İnsanlara verilen şeref pâyesi

Yaratılışından gelen vicdanî rahatsızlık, giderek yerini derin olmayan, yüzeysel hislere bırakıyor. Hayatın içinde, çevresini saran olumsuz ve zararlı hasletler/olaylar giderek kanıksanıyor, değiştirmek için deyim yerindeyse kimsenin kılı bile kıpırdamıyor.

KÂİNATIN nizâmına bakıp tefekküre dalınca daha iyi anlarız şaşmaz döngü içindeki yerimizi. İnsanlık olarak varlığımızı da bu İlâhî nizâma borçluyuz.

Ahenk içinde var olan yaşam döngüsünde, hem yapıcı, hem de yıkıcı fonksiyonumuz vardır. Yüce Yaratıcı, insanı “yaratılmışların en şereflisi” addetmiş ve bu şerefi aklımızı kullanmamız nispetinde vermiştir. Her varlığı çift çift yarattığını bildirirken, şaşmaz döngüyü de prensiplerle süslemiştir. Yarattığı şaheserlerle övünürken, güzel ve sanatkârane yaratmıştır. Bu minvâlde düşünürsek anlayabiliyoruz ancak, gönüllerimizin neden güzele, ahenge ve sanata düşkün olduğunu. Çünkü yaratılışımızın hikmetinde güzellik vardır; onun için hep güzeli arıyor, güzele koşuyoruz. 

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatı güzel yaşar. Rûhumuz güzele âşinâdır. Çünkü yaratılışımızdaki mükemmeliyet ve güzellik, Yüce Yaratıcımızın sıfatlarından gelir. Bu yüzdendir güzele iştiyakımız.

Yaratılmışların en şereflisi olduğumuza inanıp yaşamdan hisse kapmaya çalıştık. Uygarlığı var ederken, hem aklımızı kullandık, hem kalbimizi. Düşüncelerimizi gönül gözüyle, vicdan muhasebesiyle harmanladığımızda huzuru bulduk. Vicdanlar unutulup, merhamet ikinci plâna atılıp yaşam döngüsünün ahengi bozulduğu anlarda ibretlik hâdiseler ve yıkımlar gerçekleşti. Bu şeref bahşeden yüceltici kelâmı hep işittik ve gururlandık. Öyle ya, en şerefli canlı biz insanlarmışız. Bizim hâricimizde tüm varlıklar bu kelimenin olumsuz ekli hâlini alıyormuş… Diğerleri şeref yoksunuymuş…

Hayata ibret gözüyle bakmak, asla kibre kapılmamak en güzelidir. Biz insanlar, İlâhî kelâmları ya da öğütleri işittiğimizde hep kendi lehimize olanları kırpıp diğerlerini arkamıza atma eğilimindeyiz. Bütünüyle baktığımız zaman, yaratılışımız ve bize verilen değer için şeref atfedilebilir ama davranış itibarıyla bunun hak edilip edilmediği asıl önemli konudur. Şereflerin en büyüğü; vicdan ve merhamet sahibi olmak, başkalarının hakkına riayet edip ruh inceliğine sahip olmak değil midir?

Güzel bakıp güzel görerek, her işimizde estetiği yakalayarak İlâhî nizâma uyum sağlayabiliriz. Dünyada kaos ve karmaşa sürerken, toplumun en küçük hücresini teşkil eden ailenin DNA yapısı mutasyona uğramışken, insanlık bu şeref gömleğini taşıyabiliyor mu gerçekten? Üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konu. “Bu şeref nereden geliyor?” diye tefekkür etmek gerek. En önemli özelliğimiz; düşünen, irade sahibi olan, akıl, idrak ve vicdan muhasebesiyle donatılan varlıklar olmamız.

