İnsanın özgürlüğü

Müslüman Doğu ve Hıristiyan Batı arasındaki tarihî ve toplumsal farklılıkları hesaba katmadan Doğu toplumlarını Avrupalı etme hevesine kapılan azgın despotların kurdukları istibdat idaresi, Orta Çağ ruhbanından daha zalimdir. Çünkü ruhbanın elinde bireyin günlük hayatını denetleyebilecek bu kadar imkânı yoktu. Oysa bu çağın azgın müstebitleri, ellerindeki bütün imkânları ile bireyin hayatına müdahil olmuş, hiçbir konuda ona seçme hakkı bırakmamıştır.

İNSANLIK, dünyada var olduğundan beri sahip olduğu hakları için ciddi tehlikelerle karşılaşmıştır. Sahip olduğu hakların da aslında mutlak ve herkesçe kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Bu hakları, “insanın faydasına olanlar” diye açıklamak mümkündür.

“İnsan insanın kurdudur” deyimi, insan hakları için ilk tehdidin de yine insan kaynaklı olduğunu göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Başta tabiat olayları olmak üzere doğal afetlerden de insan büyük acılar ve kayıplar yaşamıştır. Ancak tabiat olaylarına karşı insan kendisini koruma çarelerini bulmuşken, insan kaynaklı felâketlere karşı henüz yeterli bir çare bulabilmiş değildir.

İnsanın sahip olduğu hakların başında özgürlüğü gelmektedir. Çünkü insanın bütün hakları, onun özgürlüğü ile bir anlam ve içerik kazanmıştır.

Özgür olmayan bir insanın aslında sahip olduğu bir hakkı da yoktur. İnsan hayatını değerli kılan, doğru yol için ona bir yön çizen din, Hıristiyan Batı’da hayâlî cennet vaadiyle insanın özgürlüğünü elinden almıştır. Kilise, hayâlî cennet vaadini bile parayla satmıştır. Batı’da Hıristiyan kilisesinin teşekkülünden önce de insan özgürlüğü tehdit altındaydı. Kilise ile bu tehdit kurumsallaşmış ve dinî bir içerik kazanmıştır.

Teslim edilmeli ki, Batı’da kiliseye karşı mücadele, her şeyden önce bir insan hakları ve insanlık mücadelesidir. Din adına kötülüğün cisimleşmiş hâli olan kilise otoritesi, insanlık için en büyük tehlikeydi. Kilisenin yenilgisi, insanlığın kazancı oldu. Dini ve onun kurumsal hâli olan kiliseyi Batılı, bütünüyle ortadan kaldırmadı. Avrupa’da kiliseye karşı kanlı mücadeleler veren Avrupalı, coğrafya keşifleri ile kiliseye yeni egemenlik alanları armağan etti. Avrupalı kendi hayatından kovduğu kiliseyi Asyalı, Afrikalı ve Amerikalıya musallat etti.

Ancak Avrupa’da kilise egemenliğinin sınırlandırılması bütün insanlık için olmasa bile Avrupalı için önemli bir kazançtır. Çünkü kilisenin kaybettiği her mevzi, Avrupa’da insan hakkının teslimi ve tahkim edilmesi ile sonuçlanmıştır. İnsan özgürlüğü için kapı aralanmış, ışık görünmüştür.

Coğrafya keşiflerinin ardından gelen bir dizi gelişmeden sonra boy gösteren Oryantalist hegemonya ise Avrupalı olmayanların aldatılmasının çarelerini oluşturmuştur. Bütün insanlığın, Avrupalının yaşadığı tarihî evreleri yaşayabileceği gibi insan aklına ziyan bir formülü telkin etmiştir. Oysa her kıtanın, her ülkenin kendine göre apayrı toplumsal ve tarihî şartları vardır. Bir ülkenin içinde bulunduğu şartları açıklayan nedenler, başka bir ülkenin şartları karşısında yersiz ve münasebetsiz kalmaktadır. İşte Oryantalist telkinler bu basit gerçeği bile gölgelemiştir.

