İnsanın felâketi: Kibir

Ehl-i işaret, “Karun’un helâkine sebep üç şeydir” demiş, “Biri dünya sevgisi, ikincisi emr-i İlâhîye muhalefetle zekâtı vermemesi, üçüncüsü de Hazreti Mûsâ’ya (as) iftira etmiş olmasıdır”.

KİBİR; insanoğlunun ebediyete götüremeyeceği serveti, makâmı, güzelliği veya herhangi bir meziyetinden başkasını kendi fânî benliğinden üstün görmesidir. Nicesi kibrin ateşinde kül oldu, olmaya devam ediyor. Farzı misâl “şeytan” ki, kibir ve gururundan dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu; şeytana aldanan Firavun, kibriyle beraber suda boğuldu; Hazreti İbrâhim’e çile çektirmeye çalışan Nemrut, bize göre aciz bir sineğin karşısında perişan oldu.

Tevazu konusunda Hazreti Mevlâna, akla gelen gönül dostlarından biridir. Her gönle seslenip muhabbet ve sevgisiyle kucaklayan bir âlimdi Rûmî. Alçakgönüllü olup gönüller yapmaya kendini adamıştı. Nitekim bir sözünde şöyle der: “Bin bahar geçse taşın yeşermesi ne mümkün! Kabahat baharda değil, senin kibirle taşlanmış gönlünde. Sen toprak gibi alçakgönüllü olmaya bak, gör o zaman o gönül toprağından nasıl renk renk güller açılıyor, baharlar yeşeriyor!”

Mevlâna büyük küçük, âlim cahil, Müslüman Hıristiyan her kesime tevazuuyla yaklaşırdı. Hayatında kibir, gurur ve kendini beğenmişlik asla görülmedi. Bu engin tevazuuyla bazen Hıristiyanları da ziyaret ederdi. Nitekim bir gün Konya yakınlarındaki bir manastıra gidip orada rahiplerle sohbet etmişti. İşte o din adamlarından biriyle Konya çarşısında karşılaştı. Papaz, Mevlâna’yı görünce büyük bir hürmetle eğilerek onu selâmladı. Mevlâna ise daha çok eğilerek papazın selâmına karşılık verdi. Papaz doğrulunca baktı ki, Mevlâna hâlâ eğilmiş hâlde; hiç beklemediği bu tavırdan dolayı şöyle dedi: “Ey din sultanı, bu ne kadar tevazu, ne kadar gönül alçaklığı? Benim gibi bir zavallı rahibe bu saygı değer mi?”

Mevlâna, bu soruyu şöyle cevaplandırdı: “‘O kimse ne mutludur ki, Allah onu malla, güzellikle, şerefle ve itibarla üstün kıldı da o kimse malıyla cömertlik yaptı, güzelliğiyle iffetini korudu, şeref ve itibar sahibi olduğu hâlde alçakgönüllü oldu’ diye buyuran Hazreti. Muhammed Efendimiz (sav), bizim Sultanımızdır. Böyle bir Peygamber’in ümmetinden olduğum için, Allah’ın kullarına nasıl alçakgönüllü davranmayayım? Niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim? Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?”

Mevlâna’nın bu açıklamaları üzerine papaz, hemen oracıkta Müslüman oldu. Bir süre sohbet edip ayrıldılar. Mevlâna, medresesine gelince oğlu Baheddin Veled’e dedi ki, “Bahaeddin, bugün zavallı bir rahip, bizim tevazuumuzu elimizden almaya çalıştı. Fakat Allah’a hamdolsun ki, O’nun lütfu ve Efendimizin yardımıyla biz tevazuumuzu ona kaptırmadık!”.

Bir diğer kıssamız da Kur’ân’da da yer alan Karun meselesi üzerine. Bu ibretli ve ders niteliğindeki kıssa da kibrin ne kadar yakıcı olduğunu, insanı dünyadan da, ebedî hayatından da nasıl edeceğini gösterir niteliktedir.

Karun ve Hazreti Mûsâ

Hazreti Mûsâ’nın (as) hem amcaoğlu, hem de eniştesi olan Karun, önceleri Mûsâ’ya (as) iman ediyordu. Gündüzleri oruç tutar ve geceleri de namaz ile meşgûl olurdu. Lâkin çok fakirdi, geçimi için zorluk çekerdi. Hakk Teâlâ Hazretleri, Mûsâ’ya (as) Tevrat’ı altun ile yazmasını emir buyurunca, Hazreti Mûsâ, “Ya Rabbi, hâlimi biliyorsun, ben fakirim” diye tazarrû etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hazreti Mûsâ’ya simya ilmini öğretti. Böylece emri yerine getirdi.

