İnsanın noksanlığına dair

O, çok nazik bir üslûpla, “Sizin ilminiz, Benim ilmim yanında suya batırılmış bir iğnenin ucunun tuttuğu su kadardır” diyerek insanı ve onun aklını muhatap almıştır. Belki de bütün bunlar “kemâl” ve “kâmil” olma yolunda insanları sınava almak içindir.

İNSAN... Örnek insan… Üstün insan... Nitelikli insan… Nicelikli insan… Yücelerin yücesi insan… Aşağıların aşağısı insan... Kâmil ama asla ve asla mükemmel olması olası olmayan insan... Yaratılış itibariyle biraz “nakıs” olan insan… Ve mükemmelliğe oynadıkça iyice noksanlaşan insan…

İnsan, özünü eşyadan alan bambaşka bir öz. Önce eşya yaratıldı sonra da şeklen insan... İnsandan önce yaratılan eşyanın yapısı, insanı anlamak için oldukça önemlidir. Eşya, özü ve sistematiği itibariyle hem makro, hem de mikro yapı olarak birbirlerine benzer. Ve her birinde ayrı ve farklı noksanlıklar mevcuttur. Ama bu noksanlıklar içinde öyle tamlıklar yaratılmıştır ki hepsi birbirinden çok farklı ve hepsi birbirini destekler boyuttadır. Eşyanın özü, herkesin de çok iyi bildiği gibi onu meydana getiren elementlerdir. Elementlerin yapı taşları aynı olsalar da aynılıkları söz konusu değildir. Onların aynı özelliklere sahip olma ihtimâlini düşünmek dahi imkânsızdır.  

Elementlerin ana yapılarında, hepsi birbirinin tekrarı olan fazlalık ve noksanlıklar olup, bunlar hayatı var eden nedenselliklerdir. Bunların hiçbiri bir diğerinin görevine talip değillerdir ama bazen birbirlerinin yerlerine kullanılabilirler. Elementler uygun şartlarda bir araya getirilince nice zor işlere köprü, yol ve geçit olurlar ki bunlara da “alaşım” ve “bileşik” denir. İş birliğindeki katkı oranları hiç sorun olmaz. Meselâ kimi A’nın liderliğinde güzel işlerin oluşumuna katkılar sağlarken, kimi de B’nin etkisi altında daha stratejik işlerde kullanılırlar. Kendi aralarında “Senden çok, benden az” gibi bir polemiğe girmedikleri gibi, her biri bir işe katkı sundukları için mutludurlar. Bunlar insanın biyokimyasında yer alan, elementlerin de özü olan atom ve atomlardan oluşan moleküllerdir. Bu moleküllerin tamamı düzgün periyotlarla sıralanırlar. Yapıları, grupları ve simetrileri de birbirlerinden farklıdır. Aynılık değil, bazı özelliklerde benzerlik vardır. Aynı zamanda bunlar, maddelerin “özü” olarak da nitelendirilen “ideal” yapıtaşlarıdır. İşte bu ideal diye sunulan element veya alaşımlar içindeki atomların dizilişleri kusursuz olmadığı gibi içlerinde eser miktarı da olsa farklı elementler yer almaktadır. Her bir maddenin kusurları ve safsızlık atomik oranları da farklıdır. Konu tam da bu hususta farklı ve ilginç bir boyut daha kazanır. Çünkü bu periyodik dizilişler, safsızlık atomları ve kusurlar her bir elemente çok farklı fiziksel özellikler kazandırır. O hâlde kesin olarak şu denilir: Allah eşyanın özünü kusurlu yaratmıştır. Bu kusurlar “akıl sahipleri için” büyük bir hikmet kapısı anlamındadır. Zira kusur, sanıldığı gibi her zaman kötü sonuçlar doğurmayabilir; yeter ki, o eşya iyi tanınabilsin!

İnsanı tanımak

Eşyaların tamamı atomlardan oluşsa da düzgün bir periyoda sahip değillerdir ama hayatın her kademesinde yer alırlar; tıpkı insan gibi. İnsanı daha iyi tanımak adına, yaratılışta insandan çok daha önce var olan, tüm eşyaların insana yansımaları boyutunda daha kapsamlı düşünüp bağ veya bağlar kurabilmemiz için eşyanın özü hakkında çok kısa bir ön bilgi takdirinize sunuldu.

“Yaşamlarda mutlaka olmalı” diye idealleştirilen vasıfların asla olamayacağının anlaşılması şarttır. Allah dileseydi eşyayı kusursuz yaratırdı ve kusursuz olabilecek bir yaşam da olabilirdi. Ama o zaman fark ve farklılıklar ve de farkındalıklar olmazdı asla. Hayat bugünkü akışından çok daha monoton olurdu. İnsanın biyokimyasını oluşturan ve onların meydana getirdiği alanların ruh ve gönüllerde mükemmellik oluşturması tam da bu nedenlerden dolayı mümkün değildir.