Avrupa’da kiliseye karşı ortaya çıkan insanlık mücadelesini bütün dinlerin zararına görmek, Müslüman Doğu’da bazı çevrelerin takıntısı hâline gelmiştir. O kadar ki, kiliseye karşı yapılan mücadelelerin sonunda, Avrupa’da insanın elde ettiği kazançlar bile küçümsenir, hakikatin rağmına işler olarak görülmüştür.

Hıristiyan Batı’da birey için hayatı çekilmez hâle getiren, kendini Tanrı’nın vekili sayan ruhbanın her konuya müdahil olmasıdır. Vekâlet iddiası kadar, Tanrı adına insan hayatı için konulan kurallar ve getirilen kısıtlamalar da ruhbanın otoritesini tahkim etmiş, bireyin hayatını zorlaştırmıştır.

Müslüman Doğu’nun yaşadığı bütün tarihî evrelerin de İslâmî ilkelere mutabık ve insanlığın hayrına olduğunu söylemeye imkân yoktur. Sınıf farkını reddeden ve insanın insana kulluğunu yok eden İslâmî ilkelere rağmen Müslüman Doğu’da yüzlerce yıl kölelik fiilî bir olgu olarak varlığını sürdürmüştür. Müslüman bilgelerin önemli bir kısmı doğrudan köleliğe itiraz etmek yerine, “Müslümanların kölelerine Avrupalılara göre daha iyi davrandıkları ve bunun için hukuk geliştirdikleri” gibi akla ziyan iddialarla ve kendilerine göre Batı’nın insanlık anlayışına karşı meydan okumaya çalışmıştır. İslâm’ın olduğu yerde köleliğin nasıl var olabildiği sorusu, bazı Müslüman bilgeler için yersiz ve anlamsız olmuştur. “İslâm büyüğü” olarak takdim edilenlerin pek çoğunun, sayıları yüzleri bulan kölelerine nasıl iyi davrandıklarının hikâyeleri yüzlerce yıl dilden dile dolaşmıştır. “İslâm büyüğü” unvanı ile anılan bazı kimselerin nasıl olup da kendileri gibi Müslüman olanlara bir mal/eşya gibi “köle” diye sahip oldukları, alıp sattıkları sorusu Müslüman Doğu’da kerih görülmüştür.

Batı’da bireyin haklarının tahkim edilerek öne çıkarılması Müslüman Doğu için bir kaygı ve tehdit nedeni değildir. İslâmî ilkeler de insanın cinsiyetini, kabilesini, ırkını, dilini reddetmeksizin onu bir tek birey olarak muhatap alır. İnsanın dünyaya tek başına geldiğini, dünyadan tek başına gideceğini ve ahirette tek başına hesaba çekileceğini hatırlatır. İnsanın özgür iradesiyle yaptığı seçim, her şeyin üstünde tutulmuştur.

Doğu’nun müstebitleri

Buna karşılık Müslüman Doğu’nun tarihinde bireyin değeri zamanla silikleşmiştir. Önemini kaybetmiş, birey, basit bir sayının karşılığı olmuştur. Zalim despotların karşısında Müslüman bireyin zerrece değeri olmamıştır. Zaten Müslüman toplum uzun yüzyıllar boyunca yalnızca bir reaya (sürü) olarak görülmüştür.

Her bir toplumun şartları da, özgürlüğe ulaşma çabası da farklı olacaktır. Bir toplumun diğerini taklit veya tekrar etmesi, kendini yok saymasıdır. Bir toplumun kendini yok sayması ile onun içinde bulunduğu şartları yok ettiğinin hiçbir örneği yoktur. Bu basit gerçeği yok sayanlar insan tabiatına karşı umutsuz bir mücadeleye tutulmuş demektir. Hıristiyan Batı’da bireyin lehine olup bitenleri bütün insanlığın ortak felâketi gibi takdim etmek, bütün insanlığı Batı’yı taklit etmekle görevli saymak gibi büyük bir yanlıştır. Başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere Batı’da ortaya çıkan gelişmeler, yalnızca orada bireyin o konudaki hakkının tesliminden başka bir şey değildir.