Çok önemli özelliklerle donatılmış insana verilen pâyelerin yanında bir görev de yüklenmiştir: Yaptığı davranışlardan sorumlu olmak…

Yeryüzünde yaratılmış tüm canlılar üremeye ve çoğalmaya endekslidir; çoğu zaman genetik kodlarındaki davranışlar bu isteğe yöneliktir. İnsanlar bu özelliklerle donatılmış olsalar da, diğer canlılardan ayrılan düşünme kabiliyetleri sayesinde tek amaçları bu değildir. Sosyal bir varlık olan insan; çalışmak, gelişmek, üretmek, sorgulamak, anlamlandırmak zorundadır. Onun için hep lider olma ve doğaya, var olan düzene hükmetme eğilimindedir. Çevresiyle dayanışma ve uyum içinde olmalıdır her zaman. Hedeflerine ulaşmanın en önemli yolu da ruhsal ve bedensel olarak tam bir iyilik hâlinde olmaktır. Bu iyilik hâlini yakalamanın en önemli ve olmazsa olmaz yolu, aile huzurudur. Toplumu var eden kodlar gizlidir bu çekirdek yapının içinde. Onun sağlıklı olması, toplumun da sağlıklı olmasının teminatıdır.

Bu çekirdek yapıyı, bu temeli nasıl güçlendirebiliriz? Bunun üzerinde çok düşünmek, birey olarak sürekli kendimizi sorgulamak zorundayız. Gelecek nesillere sağlam bir genetik yapı aktaracaksak, kodlarımızdaki gizli hastalıklarımızın farkına varıp onları ayıklamamız gerekiyor. Bu gizli hastalıkların başında “boş verme, ruh tembelliği ve kibir” geliyor. Hayata, olumsuzluklara, çirkinliklere karşı duyarsızlık ve kabullenme hâli mevcût… Hani kalbin, vicdanın derinliklerinde bir rahatsızlık duyulur ya, artık bu derinlik giderek artmış durumda; hisler kaybolmuş, çok uzak dehlizlere kaçmış. Bir ışık huzmesi gibi kendini hissettirdiği anlar öyle kısa ki, nereden geldiği anlaşılamadan kayboluyor.

Yaratılışından gelen vicdanî rahatsızlık, giderek yerini derin olmayan, yüzeysel hislere bırakıyor. Hayatın içinde, çevresini saran olumsuz ve zararlı hasletler/olaylar giderek kanıksanıyor, değiştirmek için deyim yerindeyse kimsenin kılı bile kıpırdamıyor.

Ev hâlleri

“Toplumun en küçük nüvesi, genetik mirası” dedik ya aile için, işte o nüve korunmazsa, mutasyona uğrayıp geri dönülmez kalıtsal hastalıklara yol açacak! Artık birey olarak, kadın ve erkek eşit roller üstlenerek tedavi etmemiz gerekiyor bu sorunu.

Kime sorsanız, bu görevi ilk olarak kadına verir. Hattâ toplumsal hâfızamıza nakşedilen atasözleriyle örneklendirir. “Yuvayı dişi kuşun yapması” örneği gibi… Doğadaki diğer canlı türlerin içgüdüsel davranışlarını yorumlayıp kendi hayatımıza adapte ettiğimiz sözlerden biridir bu. Oysa daha dikkatli bir gözle bakarsak, doğadaki canlılar arasında var olan iş birliği ve dayanışmayı çok rahat görürüz. Her görevin müşterek olduğu aşikârdır. Kadın ve erkek için de durum böyledir. Rollerde ve görev dağılımında adalet sağlanırsa, bu yapının temeli sağlam olur.

Öncelikle eğitime çok önem vermeliyiz. Madem gelecek nesiller ailede şekilleniyor, ailenin fertleri eğitimli olmalı. Eğitimi sadece okullara endeksleyip kişisel çabaları ve kişisel gelişimi göz ardı ettik. Çocuk yetiştirme ve birçok görevi kadının omuzlarına yüklerken, erkeği sadece sosyalleşmeye ve dış ilişkilere havâle ettik.

Oysa ailede tüm fertler, çocuklar için rol model oluşturur. Her davranış, hemcinsleri aracılığıyla kodlanır. Erkek çocuk, eve gelen babasını taklitle başlar yaşantısına. Babası çantasını bırakıp ilk iş olarak televizyon kumandasına sarılırken, çocuk da okul çantasını atıp canlı ve çok renkli ekranın karşısına geçecektir. Anne robot gibi oradan oraya koştururken, kız çocuk da bu genetik kodlama sayesinde hiç tuhaflık hissetmeyecek, gelecek nesillere bu şifreyi aktaracaktır. Baba, hayatını akşam haberlerin akış şemasına göre düzenleyip yaşamı sadece ekranlardan öğrenerek eleştiri ya da tavsiyelerini bu ekran karşısında yaparsa, çocuk da öyle yapar. Araştırma, okuma, inceleme yolunu öğrenemez. Haber spikerinin ses tonundan çıkarır doğru ile yanlışı.