Örneğin makro sistemde Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesi elipstir. Dolanma yarıçapı her an değişmektedir. Bir sistem hâlinde “akıp” gitmektedirler. Ayrıca içinde yaşadığımız gezegen kutuplarından basık olduğu için de simetrik değil, antisimetrik küre şeklindedir. İklim farklılıklarının nedeni, mevsimler ve zaman farklılıkları, bu noksanlıkların bir sonucudur. Bu noksanlıklar, insanın nedenleri üzerinde düşünebileceği birkaç bilindik durumlardan birkaçıdır sadece. Bu noksanlıklara rağmen yaşadığımız galaksinin samanyolunda bizi her an kendine hayran bırakan müthiş güzellikler de vardır. Ve insan, o güzelliklerden sadece biridir. Şayet evrenin yaşı bir yıl sayılırsa, dünyanın yaşı on beş dakika, insanın dünyaya aklıyla kattıkları da sadece bir dakikalık zamandır. Biz bu bir dakikalık zamanı konuşuyoruz çok defa. İnsandan çok önce Dünya, noksanlarına rağmen bir sistem içinde dengede yaratılmış ve çok sonra bu noksanlıklarla uyumlu olarak insan yaratılmıştır. Bu noksanlıklar, bir acziyet değil, akıl sahipleri için üstün hikmet vasıflarıdır. Zira O, çok nazik bir üslûpla, “Sizin ilminiz, Benim ilmim yanında suya batırılmış bir iğnenin ucunun tuttuğu su kadardır” diyerek insanı ve onun aklını muhatap almıştır. Belki de bütün bunlar “kemâl” ve “kâmil” olma yolunda insanları sınava almak içindir. O hâlde denebilir ki, mükemmellik Allah’ın Zâtında bâki olup yaratılmışların tamamında az veya çok noksanlıklar mevcuttur ve bu noksanlıkların da kendi içinde farklı hikmetleri vardır. Öyle bir yaratılış var ki yakın benzerlikler dahi büyük hayranlıklar oluşturmaktadır. Şayet böyle olmasaydı aklın önemi de asla anlaşılamazdı.

İnsanla madde arasında yakın bağların olması, anlayışımızın daha üst düzey olması için bir olgudur. Çünkü gördüğümüz ve göremediğimiz her şey atom ve moleküllerden ibarettir ve onların cevherlerinde de noksanlıklar vardır. İnsanın hammaddesi topraktandır, sudandır ve havadandır. Ruhun bu hammaddeler içinde hangi evrelerde hangi değişimlere nasıl uğradığı ise farklı bir konudur. Dolayısıyla insan, yaratıldığı eşyanın özü gibi eylemsellikler sergilemesi yadırganacak bir durumda değildir asla.

“İnsan” kavramına “kusur” ve “kâmil”/“kemâl” alt başlıkları üzerinden bakılınca, bu konularda yoğun tartışmaların yapıldığı görülür. Bazı düşünürler “iman” etmenin kusurları yok ettiğini ama davranışları yeterince etkilemediğini vurgularken, bazıları da “iman” kavramının soyut bir hâl olduğunu ve kusurlarla beraber insanla yaşadığını savunurlar. Çünkü iman ve insan tam anlamıyla aynı boyutta değillerdir. Zira bizim anladığımız ölçekte iman etmeyen, ancak “iyi” diye nitelendirilen çok sayıda insan vardır. Bazı düşünürler ise “İnsan artı iman, eşittir kâmil insan” diyerek âdeta noksanlığa doğru bir kapı aralamışlardır. Ama mükemmelliğin kâmil sıfatıyla karşılaştırılamayacağı unutulmuş gibidir. Meselâ Maide Sûresi’nde “kemâl” ve “tamam” kavramları aynı ayet içinde geçmektedir. Tamamın buradaki anlamı şu olabilir: Bir şeyin yapımında her şey tam olarak temin edilememişse de o şeyin oluşumu buna rağmen tamamlanmış kabul edilebilir. Kemâl ise insanın iman sonrasındaki alacağı yollarla ilgilidir. Kemâle giden yolu aralayan “din”, tamlayan ise “akılıdır”.

İnsanlarda var olan kusurlar esas itibariyle “bedensel” ve “ruhsaldır”. Bedensel kusurlar insanın kâmil boyutuna engel değildir. Ruhsal kusurları olanlar da kötü olarak nitelendirilemez. Çünkü insan “birleşik bir nutfeden” yaratılmış, denenen bir varlıktır. Birleşik nutfe ise birçok molekülün aynı simetrideki periyotlardan oluşmaktadır ki kaçınılmaz noksanlıklar da burada başlamaktadır.