Böyle bir hak teslimi küçümsenemeyeceği gibi bireyi sürüleştirdiği, kitlenin içinde eritip ortadan kaldırdığı gibi acayip iddiaların da tutarlılığı yoktur.

İnsanı sadece kendisi için konulan kuralları yerine getirmekle ödevli bir varlık bilmek, insan tabiatına uygun değildir. Evet, insan başıboş bırakılmış değildir. Kendisine bir teklif olarak hidayet sunulmuştur. Ancak bu teklifi kabule zorlanmamıştır. Özgür iradesiyle seçmesi uygun görülmüştür. Hidayeti seçmeyenlerin hayatlarında bir kısıtlılık hâli öngörülmemiştir. Hidayetin rağmına davrananların hesabı ahirete bırakılmıştır. Hidayetin sahibi havası ile insan hayatını çekilmez hâle getiren kısıtlama girişimleri sadece Hıristiyan Batı ruhbanının takıntısından ibaret değildir.

Halkın desteğine ve seçimine muhtaç olan tiranların, rol icabı dahi olsa halka karşı nasıl ezik duruma geldiğinin sayısız örnekleri vardır. Seçme ve seçilme hakkı, halkı karar verme özgürlüğü ile donatmıştır. Halkın seçimlerinde yanılması, bu hakkın önemini ortadan kaldırmaz, sadece bir hakkın kötüye kullanılması ya da hakkının verilmemesi demek olur.

Avrupa’nın tarihî mirası eleştirilirken araya seçme ve seçilme hakkının katılması büyük bir yanlıştır. Çünkü o hak ile tiranlık ortadan kalkar ya da kısıtlanır. Her tiranın seçimi kazanamama ve hesaba çekilme korkusu vardır. Sırf bu yüzden seçme ve seçilme bir hak/bir yetki olmanın ötesinde insan varlığının ve özgürlüğünün güvencesidir.

Müslüman Doğu ve Hıristiyan Batı arasındaki tarihî ve toplumsal farklılıkları hesaba katmadan Doğu toplumlarını Avrupalı etme hevesine kapılan azgın despotların kurdukları istibdat idaresi, Orta Çağ ruhbanından daha zalimdir. Çünkü ruhbanın elinde bireyin günlük hayatını denetleyebilecek bu kadar imkânı yoktu. Oysa bu çağın azgın müstebitleri, ellerindeki bütün imkânları ile bireyin hayatına müdahil olmuş, hiçbir konuda ona seçme hakkı bırakmamıştır. Her konuda birey için gerekli görülenler doğrudan müstebit tarafından seçilip karara bağlanmıştır.

Ancak Müslüman Doğu’daki bireyin seçme haklarının önündeki engel, onu Batılılaştırma hevesindeki istibdattan ibaret değildir. Kendini dinin mütevellisi gören azgın bir taife de bireyin hakları için istibdat idaresi kadar tehdit kaynağıdır. Kişisel takıntılarını doğrudan hidayetin kendisi ve kutsal metin olarak görenler de Müslüman Doğu’da bireyi reayanın herhangi uyumlu bir parçası hâlinde tutmak için yüzyıllardan beri uğraşmaktadır. Kabul edilmelidir ki, bu alanda epeyce mesafe de almışlar, her tarafa dal budak salmışlardır. Her iki istibdat da bireyin seçme hakkına karşı ittifak hâlindedir. Birey, eski çağlara göre daha çok kuşatılmış durumdadır.

İnsan, hakları ile insan olduğu gibi, haklarını kullanabildiği ölçüde de özgürleşmiş demektir. Ancak özgür insan olmak, İlâhî iradenin rağmına davranma meşruiyetine sahip değildir. O iradeye mutabık davrandığı ölçüde kendi iradesinin genişlemesi imkânına sahip olacaktır.

Özgür insan, her çeşit sorumluluktan soyutlanmış, hayatı bir haz alanı bilmek değildir. Özgür insan, özgürlük ile sorumluluğu hayatından ayırmaz ve birbirlerini tamamlayan iki ayrı alan olduğunu da fark etmiş insan tipidir. Özgürlük ile sorumluluk, birbiriyle çelişen iki farklı eğilim değildir.