Haber sunan kişiler özel efektlerle canlandırdıkları şiddet dolu ve yanlı haberlerini sunarken toplumu yönlendirirler. Mermeri sürekli akan ritmik damlalar nasıl aşındırırsa, şiddet içerikli sanal bombardımana uğramış zihinler de gelecekte az düşünen, az okuyan, kelime haznesi yetersiz, en ufak bir kıvılcımla şiddete meyleden güdümlü füze gibi olurlar.

Baba, hayatı ekran karşısında irdeleyip hükümler veredursun, anne bu arada ne yapıyordur, kestirmek hiç de zor değil. Elindeki poşetlerle içeri giren annenin gözü, yapacağı işler dışında hiçbir şeyi görmez. Bu, dışarıda ve evde çalışan anne için de geçerlidir. Çünkü anne her durumda çalışır. Anneler ağır işçidir. Evde çalışan anne de rol dağılımında çocuğa örnektir, dışarıda çalışan anne de.

Evdeki çocuğun gözünde hep bir telâş vardır. Nihâyet yemekler yenilip mutfak düzene kavuşunca, kimsede konuşacak hâl kalmamıştır. Çocuklarla etkili vakit geçirme adına hiçbir şey yapılamamış, arada bir, “Ödevlerini yap!” diye emirler verilmiştir. Oysa çok değil, az da olsa kaliteli vakit geçirilebilir, zihinleri dinlendirdikten ve yemek gibi temel ihtiyaçları karşıladıktan sonra nitelikli birliktelikler kurulabilir. Hep beraber yapılan etkinlikler kalıcı olur. Kitap okumak, günün değerlendirmesini yapmak, okunan kitaplar hakkında konuşmak, oyun oynamak gibi… Ya da ev, mutfak işleri eğlenceli hâle getirilip anne, baba ve çocuklarla beraber bitirilebilir. O zaman çocuk anlar bu işleri erkek bireylerin de yapabileceğini.

Gereksiz önyargılar hep ailede kazanılır. Çocuk yetişkin olduğunda kendisine yakıştıramaz ev işlerini. Çünkü model aldığı çevrede görmemiştir, bu görev dağılımı genetik hâfızasında yoktur. Artık akşamın ilerleyen saatinde anne babayla kurulan sınırlı iletişim bitmiştir, hayatın rutinine çocuğun göz kapakları dayanamaz, derin bir uykuya dalar. Zaten birçok akşam dizileri de birinci reklâm kuşağına girmiştir. Çocuk rahat rahat yatağına taşınır. Geride kalan fertler de aralarında altı yedi adet cümle dışında bir iletişim kurmamıştır. Öyle ki, birçok kavganın kökeninde kumanda kapma yarışı olduğu için her odada televizyon vardır. Mutfakta bile vardır; tek tek odalara kapanıp o yönlendiricilerin karşısına oturulur. İzlerken kendimizi unuttuğumuz dizilerin senaristleriyle karşılaştığımızda, sohbet edecek ortak konu bulamayız; onun kişiliğini değersiz buluruz çoğu zaman. Ama bu senaristlerin kendi hayat görüşlerini sundukları programlar, bizim önceliğimiz olur. Bu nasıl bir tezattır, hiç düşündük mü?

Aile içi şiddet

Sunulan; bütünün küçük bir parçası, hayatımızdan bir kesitti. İşte eğitim dedik ya, bu, son derece sıradan bir Türk ailesinin evinde yaşananlar, eğitim seviyesi çok yüksek ya da düşük tüm ailelerin ortak davranışlarındandır. Eğitim yalnızca diplomayla olmuyor. Eğitim ömür boyu… Kişiler kendi ruh ve kişilik dünyalarını şekillendirecek eğitimi almazlarsa körelmeye doğru savruluyorlar. İletişimsizlik ve empati yeteneğinden yoksun kalmak, aile içi şiddeti doğuruyor.

Son zamanlarda yaşanan şiddetin kaynağına inince, boş vermişlik ve bu kısır döngüyü görürüz. İnsanlar görsellere o kadar önem verir oldu, o kadar bağlandılar ki, artık beyin, yeterli uyaran alamaz oldu ve dağarcığını geliştirecek kelime haznesinden yoksun kalmaya başladı. Herkes anlaşılamamaktan şikâyetçi. Peki, anlatabiliyor muyuz?