İnsanın bilgi edinmesi, onun karakteri doğrultusunda bir kişiselliğin sonucudur. Ruhun hakikî bilgisi Allah’ın indindedir. Ancak ruhun elektron şuası gibi dalgasal bir yapıya sahip olma ihtimâli, yaratılış sistematiğine çok aykırı da değildir. Dalgasal olarak yayılan şualar hem pozitif, hem de negatif eksenlerde olabildikleri gibi zaman zaman sadece pozitif ve sadece negatif boyutlarda da hareketli olabilirler. İnsan ruhu da sürekli çalkantılara sahiptir ve kendini çok mutlu, çok mutsuz veya nötr hisseder. Bu hâller ruhun dalgasal şua demeti olma fikrini destekler. Bu durumlar, insan karakterinin yönelimi olarak da tartışılabilir; iyiye doğru yönelmelerin pozitif, kötüye doğru yönelmelerin ise negatif düzlem dalgalanmaları olabileceği gibi…

İyiye doğru yönelen karakter, insanı nitelikli insan yapan ibadet, adalet, özgünlük ve aşk kavramlarıyla tanış kılar. Bu kavramları içselleştiremeyen insan, kâmil boyutuna yol alamaz asla. Bu hususta İbni Sina der ki, “İnsanın ruhu bedenindeki hayâllerine benzer ve insan, kâmil hedefine akıl atıyla koşar”. Bu koşuda, yanında taşıması gerekli olanların ise “akıl, aşk, muhabbet, adalet, hizmet, ibadet ve hürriyet” olduğuna vurgu yapar. Bu hususta şu soru kaçınılmaz olur: Hangi insan kâmildir; sadece abid, sadece zahid, sadece mücahid mi, yoksa yukarıda tanımlanan kavramlarla bütünlük arz edenler mi?

Kötüye doğru yönelen karakterler içinse çok söze gerek yok.


Noksanlığıyla insan

Yukarıda anlatılan tüm noksanlıklara rağmen insan, bakir bir yâr, bakir bir yer; ağaçları, pınarları, gülleri ve çiçekleriyle kendine has kokuları olan, hiçbir şeyin rastgele olmadığı bir tasarım, ekili bir coğrafya, bir vadinin veya en büyük coğrafyanın yegâne ev sahibi…

İnsan, tüm gizlilikleri merak eden, bu merakın bedelini sevgiliden ayrı kalarak ödeyen, keşfetme duygusuna esir olan, yaşama mahkûm edildiği yeni coğrafyanın dağlarını, tepelerini, çayırlarını, tarlalarını velhasıl her şeyini hükmü altına almak isteyen… Arşın başı dönse onun başı dönmeyen, uçarken dahi çılgınca ileri sıçrayan, yaşayan tüm âdetleri, kültürleri ve medeniyetleri de kuran… Bazen kendini ilâh yerine koyan, bazen de kölelik ruhuna kapılan, çok defa vasat olmayı beceremeyen… Kendini Rab yerine koyarak tüm yolları onarmaya çalışan, onardıkça farkında olarak veya olmayarak çukurlaşan… Her şeyi aklıyla bulacağını düşünerek gönlünü unutan, yüreğinin götürdüğü yere giderken de aklını ihmâl ederek bir türlü dengeyi tutturamayan bir varlıktır insan.

Bazen insan büyük tefekkürlere dalar. Görünen yıldızlardan farkını düşünür. Bazen kör ve habis olduğunu, bazen de her şeyin üstesinden geleceğini ama hiçbir şeyin üstesinden tam olarak gelemeyeceğinin farkında olamaz. Hangi gezegenlerin hangi güneşler etrafında aşk ile dolandıklarından dersler dahi çıkaramayabilir. Nedense çok sormaz “Ay neden küçüktür Dünya’dan veya Güneş neden büyüktür yıldız ve gezegenlerden?” diye. Sormaz, çünkü tüm sistemler üzerinde sonsuz bilgelik yarışındadır insan. Ama peşinde olduğu bilgelik yolunda her şeyin büyük bir dengede olduğunu da çok defa unutur.

