en önemlisi- dünya nimetlerinden herkes kadar nasiplenme açlığını doğuruyor. Bu iç geçirmeler, ortaya “arayışlar”a sürüklenen bir toplum çıkarıyor. Gençlikteki arayış “para-şehvet pazarı”na, siyasetçideki arayış “güç-ayrıcalık hesapları”na, devletteki arayışsa “Fark etmez!” hedeflerine yöneltiyor. Sonuç: Kaos…

Para

Büyük siyasetle para arasındaki ilişki, şöhretli bir kabuldür. Ancak burada bir incelik gözden kaçırılıyor: Para ile büyük siyaset yapılmıyor; büyük siyaset, para ile yapılıyor.

Birincisinde paranızla büyük siyaseti deniyorsunuz, incelikse büyük siyasette herkese ait parayı kendine hizmet edecek şekilde yönetebilmek. Dolayısıyla “Türkiye’nin Bosna’daki parası (para eden her şey) ne kadar Türkiye’nin büyük siyasetinin ürünüdür veya kendisine hizmet ediyor?” meselesi, kırılma noktalarından biridir.

Özel ve -gizli tanıklarla- yaptığımız görüşmelerden çıkan net bir fotoğraf var: Büyük siyaseti biz yapmıyoruz, onlar yapıyor. Türkiye’nin başta bakanlıklar olmak üzere en büyük para odaklı kurumlarının hepsinin Bosna raporlarına bakınız, Türkiye’nin ihracat, ithalat, girişim, finans, kurum sayısı, ziyaret sayısı, istihdam, işbirliği, kardeş kuruluşlar, yatırım, lojistik destek gibi her kalemde ilan edilen tabloda “Türkiye son sırada”, Avrupa ülkeleri ise hem ilk sırada, hem de rakam olarak iki üç kat fazla sayısal değerde. Bu da şu demek: Türkiye’nin hem kat edeceği yol çok, hem de yolcu kalitesini gözden geçirmek durumunda. Tabiî mevzu “büyük siyaset” orijinli ise; değilse, belgesel tadında hüzün ve umut en fazla bizde…

Dördüncü Bölüm: Ne Yapmalı?

İmkânlar

Türkiye’nin büyük siyaset yapmak için her türlü imkânı mevcut, ancak bu kararı henüz vermediğini müşahade ediyoruz. Çünkü imkânları tespit eden ve seçenekler sunan bir adrese rastlamadık. Örneğin Bosna’ya yatırım yapılması noktasındaki talepleri, girişimlerin yaşadığı zorlukları, işsizlik krizini her fırsatta duyduk, fakat kimse Bosna’da şirketler kurarak bu şirketlere Türkiye’de ihale vermeyi, Türkiye’de güçlenmelerini sağlamayı düşünmemiş, planlamamış. Veya Avrupa’daki Türklerin gücünü Boşnaklar için organize eden bir özel statülü birim oluşturulmamış. TİKA ve Ziraat Bankası merkezli küçük ölçekli esnaf veya hibe fonlar tarzında iyileştirme çabaları var. Kuşkusuz bu çaba, bile terk edilmiş ve yalnızlaştırılmış Boşnaklar için göz yaşartıcı ve hasretle kucaklayıcı adımlar. Fakat Bosna’nın oldukça acil ve özel durumları var.

Büyük siyasetin -benzetme oturacaksa eğer- benzini “para”, fakat kat edeceği mesafe için seyredeceği yol “kültür”. “Kültür” kavramını şemsiye başlık olarak kullanmayı tercih ediyoruz, çünkü algı seçiciliği, kültür kodları üzerinden yürütülebiliyor. Bu bağlamda tarihî-kültürel miras, din, yerli ve sürgün Boşnakların varlıkları, çağın bilgi ve teknoloji imkânları da bu şemsiye altında yer alan muazzam imkânlardır. Fakat kavramı kavramak noktasında geliştirilen fikirler “Evlad-ı Fatihan”, “Mehter”, geleneksel sanatlar, gezi, zikir ve ilahi gibi pratikler ile sınırlı olunca, yer üstündeki bu muazzam imkânlar, adeta yeraltında kalmış madenler gibi işlevsiz kalmaktadırlar.

