YAZIMIZA küçük bir anekdot
ile başlayalım…
Karnesi
zayıf bir çocuğa karşı nasıl davranılacağı konusunda sağdan soldan bilgiler
derleyen anne, yaramaz ve tembel çocuğu eve gelmeden önce bütün aile fertlerini
uyarır: “Aman babası, çocuğa kızma! Aman ablası, sakın diğer çocuklarla
kıyaslama! Aman dayısı, çocuğun zayıflarını yüzüne vurma! Aman halası, çocuğa
karnesini sorma!”
Bunları
hayretle izleyen dede ise tepkisini şu şekilde ortaya koyar: “Peki kızım, zayıflarından dolayı çocuktan
özür de dileyecek miyiz?”
***
Dünyada
garip şeyler oluyor. Türkiye’ye de yansıyor tabiî ki. Eskiden utana sıkıla konuşulan
meseleler şimdi alenî hâlde ortalarda geziyor. Kendini sapkınlık üzerinden
tanımlamaya çalışan bir grup oluşturulmaya çalışılıyor.
İnsanın
cinsel sapkınlıkları neden kamuoyuna duyurulur? Neden insanlar kendilerini bu
şekilde kimliklendirme ihtiyacı duyarlar?
Uygulanan
stratejiye bakılınca mesele basit değil. Derinden, tehlikeli ve insanlığı
tehdit edecek şekilde!
Cinsellik
üzerinden konuşma, kültürel malzeme üretme ve bunu kamusal alana taşıma,
insanlığın düzeysizliğini gösteriyor. Hayatın anlamını kaybetmiş insanın düştüğü
durumun resmi bu. İçindeki boşluğu hangi uzvunda ve nerelerde arıyor?
Kimlik
hayatın bütününü kuşattığına göre, cinsellik üzerinden kimliklendirmek, tüm
hayatı cinsellik üzerinden referans olarak tanımlamak demek. Hangi tür
cinsellik olursa olsun böyle…
Hele
bu bir sapkınlığa dönüşürse, hangi düzeylerde gezindiğimizi siz düşünün!
İnsanın esfel-i sâfilîn olması budur işte!
Bu
tür oluşumlar ısrarla görünür olmak ve diğerlerine de bulaşmak merakındalar.
Kamusal alanda herkes cinsel kimliği ile var olmadığı hâlde (ya da öyle bir
ihtiyaç bulunmadığı hâlde) bunlar ısrarla kendilerini göstermek istiyorlar.
Görmezden
gelsen de, karşı çıksan da “mağdur” edebiyatı ile yine var olmak için çırpınıp
duruyorlar. Kime, nerede, “Sen nasıl bir
cinsel yönelime sahipsin?” diye soru soruluyor? Böyle bir şey olmamasına
rağmen, hangi akılla bu tür sapkınlıklara dûçar olanlar dezavantajlı grup olarak
lânse edilip, onların hak ve hukukundan bahsedilebiliyor.
“Bu bir
sapkınlıktır”, “İnsanlık için tehlikelidir”, “Ahlâksızlıktır” türünden
eleştiriler yapınca, örgütlü bir linç kampanyası ile karşı karşıya
kalıyorsunuz.
Diyanet
İşleri Başkanı’nın son derece yerinde olan konuşmasına karşı ayaklananları
görmedik mi? Yok homofobiymiş, yok farklılıklara toleransmış, yok onların
haklarıymış... Aşk, sevgi, onur gibi kelimelerle “masum” ve sevgi pıtırcığı
rolü oynanıyor. Bu örgütlü faşist linç kültürü ile mücadele etmemek, insanlığın
haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak demektir.
Bu
bir sapmadır! Yarın pedofili, zoofili, ekofili, teknofili, cat’ofili, dog’ofili,
ensest gibi türevleri de kendini var etmeye çalışınca yine herkes “aşk” diye
yüzünü kapatıp geçip gidecek mi?
İnsanın
cinsel hissi ne yönde giderse, o kişi özgürce onun peşinden gidecek, insanlar
da seyirci mi kalacak?
Mesele,
dokunulmaz bir hâle bürünmüş. Sanki onlara dair söz söylemek, insan haklarını
çiğnemek hâline gelmiş. Çiğneneninse insanın haysiyeti ve şerefi olduğuna kimse
değinmiyor!
İslâm
dininin (diğer dinlerin de) meseleye bakışı sebebiyle din düşmanları daha çok
sarılıyor ellerindeki bu malzemeye. Dinin yasakladığı bir şeyi yapmak ve
yaygınlaştırmak onlara çok daha cazip geliyor.
Yaşananlar
tam bir akıl tutulması! İnsanlığın şeref ve haysiyeti ayaklar altına alınıyor
ama bu işin failleri “onur yürüyüşü” yapıyorlar. Dillere pelesenk edilen aşk
(love) kelimesi üzerinden gerçek aşk ve sevgi en iğrenç fiillere mahkûm
ediliyor.
Çağdaş
paradigmaları arkasına alan bu akıma insanlığın şeref ve haysiyetini korumak
için karşı çıkanlar, farklılıkları hoş görmemekle itham edilip linç ediliyor.
İnsanlar korkutulmuş, içinden iğrendiği hâlde dışından sesini çıkaramıyor.
İstanbul Sözleşmesi gibi bir şeyle bu tür sapkınlıklar meşrulaştırılırken, ona
dair bir adım atılmıyor.
Yazının
girişinde bahsettiğimiz durumu bu meseleye uyarlayalım: Sapkınlıktan şikâyet
edenler, neredeyse büyük bir kabahat işlemiş gibi özür dileyecek pozisyona
getirilmeye çalışılıyor.
Netîce
olarak, bazen konjonktürel olarak ortaya çıkan “büyük anlatılar”, insan aklının
tutulmasına, ayarının bozulmasına ve dönemsel bazı dokunulmazların ortaya
çıkmasına vesîle oluyor.
Derin
aktörler bu tür anlatılarla insanların akıllarını tutup kendi hedefledikleri
operasyonlara alan açmaktadırlar.
Aman
aklımızı başımıza alalım! İnsanlığın şeref ve haysiyetini korumak hepimizin
sorumluluğunda…