İNSAN;
beş duyu organıyla, aklıyla, duygusallığıyla, merhametiyle, kin ve nefretiyle,
arzularıyla diğer canlılardan ayrılan, Kur’ân’daki ifadeyle “Biz onu en güzel şekilde yarattık”
şeklinde taltif edilen varlık…
Görüyorsak, işitiyorsak, koku alıyorsak, tadıyorsak ve
dokunmayı hissediyorsak rahatlıkla “Biz Âdemoğluyuz”
diyebiliriz. Hele hele “kafatası” diye nitelendirilen o sert tabakanın altında
bir beyin taşıyorsak ve aklî melekelere sahipsek, hayvanlar ve bitkilerle
aramızda kırmızı bir çizgimiz var demektir!
Var da… Bu “varlık” ne kadar mühim?
Güzellikleri arzuluyoruz ancak daha çok dram barındıran
hâdiselere şâhitlik ediyor gözlerimiz. Duymak istediğimiz güzel sözler kadar,
kötü sözler, küfürler ve inkârlar işitiyoruz. Kekik kokulu dağ esintilerinin
yerini, tütsülenmiş bedenlerden yayılan kesif kokular alıyor. Yılanı deliğinden
çıkaran o tatlı diller, aslî vaz3ifesinden uzaklaşarak bal yerine zehirle
buluşuyor. Ebeveynlerin dokunmaya kıyamadığı tenlerde cellâtlar, jilet iziyle
sörf atmanın keyfini (!) çıkarıyor!
Evet, hikâyelerin, acıların ve kahramanların da gerçek olduğu
bir devirdendi yukarıdaki hissedişler.
Hikâyelerin yazılıp okunması, işin içinden çıkılmaz bir hâl aldığının
göstergesi. Kör tapalı bir labirentin içine sürüklenenler, korkuya ve paniğe kapılıyorlar.
Umudun, umutsuzluğu gördükçe direnci kırılıyor.
Ne garip, “sanal gerçeklik” bahsi altında işlenen cürümlere
ait tüm acıları, yine sanal gerçeklik hissiyle yaşıyoruz! Gazetelerin üçüncü
sayfalarına taşınanlar, manşetleri süsleyen ve haber niteliği taşıyan olaylara
ilk refleks, en yoğun caddeden, “sosyal mesafenin” uygulanmadığı kendi mecrasından,
sosyal medyadan geliyor.
O gün, hâdiseyi ve olayın kahramanlarını, hattâ kurumsal
kimliklerini hashtaglara taşımayı büyük bir marifet sayarak muzaffer kumandan
edâsıyla geziniyoruz. Oysa hakikat, görünenden çok daha başka!
Gündeme çerez olmaktan öteye gitmiyor tüm olup bitenler!
Çünkü ortam, birkaç saat içinde halef selef olacak kadar “yeni hâdiselere”
gebe…
Yaz yağmuruna benzeyen gözyaşımız boşalsa dahi ne göz göre
ölüme gidenlerin bedenine saplanan bıçağın ucu dokunuyor derimize, ne de damarlarımızdan
oluk oluk kan boşalıyor.
Ne hedef tahtasına konuluyoruz, ne de kevgire dönüyor
bedenlerimiz. Çünkü uzuvlarımız testereyle tanışmıyor, çuvalla taşınmıyor,
deniz suyuyla da aşınmıyor…
Ne kör kuyuların sakini oluyoruz, ne fosseptik çukurlarına
tıpa oluyoruz. Ne varillere konuluyoruz, ne de benzinle küle çevriliyoruz…
Ölen kim?
Tacize, tecavüze, işkenceye uğrayan mağdur kahramanların
deforme olmuş bedenlerine ulaşılma şansı elde edilirse şayet, Sûr üflenene
kadar bir mezarda sabırla bekleyecekler “büyük hesaplaşmayı”.
Yoksa başı hiçbir zaman sala değmeyecek ve kıyamet kopana dek
“Ölen kim?” diyecek!
Kan, gözyaşı ve acının müsebbiplerine dünya kanunları en ağır
cezaî müeyyideleri uygulasalar dahi, geride kalanların ne acıları, ne gözyaşları,
ne de hasretleri dinecek!
Yarın idrak edeceğimiz Kurban Bayramı’nda kesim sırası
bekleyen mübarek hayvanlar, Rabbimizin emrine “İsmâil” gibi rızâyla boyun
uzatırken, öteki tarafta büyük bir kitle ise “Ölmek istemiyorum!” diye medet çığlıkları atacak. Bunların çok azı
hayata tutunurken, birçoğu da “kurbanlık” olma talihsizliği yaşayacak. Ki bunu
istemeyiz!