İnsan bazen yaşamın kalitesini çok düşürür. Yükselen ve yüksek olan değerleri görmezden gelir. Ona ne kadar yanlış denilse de kendi yerini kendi belirleyip seçmek ister. Ulaşamayacakları sonsuz amaçları peşinde yorulurlar. En son anda tefekkür ederler “Yaratıcı’nın tek bir amacı vardır ve o amaç hep gerçekleşmiştir, gerçekleşiyordur ve de gerçekleşecektir” diye. Bu gerçeğe rağmen insan, “vasat” olmaktan imtina eder, noksanlıklarını yok sayarak uçlarda bulunma sevdasıyla yanıp tutuşur. Çünkü insan, tümü görecek mükemmelliğe sahip değildir asla. Ancak tümün çok küçük bir parçasına vâkıf olabilir. Zira aklın o kadar büyük sıkleti çekemeyeceğini de düşünemez.

İnsan en yüce kemâle ulaşsa da bulunduğu uzaydaki yeri bir nokta kadar değildir. Maksat kemâle ermek ise ne fark eder orada veya burada yaşamak? Belki de bugün kutsanan ruhların yolculukları çok yıllar önce başlamıştır. Denilebilir ki, “Ya bu insan ne yapsın?”. O yukarı birazcık yönelirse, melekler düzeyine veya onlara yakın olunca çok mutlu olur. Bir an aşağılara bakınca, yüzünde büyük mutsuzluk izleri görülür. Çok arzular yıldızlardaki postu, tahtı, sarayı ama aşağılarda bir lokmayı bulamayanları bir türlü göremez gözü. Ancak orta bir yol bulunca mutluluğa döner birazcık yüzü. Bilgelik sevdasını kalabalıklarda yaşamak ister ama unutur bilgeliğin yalnızlık olduğunu ve de bilge insanın gözünün hep insanlık ötesinde olduğunu. Tüm ihtiyaçlar giderilip sona yaklaşınca, ne ekleyecek, ne de çıkaracak hiçbir şeyi kalmaz dünyada.  

Aslında yaratılmış hiçbir şey insana karşı değil, onun hep yardımcısıdır. Buna rağmen insan mutsuzdur. İçinde dolamayacak boşluğu doldurmanın fuzuli uğraşındadır. Boşluğun Sünnetullah olduğunu yani eşyanın özünde var olduğunu bilememektedir. Bilse, belki de enerjisini boşa harcamayacak ve boşlukla yaşamanın yollarından uzaklaşmayacaktır asla. Ayrıca insan derece peşindedir de. Asıl derece ise insanın kendi farkında olması ve yerini bilmesinde saklıdır. Bu, yeterince mutlu olmak için güzel ve nitelikli bir nedendir. Unutmamalıdır ki, doğa her anlamda bir sanat mucizesidir ve kendisi de o mucizenin bir parçasıdır. Tüm şanslar, tüm sırlar, tüm sevdalar sadece insana görünmek ve sadece insana göz kırpmak zorunda değillerdir. Çünkü insanın “iyi” dediği belki çok kötü, “kötü” dediği ise belki de çok iyidir. İnsan gururu, aklının ve gönlünün yanılmalarına rağmen yegâne gerçek ve alenî olanlardır. Ona bunu veren ise birdir, tektir, yegânedir ve de mükemmel olandır. Yani mevcut olan “tek doğrudur”. Bundan dolayı insan hâddini bilip Allah’ı irdeleme merakından vazgeçmelidir. Zira insanın durduğu yer yani dünya oldukça küçüktür ve de sürekli hareket hâlindedir. Ölmek için doğmuş akıllar günah işlemek için ivmelenmemelidir. Gönüller nefret için değil, sevgi için var olabilmelidir. Varsa bedeli, ona da talip olabilmelidir. İnsan kendi kendini yerebilmeli, hâddi aşmadan övebilmeli, maharet ve meziyetlerini de anlatabilmelidir.

İnsan, aniden yükselebileceği gibi yükseldiği yerden de aniden düşürülebileceğini unutmamalıdır.

Sonuç olarak, insanın doğasına hükmeden iki şey vardır: Kendini beğenme olgusu ve akıl… Beğenme olgusu onu harekete geçirir, akıl ise o hareketi kısıtlar. Ne o iyi, ne de diğeri çok kötüdür. Her biri kendi işini yapar. Ama aklın bunlara karşı gelen dengesi insan için her şeyin üzerindedir. Ama her düzeyde gereksiz kısıtlanan insan, hareketsizliklerden dolayı hasta olabilir. Şayet insan, aklın akılcı olmayan kısıtlamalarından kendini kurtaramaz ise olduğu yerde çürümeye başlar. İnsan, birleştirebildiği tüm becerileriyle yüzünü Sünnetullaha dönmeyi, ölümün ölümsüzlük olduğunu, ruhun bir amacının da inancın, kanunların ve ahlâkın başladığı ve devam ettiği yeri onarmak olduğunu unutmamalıdır. Ve insan, yegâne yüceliğin  “Allah’ın ipine sımsıkı sarılma” olduğu gerçeğiyle yaşamayı öğrenmelidir.