Türkiye’de okuyan Boşnaklarla Bosna’da okuyan Türk öğrencilerin bağlı olduğu ortak bir enstitü yok mesela. Ortak bir dizi veya film festivali de mevcut değil. Türkiye’de eğitimi İngilizce veren üniversiteler gibi, Balkan dilleri ile eğitim veren bir Balkan üniversitesi yok. Özellikle ilahiyat ve siyasal bilgiler fakülteleri ön planda ünlenmiş. (Örnekleri çoğaltabiliriz.)

Dikkat edilirse, bunlar birer ideal, proje, projeksiyon değil, sadece “imkân”. Zaten bu eylemler her iki ülkede de var. Fakat bir kurumsallık kazanmamış, bir stratejinin parçası değiller. 


Özel statü

Türk toplumunun tarihten gelen ve kaynağı İslam olan bir alışkanlığı var: Mazlum olan, mağdur olan, yolda kalan, yani Kur’an’ın ifadesi ile “mustazaf” olan birey/toplum, “özel” biridir. Bu özel kişi veya topluluğa pozitif ayrımcılık yapılmasına, özel statü verilmesine, özel davranılmasına itiraz edilmez Türk toplumunda. Bu, müthiş bir “insanlık” imkânıdır.

Bugün Türkiye için Filistin, özel statüde olan bir ülkedir. Yakın zamanda Suriyeliler de özel statüye katıldılar. Bosna da özel statüyü hak ediyor. Yalnız bu özel statü, sadece “yardım eli” formuyla değil, elinden tutmak veya el ele tutuşmakla da yetinmek değil, bu elleri tutup kaldıracak özel destekler vermek şeklinde olmalıdır. Bunun için öğrencisinden işadamına, kurumundan resmî temsilcisine kadar her aşamada Boşnaklara “özel satatü” vermek icap eder.

“Özel statü” etiketiyle yardım, öncelik, destek, paydaş kılacak kanunlar ve kurumlar ihdas etmek, teşvikler sunmak gerekir. Bosna üniversitelerinde okuyan öğrencilere “özel statü” etiketiyle öncelik tanınacak parkurlar var edilmelidir. Bosna’ya yatırım yapan işadamlarına bazı konularda “özel statülü” muamelesi yapılmalıdır. Türkiye, milyonu aşkın Suriyeliye üç öğün yemek verebilecek büyük siyaseti yürütebiliyorsa, nüfusu misafir Suriyeliler kadar olan tüm Boşnaklara özel statü uygulayacak erdeme de sahiptir. Bunun için sadece karar vermek ve kararlı olmak gerekir.

Sivil güçler

Bosna’yı Dayton labirentinden ve Batı kompleksi riskinden kurtaracak en büyük güçlerden biri de “sivil güçler”dir. TİKA bu noktada rol model olmuştur. Siyasî, kültürel, ekonomik, lojistik, üniversal her alanda yüzlerce, binlerce sivil güç oluşturulmalıdır. Kültür organizasyonları, kardeş okullar, festivaller, girişimci STK’lar, eksper hizmeti veren bürolar, her alanda gelişimi sağlayacak köprüler kuran toplum mühendisleri, gönüllü hareketler kurulmalıdır. Kuşkusuz bu sivil güçler, ikinci aşamada Sırp ve Hırvatlarla barış ve birlikte yaşama yanlısı sivil güçlerle işbirliği ve etkinlik alanı da oluşturabilmelidir. Çünkü Bosna’nın gerçeği içinde onlar da var.

Bosna gezimiz boyunca bir şeye çok sevindik. Bosna’yı seven ve bir şeyler yapmak isteyen sivil çok. Fakat bu sivillik, bir “sivil güç” değil, çünkü rehbersiz; hizmet edecekleri adresler yok -olanlar da kendi içlerine kapanık ve kendi yağlarıyla kavruluyorlar-. Bu bağlamda, güç eşiğindeki bir yapı olarak sadece işadamlarının kurduğu dernek ve lobiler mevcut. Onlar da sivilleşmekten çok, paranın gücüne yönelik -tabiatı gereği-.