Tuhaf olan ise şu: Kurbanlar da aramızda, katilleri de!
Mâkâmlarına, mallarına, giyimlerine, gülüşlerine,
söyleyişlerine ve paylaşımlarına bakarak “Ne iyi, ne güzel!” dediklerimiz
arasından çıktı hep bizi yanıltanlar.
Onlarca insan arasında gezinen ölgün bakışlı eski ve yeni mağdurlar
“Kurtarın beni!” diye yardım dilenirken,
beş duyu organımızdan hiçbirinin vazîfesini yerine getirmemesi ne kadar da
ilginç!
Geriye, çok geriye gittiğimizde, işin cılkından çıktığını,
kardeşin kardeşe, daha doğrusu insanın insana ettiğinden kaynaklandığını
görürüz.
Yapılanlara bir tepki olarak kurduğumuz “Bunu hayvan bile yapmaz!” cümlesi, kaç zamandır raflara kaldırıldı
yine insanoğlu tarafından.
Tabiatın üç canlı varlığı, ilk günden beri tehlike
altındaydı. Avcının olduğu yerde “canlı”, hep “av” olarak kovalanacaktı. İşte
bu yüzden insan, hayvan ve bitki ayrımı yapmaksızın önüne kim çıkarsa çıksın
“yok etmek” amacıyla, acımasızca ve fütursuzca saldırdı!
Dâvâ dosyalarına giren hukukî bir terim var: “Canavarca hisle
öldürmek”…
Güruhun işlediği cürme bakıyoruz; şiddet, tecavüz ve ölümle
yüz yüze gelen insanın yalnız olmadığı, aynı muameleye masum hayvanların ve dilsiz
ağaçların da maruz kaldığı görülüyor. Sonuç: canavara dahi haksızlık ettiğimiz
kanaati oluşuyor!
Endişeye mahâl yok! Tüm bunlar, kıyametin ayak sesleri. Ve
sesler, attığımız yanlış adımların yankısına ait…
Bütün buluşmalar “Son” diye başlıyor ve o son, gerçekten bir “son
buluşmaya” dönüşüyor. Temennilerimiz de “Son” ile başlıyor ve “İnşallah bu son olur!” demekle
yetiniyoruz…
Alınan en katı önlemler kifâyetsiz kalıyor. Ekser kısmın
kaldırılmasını talep ettiği “İstanbul Sözleşmesi” de buna dâhil. Sadece
acılarımız soğuyor ama hiçbirimiz, “Bizim de başımıza gelir; en yakınımız
kurban da olabilir, katil de. Allah muhafaza, mağdur da olabilir, sapık da” demiyor,
diyemiyor, belki de demek istemiyor (istemiyoruz).
Asırlar önce reçetesi yazılmış olmasına rağmen çâresi olmayan
bir dert gibi duruyor dile getirilen maraz. Biz, olayları güncelleştirmedik;
küçük ironilerle, toplum sosyolojisindeki yaranın büyüklüğüne atıfta bulunduk.
Kahramanları yinelemedik. Yinelemedik, çünkü ne mağdurları mezarlarından
çıkarabilirdik, ne de zalimleri dört duvar arasından çıkarmak istiyoruz.
Yakınlarına hiç değinmedik! Ne yaşadıkları acılara derman
olabilirdik, ne de gözyaşlarına mendil.
Ama “yaşananlardan ders çıkarma” ilkesinden yola çıkarak,
öfke kontrolü ve stres yönetimi, şiddet ve uyuşturucu madde ile mücadele,
kesici ve ateşli silahların kullanılmasından doğan zarar, evlilik, cinsel eğilimlere
karşı terapi ve aile terbiyesi, arkadaşlık ve komşuluk ilişkileri, empati
kurma, toplumsal adaptasyon gibi ünite başlıklarından oluşan bir dersin, millî
eğitim müfredatımıza girme vaktinin geldiğini hatırlatabiliriz.
Birinci önceliğimiz, elbette sıfır işsizlik ve yüzde 100
istihdam oranına sahip güçlü bir ekonomiye sahip olmak; ancak toplumu meydana
getiren fertlerin birbirine ve tüm canlılara, hattâ cansız varlıklara dahi
merhametle muamele etmesini sağlayacak önleyici, caydırıcı ve hatırlatıcı
unsurların da hayata geçirilmesi bir o kadar elzemdir.
Yarın soluklayacağımız havanın kalıcı olması ümidiyle, Kurban
Bayramı’nızı kutluyor, bolluk ve bereket diliyoruz.