Kendimizi yeterince iyi anlatabiliyor muyuz? Evde eşler birbirinin yüzünü ve sesini unutmuşken, iletişimi sağlıklı kurmak olası değildir. Bir de yeterince okumadığı, beynini akıp giden televizyon ekranından ya da sosyal plâtformlardan uzaklaştırmadığından kelime dağarcığını geliştirip duygularını rahat ifade edecek kelimeler bulamadığı için başarısız ilişkiler kuruluyor. Kelimeler yetersiz kalıyor, ses tonu yükseliyor, el kol ve mimik hareketleriyle karşıya gönderilen uyarılar etkisini gösteriyor. Karşı refleksler daha şiddetli oluyor, etki tepkiyi doğuruyor, bir taraf baskın çıkıyor ve ailenin temelleri sarsılıyor…

Ebeveynlerinin kavga ve çatışmasına sürekli maruz kalan çocukların zayıf kişilik ya da tam tersi bencil ve baskın karakterde olmaları kaçınılmazdır. Bu ortama sürekli maruz kalıp da ortasını bulmuş, sağlıklı kişilik yapısını kazanmış çocuk, “Yok!” denecek kadar azdır. Kendisini kamufle edip duygu ve davranışlarını bastıranlar, yetişkin birey olduklarında psikolojik hastalıklarının temelini atmış olurlar.

Bir anket yapacak olsanız, benzer cevaplar alırsınız. Toplumda kaos ve huzursuzluğun giderilmesi, çocukların yetişme ve eğitimlerinde kadına büyük görevler yükler.

Sonuç

Artık eksiklerimizin ve kusurlarımızın farkına varıp sorumluluğu beraber yüklenmek zorundayız. Erkekler, bu rahatlık ve özgüveni bırakıp mükemmeliyeti kendilerine yakıştırmaya son vermeliler. Hem zâhirî, hem bâtınî eğitimimize eğilip boş vermişlikten ve sorumluluğu karşıya yıkmaktan kurtulmalıyız. Merhamet, özveri, iyilik, anlayış, affetme, vicdan sızısı, ağlamak ve de özür dilemek her canlıya yakışır. Kâinatı ve İlâhî nizâmı doğru okumak için kendimizi ve rûhumuzu doğru okumalıyız. Gelişmeye ve değişmeye açık olup gerçek mânâsıyla çok okumalıyız. Sanatsal etkinlikleri ve sanatsal üretimi hayatımıza yerleştirmeliyiz. Şiirle ilgilenmek rûhu inceltir, güzel yazı, güzel söz okumak rûhu besler. Belâgat, saygınlığımızı arttırır, gönüllere nüfûz eder. Yaşadığımız çağda eskilerden kalan birçok eseri anlamasak da, var olan ahenk ve devraldığımız kültürel mîras, âşinâ olmamızı sağlar. Çünkü ninni olarak kulağımıza gelmiştir, genetik şifremize yerleşmiştir.

Edebiyat demek, birikim demektir. Devraldığımız kültürel mîrasımız çok zengin ve değerlidir. Özel çaba harcamadan bile mahallî halk ozanlarınca bize aktarılanlar, bir yerlerde kulağımıza çalınmıştır. Okuyalım, sözlerini yeterince anlayamasak da ahengine kulak kabartalım. Gönül gözümüzü açıp bir dinlesek, bir okusak, neler neler hissedeceğiz…

Her şeyden önce, ruh inceliğine ulaşacağız; bu büyük bir nimet! Her şeyden önce güzel görüp, güzel kavrayıp hayatı güzel yaşayacağız. Önyargılardan kurtulup huzura ereceğiz. Yaratılışımız itibariyle bize verilen şeref pâyesini güzel taşıyacağız.

Artık kadın ve erkek ayrımı yapmadan, aile içi huzuru yakalayıp toplumsal huzura zemin hazırlamalıyız. Bu sayede çocuklarımız da bu huzura ererek gelecek nesillere güzelliklerle donatılmış bilgiler iletebilirler.

Kendimizi, tüm yaratılmışları, Yaratan’dan ötürü sevelim…