Turizm

Bosna’nın göz ardı edilen ve diğer dinî-etnik yapılarında işine gelecek olan en büyük çözüm kanallarından biri de turizm. Bunun için çok basit bir yönlendirme yetecektir.

Türklerin tatil kültürü içine Balkan gezisi, özelde Bosna gezisini alışkanlık düzeyinde yerleşik hale getirmek önemlidir. Bir anlamda Türkleri “potansiyel tehlike” görülme noktasından bir yumuşak geçiş sağlayacak araç, “turist” olmaktır. Aslında sadece bir Balkan turu bile “büyük göç, hafıza ve Aliya” unsurlarını hissetmeye yetecektir. Gerisi sadece bir organizasyon işidir.

Özel durumu olması sebebiyle Bosna, hem Balkanlar, hem de Avrupa turizmi için “sınır-köprü” görevi alabilecek kapasitede. Bosna, “kimlik” ve “tarih” duyarlılığı dışında Türkler tarafından keşfedilmiş bir yer değil. “Ne yapmalı?” sorusuna “Nereden başlamalı?” diye cevap vereceksek eğer, bu cevabın sorumluluğu şudur: Bosna’ya gitmek ve dostlarını götürmek...

Strateji

“Ne yapmalı?” sorusunun “Artık yaptıklarımızı anlatalım” davetine dönüşebilmesi için, Bosna için, “derin” Bosna için, “özgür” Bosna için tek stratejiye ihtiyaç var: Strateji…

Biz, Bosna gezimiz, mülakatlarımız, gözlemlerimiz içinde her şeyi gördük ve duyduk, fakat “strateji” adına hiçbir şey görmedik. Çünkü Türkiye ve özünde Türkler, Bosna için “özel durum” ve “özel statü” kararını henüz vermemişler gibi. Özellikle “gibi” vurgusu yapıyoruz, çünkü varsa bir strateji, sonuçlarını göremeyecek kadar gizliliğinde kaybolmuş demektir.

Bir afet durumunda “Orada kimse var mı?” samimiyetinde enkaz kaldırmaya çalışılıyor. Evet, Bosna’nın bir afet durumu oldu, enkazlar var oldu ve enkazın altından çıkarılacak çok insan, değer, kavram ve unsur var, ancak çıkardıklarımızın ne durumda olduğunu da görmek ve ilgilenmek gerekir. Bunun için Filistin ve Suriye gibi, Bosna için de “özel statü” kararını ivedi olarak vermek ve bir strateji geliştirmek gerekmektedir. Çünkü Batılı güçler Bosna’ya bu statüyü vereli yirmi yıl oldu, artık stratejileri değil, bu stratejiye dayalı binlerce geliştirilmiş taktikleri mevcut.

Türkiye’nin afet durumundaki Bosna’ya yardımı ve mevcut kurumların çabaları, “Allah razı olsun!” diyecek kadar samimi, temiz ve doğru çalışmalar. Ancak Bosna’nın can pazarı yaşanan günlerden canlanan Bosna’ya ermesi gerekiyor. Strateji olmadan ve rakiplerin gücüne cevap verecek model geliştirmeden bu hedefe ulaşmak mümkün değil.

Son: İzlenimler

Yara izi

Kuşu, çiçeği, sokağı, taşı, mavisi, yeşili, suyu, aşkı yaralı Bosna’nın… Hüzün kokusunun sinmediği kelimeler varsa bile, onlar da hüznü gizleyen ve onur kokan harflerden kaynaklanıyor. Saldırılmadık yanı kalmamış bu topraklarda doğan her bir kişinin.

Bosna’da neyin izini sürseniz, bir yara izi taşıyan eşya ve canlı ile karşılaşıyorsunuz. Fakat sokaklarda karşılaştığımız ve yara izini göstererek dilenen sokak dilencileri gibi dilenen bir Boşnak çıkmıyor karşınıza. Gururlular ve sabırlılar. En çok kurşun izleri duran binalar ve şehiriçi tramvay temsil ediyor tüm yara izlerini, bir de Boşnakların gözleri…

Aliya ve arkadaşlarının hikâyesini bilmeden ve hayattaki mücahitlerden hatıralar dinlemeden Bosna’dan dönmek, bir yara izi görmeden dönmek demektir. Bir Srebrenisca şehidinin annesinin beyaz mezar taşına yaslanarak sözlerini kanatlandıran gözyaşlarına tanık olmamışsanız eğer, bırakın yara izini, hiçbir şeyin izini sürmeden gezip tozmuşsunuz demektir. Sizi gölge gibi takip eden Batılı güçleri fark edip izinizi kaybettirmeyi başaran bir emeğiniz, bir projeniz, bir desteğiniz olmamışsa eğer, sizin rüyalarınıza girecek bir yara izi olmayacak demektir.

