İnsanın hafızası, toplumun geleceği, nesillerin inşâsı için (!)

Haberleşmenin kolay ve hız rekoru kırdığı zamanlardayız. Soba başı muhabbetleri olmasa da, iletişim için başka bir mecra bulabiliriz. İlgilerini çeken şeylere ilgi göstermek imkânsız değil meselâ. Saygı duymak, konuşmalarına ve istedikleri şeyi ifade etmelerine izin vermek şart! Saygının önce verildiğini, sonra alındığını küçükken bize nasıl öğretmişlerdi?

SONBAHAR yürüyüşleri için yollara düşme vakti. Ağaçlar turuncu gelinliklerini henüz giyinmediler. Memleketin bitmek tükenmek bilmeyen yağmurları bezdirdi, oradan oraya salladı, savurdu, sararttı vaktinden önce çoğu yaprakları. Şemsiyelerin çantalarda bulunma zorunluluğu var şimdilerde. Bir güneş, bir de bakmışsın sağanak hâlinde güçlü bir yağmur… Mevsimleri unutuyoruz sanki. Güzelliklerini, zorluklarını, griliğini… Zaman hatırlatıyor sırası gelince. “Bekle” diyor, “Bekle ve yeniden yaşa!”…

İlkbahar, yaz, sonbahar derken, “Yolun sonu görünüyor” türküsü dudağımda... Mevsimler birbiri ardınca koştursun, acılar kanatmaya, hayâller uzaklaşmaya, çocuklar büyümeye, tüm değişimler takip edilemeyecek bir hızla dönüşmeye devam ededursun…

***

Alâmetler gelir çöker, dizdeki ağrılar başka söyler, kalpteki kıpırtılar başka. Rahmetli babaannem, bir gün derin bir iç çekmişti. Elini göğsüne sert bir şekilde vurarak dedi ki, “Kızım, bilmiyorsun burası ne diyor! Şimdi gelmek vardı dünyaya!”. Uzun süre aklımdan çıkmadı bu sözler. Ellerin, gözlerin, dizlerin farklı konuşsa da yaşlanmıyordu yürek. Mutluluklarını, övünçlerini, güzel anılarını masalsı bir edayla anlatır ve sonuna kadar dinletirdi. Gözlerimizin içini görür, eliyle tuttuğu elimizi, dizimizi okşar, iltifat eder, adam yerine koyar, sayardı. Yüreklerimizi fethettiği yetmezmiş gibi, elinden gelen tüm ikramı yapar, bir daha yanına gideceğimiz anı iple çekmemize zemin hazırlardı. Çocuktuk, ama yaşananların oyun olmadığını bilir, sadece bizlerin değil, köyümüzün, hatta bütün toplumun şekillenmesinde ve inşâsında bir vazife gördüğünü bilirdik(?). Bu yüzdendir ki, büyük bir iştah ve sabırla soba kenarı sohbetlerimiz oldu. Benliğimizin ilk basamakları, görünmez tuğlalar ile ilmek ilmek döşendi.

Odaya çocuk bile girse ayağa kalkmayı, ilgi ve alâka göstermeyi, ikramı, saygı duymayı, elde olandan hediye vermeyi, edebince, usulünce konuşmayı, hatta gülmeyi bu şekilde öğrendik. Karşımıza geçip parmak sallayarak anlatılmadı bunlar. Ya da kitapların satırları arasında aranmadı. Hayattı bu, insandı, anneydi; baba, dede, komşu, akrabaydı.

***

Geçmişten bugüne, bugünden yarına aktarılan toplumsal hafıza, olaylar ve kişiler değişse bile özünde aynı. Anlatıcılar ya da dinleyiciler tüm zamanları birbirine ekler, usulleri, esasları, doğruyu, yanlışı, ahlâkı ve değerleri önce yaşar, hâsılı toplumu bu şekilde inşâ ederler. Aynı vazife, gün gelir, elden ele dolaşır, ehlinde güzelleşir, bereketlenir, filizlendiği yüreklerde umut olur. Ve hâlâ umut olmakta…

***

Şimdi çocukların sabırsız olduklarından bahsediliyor. Teknoloji çağı çocuklarının kullandıkları elektronik aletlerle ilgili (farkında olmadan) geliştirdikleri bir hasletmiş. Uzun süre bir konuya odaklanmaları zorlaşmış. Doğrudur belki, düşünülmeli, uzmanları tarafından bin bir mercek ile incelenip araştırılmalı.

İnsanın insan ile teması azalıp bilgi, özellikle de dijital bilgi esas olunca, toplumsal hafıza kendini bilgisayar klavyelerinden anlatmakta güçlük çekiyor. Elini tutup gözlerine bakmadan sakinleşmiyor çocuk ya da ağlayınca telefon ekranında konuşan annesi ilgisini çekse de yüreğini soğutmuyor, yalnızlığını gidermiyor. Okul gezisinde fotoğraf çekmek için oradan oraya dolaşıp zamanın, mekânın zevkini yaşayamayan anneler geliyor aklıma. Çocuklar annelerinin gözlerinin yanı sıra bir de mercek ile gözlenmekteler. İki taraf için de kayıp hâli… Ben elimde kahve, oturmuş, keyifteyim. Benimkisi makinaya değil, ruhuma kayıt hâli…

Hangi çağda olursak olalım, esaslar değişmese de bazı usullerin (yol, yöntem) değiştiği inkâr edilemez. Çocuklar, ellerindeki telefonla bir video izleyip gülüşürlerken, bazen kafayı uzatıp dalalım dünyalarına. Söyle(ye)mediğimiz bir sözü mesaj olarak yazalım. E-posta kutularına bazen babadan bir posta alsınlar.

Haberleşmenin kolay ve hız rekoru kırdığı zamanlardayız. Soba başı muhabbetleri olmasa da, iletişim için başka bir mecra bulabiliriz. İlgilerini çeken şeylere ilgi göstermek imkânsız değil meselâ. Saygı duymak, konuşmalarına ve istedikleri şeyi ifade etmelerine izin vermek şart! Saygının önce verildiğini, sonra alındığını küçükken bize nasıl öğretmişlerdi?

Toplumlar, kültürel ve sosyal değerlerini hafızalarında kayıtlı tutmaya, bin bir yöntem ile nesilden nesle (bir kısmını değiştirerek ve dönüştürerek de olsa) aktarmaya devam ediyorlar. Mesele, sanırım birey olarak “Ben bunun neresindeyim? Toplumun inşâsı için küçük de olsa nasıl katkı verebilirim?” diyebilmekte, fark edebilmekte. Evet, insanlar değişiyor; zaman, şehirler, teknoloji, yaşam şekilleri de… Takip etmekte zorlanacağımız kadar çok iç ve dış faktör var. O zaman diyorum ki, “Değişmeyene, değişmeyecek olana yatırım yapalım, insana!”.

İnsana saygı ve sevgi, diğer tüm alanlara sirayet edecek kadar mühim bir noktada. Elini tutabildiğimiz, dizimizi dizine yaklaştırarak gözlerine bakabileceğimiz insanlardan başlayalım, “ailemizden”… Toplumların inşâsı kolay ve hemen olmayabilir. Bense, “Şu an başlayalım, görünmeyen tuğlaları dizmeye koyulalım!” diyorum.