SONBAHAR yürüyüşleri için
yollara düşme vakti. Ağaçlar turuncu gelinliklerini henüz giyinmediler.
Memleketin bitmek tükenmek bilmeyen yağmurları bezdirdi, oradan oraya salladı,
savurdu, sararttı vaktinden önce çoğu yaprakları. Şemsiyelerin çantalarda
bulunma zorunluluğu var şimdilerde. Bir güneş, bir de bakmışsın sağanak hâlinde
güçlü bir yağmur… Mevsimleri unutuyoruz sanki. Güzelliklerini, zorluklarını,
griliğini… Zaman hatırlatıyor sırası gelince. “Bekle” diyor, “Bekle ve yeniden
yaşa!”…
İlkbahar,
yaz, sonbahar derken, “Yolun sonu görünüyor” türküsü dudağımda... Mevsimler birbiri
ardınca koştursun, acılar kanatmaya, hayâller uzaklaşmaya, çocuklar büyümeye, tüm
değişimler takip edilemeyecek bir hızla dönüşmeye devam ededursun…
***
Alâmetler
gelir çöker, dizdeki ağrılar başka söyler, kalpteki kıpırtılar başka. Rahmetli
babaannem, bir gün derin bir iç çekmişti. Elini göğsüne sert bir şekilde
vurarak dedi ki, “Kızım, bilmiyorsun burası ne diyor! Şimdi gelmek vardı dünyaya!”.
Uzun süre aklımdan çıkmadı bu sözler. Ellerin, gözlerin, dizlerin farklı konuşsa
da yaşlanmıyordu yürek. Mutluluklarını, övünçlerini, güzel anılarını masalsı
bir edayla anlatır ve sonuna kadar dinletirdi. Gözlerimizin içini görür, eliyle
tuttuğu elimizi, dizimizi okşar, iltifat eder, adam yerine koyar, sayardı. Yüreklerimizi
fethettiği yetmezmiş gibi, elinden gelen tüm ikramı yapar, bir daha yanına gideceğimiz
anı iple çekmemize zemin hazırlardı. Çocuktuk, ama yaşananların oyun olmadığını
bilir, sadece bizlerin değil, köyümüzün, hatta bütün toplumun şekillenmesinde
ve inşâsında bir vazife gördüğünü bilirdik(?). Bu yüzdendir ki, büyük bir iştah
ve sabırla soba kenarı sohbetlerimiz oldu. Benliğimizin ilk basamakları, görünmez
tuğlalar ile ilmek ilmek döşendi.
Odaya
çocuk bile girse ayağa kalkmayı, ilgi ve alâka göstermeyi, ikramı, saygı duymayı,
elde olandan hediye vermeyi, edebince, usulünce konuşmayı, hatta gülmeyi bu şekilde
öğrendik. Karşımıza geçip parmak sallayarak anlatılmadı bunlar. Ya da kitapların
satırları arasında aranmadı. Hayattı bu, insandı, anneydi; baba, dede, komşu, akrabaydı.
***
Geçmişten
bugüne, bugünden yarına aktarılan toplumsal hafıza, olaylar ve kişiler değişse
bile özünde aynı. Anlatıcılar ya da dinleyiciler tüm zamanları birbirine ekler,
usulleri, esasları, doğruyu, yanlışı, ahlâkı ve değerleri önce yaşar, hâsılı
toplumu bu şekilde inşâ ederler. Aynı vazife, gün gelir, elden ele dolaşır,
ehlinde güzelleşir, bereketlenir, filizlendiği yüreklerde umut olur. Ve hâlâ
umut olmakta…
***
Şimdi
çocukların sabırsız olduklarından bahsediliyor. Teknoloji çağı çocuklarının kullandıkları
elektronik aletlerle ilgili (farkında olmadan) geliştirdikleri bir hasletmiş.
Uzun süre bir konuya odaklanmaları zorlaşmış. Doğrudur belki, düşünülmeli, uzmanları
tarafından bin bir mercek ile incelenip araştırılmalı.
İnsanın
insan ile teması azalıp bilgi, özellikle de dijital bilgi esas olunca,
toplumsal hafıza kendini bilgisayar klavyelerinden anlatmakta güçlük çekiyor.
Elini tutup gözlerine bakmadan sakinleşmiyor çocuk ya da ağlayınca telefon ekranında
konuşan annesi ilgisini çekse de yüreğini soğutmuyor, yalnızlığını gidermiyor.
Okul gezisinde fotoğraf çekmek için oradan oraya dolaşıp zamanın, mekânın
zevkini yaşayamayan anneler geliyor aklıma. Çocuklar annelerinin gözlerinin yanı
sıra bir de mercek ile gözlenmekteler. İki taraf için de kayıp hâli… Ben elimde
kahve, oturmuş, keyifteyim. Benimkisi makinaya değil, ruhuma kayıt hâli…
Hangi
çağda olursak olalım, esaslar değişmese de bazı usullerin (yol, yöntem) değiştiği
inkâr edilemez. Çocuklar, ellerindeki telefonla bir video izleyip gülüşürlerken,
bazen kafayı uzatıp dalalım dünyalarına. Söyle(ye)mediğimiz bir sözü mesaj
olarak yazalım. E-posta kutularına bazen babadan bir posta alsınlar.
Haberleşmenin
kolay ve hız rekoru kırdığı zamanlardayız. Soba başı muhabbetleri olmasa da, iletişim
için başka bir mecra bulabiliriz. İlgilerini çeken şeylere ilgi göstermek imkânsız
değil meselâ. Saygı duymak, konuşmalarına ve istedikleri şeyi ifade etmelerine
izin vermek şart! Saygının önce verildiğini, sonra alındığını küçükken bize nasıl
öğretmişlerdi?
Toplumlar,
kültürel ve sosyal değerlerini hafızalarında kayıtlı tutmaya, bin bir yöntem
ile nesilden nesle (bir kısmını değiştirerek ve dönüştürerek de olsa) aktarmaya
devam ediyorlar. Mesele, sanırım birey olarak “Ben bunun neresindeyim? Toplumun
inşâsı için küçük de olsa nasıl katkı verebilirim?” diyebilmekte, fark
edebilmekte. Evet, insanlar değişiyor; zaman, şehirler, teknoloji, yaşam şekilleri
de… Takip etmekte zorlanacağımız kadar çok iç ve dış faktör var. O zaman
diyorum ki, “Değişmeyene, değişmeyecek olana yatırım yapalım, insana!”.
İnsana saygı ve sevgi, diğer tüm alanlara sirayet edecek kadar mühim bir noktada. Elini tutabildiğimiz, dizimizi dizine yaklaştırarak gözlerine bakabileceğimiz insanlardan başlayalım, “ailemizden”… Toplumların inşâsı kolay ve hemen olmayabilir. Bense, “Şu an başlayalım, görünmeyen tuğlaları dizmeye koyulalım!” diyorum.