Konuşmalar    

Boşnaklar, konuşmaktan “anlaşılmayı” anlıyorlar. Bu nedenle “Sizin için ne yapabiliriz?” sorusundan/sözünden rahatsız oluyorlar. Tam da bizdeki meşhur deyişle “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” özündeki gibi yapılanları, yapılacakları konuşmayı önceliyorlar. Yaşadıkları sebebiyle susan Boşnaklar olsa bile, seslerini dünyaya duyurmak için konuşmayı önemseyen devlet adamları ve özellikle aydınları, sanatçıları bir hayli fazla.

Bosna’da nasıl TİKA, Yunus Emre, Ziraat Bankası gibi adreslere uğramadan Türkiye’nin neler yaptığına ilişkin konuşmak bir “konuşmak” değilse, aynı şekilde Merhamet Vakfı’na, Miladi Müslüman’ye uğramadan Bosna ile konuşmuş olmazsınız. Aliya’nın “İslam Deklarasyonu” ve “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserini okumadan Bosna’yı geziyorsanız, geziniz konuşma olmaksızın yapılmış bir yolculuktur. Çünkü gezi, ancak birçok farklı yolculuğa çıkarıyorsa sizi, o zaman amacına ve işlevine sahip olmuş demektir. Bir cami, bir mezar taşı, bir şehit annesi, bir sanatçı ziyareti, bir sabah Boşnak böreği yemek, bir dibek kahvesi içmek de sizi “biz”e dair yolculuklara çıkaracağı için konuşmamıza kaynaklık eden kelimeler hükmündedir. Özellikle özel sayımızda yer alan her bir izlenim ve sohbet, “tam konuşmak” hükmündedir.

Minareler

Müslümanların yalnızlığını bir tek Allah’ın dostluğunun giderdiği topraklara en iyi örnek Balkanlar, özelde de Bosna’dır. Anlamından ve bağlamından çıkmış dev haçların Müslümanların dibinde, tepesinde dikili olduğu görüntüler içinde minareler gerçekten de son kalenin burçları gibi durmaktadır.

Bosna’daki bir camide iki rekât namaz kılmadan gezmenin insana hissettireceği, anlatabileceği ne olabilir ki? Namaz ibadetini yerine getirmeyen ama “Müslümanım” diyen bir insanın günahı ona ait olabilir veya kalabilir, fakat bu günahı yanında taşıyan bir kulun bu topraklarda iki rekât namaz kılmadan dönmesi, minarelerin boynunu önüne eğmesi anlamına gelir.

İster şehrin merkezinde ulu cami hükmündeki mekânlar, ister bir dağ köyünde küçücük mescit olan mekânlar olsun, nerede bir minare görülse, bir inanç ve tarih abidesi tüm düşmanların inadına yükseliyor demektir.

Zikir

Bosna’da akan iki nehir var: Birincisi “su”, ikincisi “Hû” nehri… Su toprağa, “Hû” da topraktan yaratılan ve toprağa dönecek olan insana hayat vermektedir. Birinin kıyısında yeşil ağaçlar, ikincisinin kıyısında yeşil kuşaklar vardır.

Zikir sofrasına katılmadan nehir boyu çekilen manzara fotoğraflarında hep bir iç sesin eksikliğini hissedersiniz. Bu içten içe içli sesleniş, aslında “abdal” olarak bilinen, diğer namı “baba” olan erenlerin inlemesidir. Özellikle Mostar yolundaki Blagay Tekkesi, “su” ile “Hû”nun birlikte inlediği ve çoştuğu yerdir. İkisinin de kaynağı, gizli ve derinden çıkmaktadır.

