
“GÖRMEDİN mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal
getirdi? (Güzel bir söz) kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”*
Zarafet
sessizce çekiliyor aramızdan. Tedavülden kalkmış, karşılığı bulunmayan bir
servetin ziyan oluşuna tanıklık ediyoruz hepimiz. Kimimiz farkında, kimimiz ne
olduğunu anlayamadığı bir boşluk hissiyle seyrediyor hoyratlaşan dünyayı,
hırçınlaşan ruh hâllerimizi.
Biliriz
ki, güzel olan, güzelliğe dair her bir şey, değeri bilinmediğinde asil bir terk
edişi üstlenerek çekilip gider bizden. “Güzel” dedimse, elle tutulur, gözle
görülür nesnelleştirilmiş güzellik değil, sıfır hacimli, sonsuzluk ederli bir
değerler bütünü… “İnsanî” olana dikkat çekmektir muradım. Hani bir niyetle
eyleme dönüşüveren iyilik, kalpleri yumuşatan bir bakış, teselli olan bir
tebessüm, ihlaslı bir hissediş, şifa olan bir ses, mânâya yol alan bir söz, yalnızlığı
bölüşen bir nefes olup muhataplarımızı kuşatıveren ahvaldir meramım.
Bildiğimiz
bir başka hakikat daha var ki, o da insana yakışanın, “insanî” olanın, insanca
yaşamaya devam etmemizi sağlayanın ruhumuza iyi geleceğidir. Bu iyi hissediş
doğru biçimde ruhumuza yerleşmediğindendir inancımızın, değerlerimizin,
şahsiyetimizin ve varoluş gayemizin en ufak bir sarsıntıda yerle bir oluşu. Bu
sebepledir yarım ve eksik kalışımız, varlık içinde yoklarımızın bilânçosu ile
meşgul oluşlarımız.
Dahası,
insanın “insanî” olanla arası açıldığında başlıyor insanca yaşamayı unutması.
Bu yüzden çirkinlik hızla yol alıveriyor. Zarafet ki, insan ruhuna kodlanmış en
kuvvetli “insani/yet” manifestosuyken ilkin ona yüz çevirmenin ceremesini
çekmeye zorlanıyor.
Bilmem
sizlerde fark ediyor musunuz, istisnalar kaideyi bozmasa da, etrafımızdaki pek
çok kişi gözlerini gözlerimizle buluşturmaktan çekiniyor. İhlastan yoksun bir
nezaketi isteyerek yahut bilinçsizce kuşanınca insanoğlu, ilkin saklanma
hissini keşfediyor çünkü. Görmekten, görünür olmaktan, kalbinde dolanıp duran
samimiyetsiz hislerin okunmasından korkuyor.
Modern
bir saklambaç oyunudur şimdilerde insanın insanla oynadığı. Ruh dünyasındaki,
insana yakışmayacak kadar yozlaşmaya meyyal değişimlerin sobelenmesinden
tedirgin her bir insan teki.
Öte
yandan “insaniyet, insanlık” kavramlarının birer plâka hükmünde kabul
ettirilişinin ve bu kabulün altında cinayetlere, bireysel ve toplumsal
çirkinleştirmelere ruhsat verilişinin cinnetiyle yüz yüze dünya insanlarının
hemen hemen tümü. Akıl almaz bir tutarsızlıkla debelenir hâle geldi zihinler.
En çok da dilimize yansıyan bir hoyratlık kol geziyor etrafımızda; siyâsî
arenalarda, sokaklarda, sosyal ağlarda, televizyonlarda…
Aslına
bakarsak, bu tutarsızlık bu tedirgin oluşlarda insanın özüne dönüşüne bir umut,
güzelliği yeniden yeşertmeye bir nüve, ruhumuzu bu esaretten azat edecek ve
ucundan tutulup alçaldığı yerden yeniden yükseleceği bir ipucu var. Çünkü insan,
böylesi tutarsız değişimlerden rahatsız demektir.
İnsan
fıtraten “insanî” olan ile tezyin edildiğinden, yaratılış normalinin dışına
çıkınca ilkin çevresindekileri, sonra kendini yadırgıyor. İş ki, bu yadırgamalar
kanıksanmaya dönüşmeyegörsün, işte o vakit, her bir insan bir diğerine ayna oluverir.
“Bende olan onda da var” tesellisini kuşanarak insanca yaşamak yerine
eşyalaşmış ruhunun yükü altında ezilerek yaşamaya mecbur kalır. Ve o içimizde
yeşermeyi bekleyen insanî tohum çürür!
Hâlbuki
ruh zarafeti kuşandıkça, etrafına insanî olan ne varsa onu yansıttıkça, bir
bulut hafifliğinde zarif, naif ama etkili varlığını ruhuna taşıtabilir. Böylece
ruhunun hamalı değil, o bulutumsu mefhumun koynunda kendini taşıtabilir. Hayatı
saadet yurduna yatırım olarak inşâ edecek olan insan, “yaşamak” hikâyesini bir
tahammül gibi taşıyorsa, bilmelidir ki ruhu, kalbi ve zihni işgal altındadır.
Ve hayatın hamallığını yaparken huzurla yaşamak nasibi olmayacaktır.
İnsan
insanî olanı terk etmeye sevk edildiğinden beridir hiçbir şey eskisi kadar
kolay değil artık! Eskiden sadece tarlalarda ekinler biçilirdi, şimdi bir sözle
toplumlar biçiliyor, soykırımlar tarihe kara bir leke olarak düşüyor. Bir bakış,
kurşun olup kalpleri delip geçiyor. İstihza dolu bir gülüş, huzurun celladı
oluveriyor.
Düşünen,
konuşabilen, etkilendiği kadar etkileme yetkisine haiz yegâne varlık insan,
nesnelleştirilmeye göz yumduğu kadar köleleşiyor. Efendilerinin emrine girmiş
zihni ve kalbi ile sürüler hâlinde yitirdiği melekeleriyle zarafetten yoksun ve
adapsız bir dünyanın kölesi olarak hayata tahammül etmeye mecbur kalıyor!
***
Bizler,
zarafeti çalınmış bir dünyada yaşamanın zül olacağına inanıyoruz. İnsanın
ruhuna Âlemlerin Rabbi Allah (cc) tarafından yüklenen “insanî” tohumun nice
tufan sonrası yeşerdiğine iman ettiğimizden, inancımızı taze tutuyor, Vahyî bir
nasihat ile “güzel bir söz” söylemeyi kulluk vazifemiz addediyoruz. İşte bu
inanç ile Kültür Ajanda’mızın sayfalarını “insan, iletişim ve adap” mevzuu ile
donattık ve siz kıymetli okurlarımızın dikkatine sunduk.
Huzurlu
okumalar diliyoruz.
Hoşnut
kalınız efendim…
*İbrahim, 24