
İNSANIN varoluş gayesi nedir? Bu soruya genel açıdan cevap vermeden önce, özelde bir varlığın oluşması gerekiyor. Hatta en özelinde önce insan olmaktan bahsetmeliyiz. Yani önce insan olmalı, sonra insanın bir varoluş süreci gerçekleşmeli ve en nihayetinde de insan kendi varoluşuna bir gaye, bir amaç ekleyebilmelidir.
İnsanın varoluştaki amacına her bakış açısı farklı anlam atfeder. Varoluştaki amacımızı durduğumuz yer, savunduğumuz düşünce, bulunduğumuz çevre ve inancımızdaki temeller belirler. Yoksa sadece insanın kendisine kalmış bir bakış açısı, insana bırakın bir var olma gayesi bulmayı, onu insan olmaktan bile uzaklaştırabilir.
İnsanın var olma süreci somut anlamda anne rahmine düşüşünden ölümüne kadar devam eden bir süreçken, düşünsel anlamda bir varlıktan söz edebilmek için düşünsel, aklıselim bir insanın varlığından de söz etmek gerekir. Zira bazen insanların varlığı, sayısı ya da çokluğu bulunduğu yere düşünsel anlamda bir zenginlik ve değer katmıyor ise maddesel anlamda varlığı da alan doldurmaktan ibaret kalacaktır.
Varoluşsal anlamda bir amaç edinmek için en önce insanın “yaratılmış” olduğunu kabul etmesi gerekir. Yani onu bir Yaratan gücün varlığını kabul etmesi, bu yaratılmışlığın belli başlı sorumluluklarının olduğunu ve bu gücün karşısında bir acziyetinin olduğunu, yaşanmışlıklarının da bir hesap günü ile değerlendirileceğinin bilincinde olan insan, tam bu noktada kendine bir gaye/amaç belirlemeye çalışır. Demek oluyor ki insanın varoluşuna tesadüfî bir anlam katanlar kâinattaki hiçbir şeye bir anlam atfedemezler. “Her şey rastgele bir düzen içinde devam eder” deyip geçerler. Fakat evrende bir tevafuk görebilenler, değil insanın varoluş gayesini, yerdeki karıncanın dahi varlığının bir anlamı olduğunu fark ederler.
Tevafuk, hiçbir şeyin boşuna var olmadığının, gerçekleşen her olayda ve kişide onu gerçekleştirecek bir gücü ve o gücün bilgisini fark etmektir. Dünyadaki her şeyin bir üstün bilgi dâhilinde olduğunun bilincine vardığınızda, varlık gerçek anlamına kavuşuyor. Gerçekleşen her olayın ardında bir sebep ve sonuçlarının olduğunu görmek, hatta insanlık için varlığın ölümle bile son bulmayacağını bilmek, asıl değer katan nokta oluyor. Çünkü Yüce Rabbimiz ayetinde, “Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun, 115) buyurarak insanın varlığına hem bir sorumluluk yükler, hem de insanın bu dünyadaki yükünü alır. Bir hesabın varlığının bilinmesi kişiye davranışlarında bir sorumluluk verirken, diğer yandan da uğradığı olumsuzlukların ya da haksızlıkların görüleceği tek yerin dünya ile sınırlı olmadığının rahatlığını verir.
Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratılış gayesi Allah’a kulluk olarak ifade edilmiştir (Zariyat, 56). Bazı tefsir görüşlerine göre bu kulluk Allah’ı bilmek ve tanımak olarak açıklanmıştır. Çünkü insanın Yaradan’ın varlığını bilip tanımadan insanî sorumluluk ve görevlerini yapması mümkün değildir. Yani kişinin kulluk bilincine varması, aynı zamanda insan olma varlığını da kabul etmesidir.
Kişinin bireysel anlamda kul olma bilincine vardıktan sonraki insanî eylemlerindeki ölçü ise “ahlâk”tır. Ahlâk, en başta kendimize, insanlara ve diğer tüm canlılara, hatta yeri geldiğinde cansız varlıklara dahi nasıl bir davranış sergileyeceğimizi belirleyen evrensel kurallar bütünüdür. Doğruluk, sadakat, yalan söylememek, anne-babaya ve tüm büyüklere saygı göstermek ve muhtaçlara yardım etmek gibi birtakım değerler bunun içindedir.
Dolayısıyla ahlâkın özünde Yaradan’a bakıp yaratılana şefkat göstermek vardır. Zira Yaradan’a hürmeti olmayanın O’nun yarattıklarına da sevgi göstermesi beklenemez. Yani kişinin Rabbi ile olan bağının kuvveti arttıkça, O’nun yaratmış olduklarına karşı saygı, sevgi ve hürmeti de artmaktadır. Bu bakımdan güzel ahlâk, kişinin ulaşabileceği en üst seviye insanlık gayesi olmaktadır. Ahlâkı bütün bir kişi olmak, kalpten iman etmiş bir insan olmanın doğal sonucudur. Ahlâklı insan Allah’a gerçek kul olabilmenin en somut ifadesidir. Zira Hazreti Peygamberimizin dahi güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiği yönündeki hadisi burada temel dayanağımızdır.
Sonuç olarak ifade edecek olursak, insanın varoluş gayesine ulaşabilmesi öncelikle Yaratıcısını tüm sıfatlarıyla tanımasından geçmektedir. Kişi insan olarak bu aidiyetini bildikten sonra Yaradan’ın gönderdiği peygamberlerine ve onlar aracılığıyla insanlığa aktarılan iman esaslarına ve emirlere kalpten iman ederek bunu davranışlarına ve ibadetlerine yansıtabilmelidir.
Bu koşul ile edindiği ahlâk neticesinde yaratılan canlı ve cansız varlıklarla ilişkilerinde doğru, dürüst, sevgi dolu ve saygılı olmalıdır. Hatta olur ya, tahammül edemeyeceği noktada Yaradan’dan ötürü sevgi ve saygı göstermelidir. Ancak bu seviyedeki insan, gerçek varoluşsal anlamına ve gayesine kavuşmuş olur.