Boşnakların İslam hakkındaki fikrinin özü, tekkelerdeki zikir olmuştur. Bosna ile Anadolu’yu (özelde Bursa’yı, İstanbul’u, Konya’yı), Boşnaklarla Türkleri aynı kökte buluşturan, işte bu zikirlerin evi olan tekkelerdir. Gönül çarşıları olan bu tekkeleri mutlaka görmeli ve bir zikre tanık olunmalıdır.

Şehitler

Kuşkusuz Bosna’ya karşı ilk ve en büyük sorumluluğumuz, başta Srebrenisca şehitleri olmak üzere Balkanlardaki tüm şehitlere karşı olan “sadakat”tir. Sadakat, emanetleri korumak ve onlara gereken değeri vermektir. Nitekim rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in, vefatına yakın bir zamanda Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a Bosna’yı emanet etmesi, aslında şehadeti emanet etmesidir.

Şehitler hem “ölü” değillerdir, hem de şehit oldukları an toprak, dil, bayrak, bölge, yön özelliği kalmaksızın, önce Müslümanların, daha sonra evrenin “evrensel değeri” olurlar. Bir şehidi ziyaret, bir inancı, insanlığı, kardeşliği ziyarettir.

Aynı zamanda bir insanlık onuruna saldırı olması açısından özellikle kadın, çocuk ve yaşlı iken şehit olanları ziyaret etmek, saldırganlara gereken cezanın verileceğinin sözünü vermektir. Yani bir ahitleşme zamanıdır. Onun için Bosna’dan dönülürken getirilecek en büyük hediye, ziyaret edilmiş şehitlerin hatırası olan bu ahitleşmelerdir.

Birlikte yaşama tecrübesi

Bosna, Müslümanların Hıristiyan ve Yahudilerle, fakat özelde devlet, toplum ve ırk milliyetçiliği yapanlarla birlikte yaşama tecrübesine ve ödenen bedellere en iyi saha/labaratuvar örneğidir.

Birlikte yaşama tecrübesini sadece farklı inanç ve kültüre sahip olanların bir arada, yan yana yaşaması değil, aynı zamanda kelime, müzik, mimari yapı, folklor, zevk, komşuluk hukuku gibi birçok konuda etkileşim, sentez, kaynaşma ve yönlendirme bağlamında da “birlikte yaşatma” tecrübesidir.

Özellikle Sırpların ısrarla “bir arada yaşatmama” huyları ve saldırganlıkları olsa da, Sırplara rağmen bu tecrübe, yaşatılabilen bir olgu olmuştur. Avrupa’nın içinde yer alan bu bölgenin tarihinde, Bosna’nın bu tecrübesinden İslam dünyası yararlanabilmelidir. Aynı bahçeyi gören bir başka pencereden tekrar edersek, İslam dünyası, bir arada yaşama ve birlikte yaşatma tecrübesini Bosna örneği üzerinden dünyaya tanık ettirebilir. Özellikle Batı-Doğu arasındaki sınırı, bu sınır ülkesinde netleştirebilir.

Bosna’da yaşanan iç savaş, bu anlamda geçici ve arızî kabul edilmeli, belki yeni nesle unutturulmayacak çok şey olsa da, özünde İslam’ın esenliği ve Boşnakların onuru, barışa hizmet edecek şekilde yönetilmelidir. Bu noktada Batı-Doğu tecrübesi en yüksek ülke olan Türkiye, çok şeye öncü olabilir.

Özün sözü

Boşnaklarla özümüz bir, sözümüz bir olmuştur. Yer yer öz unutulmuş, sözler farklılaşmıştır. Bu durumlarda ödenen bedellerden ders almak gerekir. İnsan, her yerde aynı insandır; sorunlar, çözümler, arayışlar, ihtiyaçlar birbirine benzer. Fakat zenginin fakire, güçlünün zayıfa karşı sorumlulukları vardır. Özel durumlarda özel tutumların olması, adaletin gereğidir. Bosna bizim için özeldir; mevcut durum özeldir ve özel statü ile muamele edilmesi gerekir. “Bosna Özel Sayı” derken, burada özel olan, sayı değil, Bosna’dır.

***