Daha sonra Hazreti Mûsâ (as), Karun’un fakirliğini ve ehl-i iyâlinin çekmekte olduğu sıkıntıyı düşünerek hem bedenî, hem de mâlî ibadetini yerine getirip ecir sahibi olmasını düşünerek ona da simya ilmini öğretti. Karun bu ilmi öğrenir öğrenmez, “Kâr-ı ibadet bu imiş” diyerek nihâyetsiz mal sahibi oldu. Bir rivâyette, hazînelerinin anahtarlarını 70 ve diğer bir rivayette 100 deve götürürdü. Mücahid (ra) der ki, “Her bir anahtar ile 70 hazîne kapısı açılırdı”.

Karun herhangi bir yere gidecek olsa, altun elbiseli ve altun lalıçlı bin erkek ve bin kadın dört bir tarafında giderdi. Velhasıl Ben-i İsrail iki kısım olup bir kısmı Mûsâ (as), bir kısmı da Karun’un taraftarı oldu. Bu hâlde Karun, nafile ibadetleri bırakmış ve farzları acele kılmaya başlamıştı.

Nihâyet Karun’un zekât vermesi hakkında vahy-i İlâhî gelir ve Hazreti Mûsâ (as) bunu Karun’a tebliğ eder. Karun malının zekâtını hesap edince, bakar ki çok büyük bir yekûn tutuyor. Kalbi dünya sevgisine meyleder ve muhabetullah gider. Bir türlü o zekâtı veremez. Hazreti Mûsâ (as) ona giderek emr-i İlâhîye itaat etmesini, dünya sevgisini Hazreti Allah’ın muhabbetine tercih etmemesini söyler. Fakat Karun bunlara hiç kulak vermez. Hattâ Hazreti Mûsâ’ya (as) buğz ederek iftira etmeyi dahi tasarlar ve “Ya Mûsâ, Mısır ehlini toplayalım ve o cemaat içinde seninle bahis yapalım, açık delille bana gâlip olursan malımın zekâtını veririm. Ben sana gâlip olursam, sen de bundan sonra peygamberlik dâvâsından vazgeçip bir köşeye çekilirsin” der. Sonrasında bir fahişeyi kandırarak, “Onunla mübahese edeceğimiz mecliste bulunup cemaat içinde, ‘Ya Mûsâ, benimle filan vadide zina etmedin mi? Hattâ üzerimdeki çocuk da senindir’ dersen, sana o kadar çok mal veririm ki ölünceye kadar sana ve evlâdına yeter” diyerek kadını râzı eder.

Ertesi gün Mısır ahalisi, Karun’un geniş olan evinde toplanır. Hazreti Mûsâ (as) da gelir. Cemaat Hazreti Mûsâ’dan (as) vaaz etmesini arzu eder, o da bir kürsü üzerine çıkarak vaaz etmeye başlar. Vaazının bir yerinde şöyle buyurur: “Bir kimse hırsızlık yaparsa elini keserim. Bir kimse eşkıyalık yapsa başını keserim ve bir kimse evli olup zina etse taşlayıp helâk ederim.” Bunun üstüne dinsiz Karun ayağa kalkar ve “Ya Mûsâ, sen de zina etsen ne yaparsın?” deyince, Hazreti Mûsâ (as), “Ben de (hâşâ) zina etsem, Cenâb-ı Hakk’ın emri bana bile böyledir” der. Bu arada akılsız Karun o fahişeye işaret edip, “Ya Mûsâ, senin zina ettiğine dair benim şâhidim vardır. Zira şu kadın bana söyledi ki, sen bununla filan vadide zina etmişsin. Hattâ karnındaki çocuk da senden imiş” diyerek Hazreti Mûsâ’yı halk arasında mahcûp etmek düşüncesi ile fahişeyi ayağa kaldırıp, “Ey kadın, söyle ki bütün insanlar duysun” der. Kadının söz verdiği gibi yalan ve iftiraya başlayacağı sırada, Cenâb-ı Hakk, onun lîsanını döndürüp iftira edeceği yerde şöyle anlattırır: “Ey Ben-i İsrail! Doğrusu Hazreti Mûsâ’nın bu işten haberi yoktur. Karun’un söylediği yalan ve iftiradır. Zira Karun beni çağırıp birçok mal vaat ederek bu yolda Hazreti Mûsâ’ya iftira etmemi tembih etti. Hâlbuki Hazreti Mûsâ, Kelîmullah’tır. Öyle bir zâta böyle bir âdiliği isnat etmeye Allah’tan korkarım.”

Bunun üzerine Hazreti Mûsâ (as) Gayretullah ile celâllenerek, “Ey Allah düşmanı, bu iftiradan muradın nedir? Beni mahcûp edip Cenâb-ı Hakk’ın emri olan zekâtı vermemek mi?” der ve kendi hanelerine döner, secdeye varır ve münacat ederek, “Ey bütün gizliliklere ve sırlara vâkıf olan Rabbim! Karun’un iftirasını sen bilirsin, gayret Senindir” der ve onun aleyhine duâ eder. O anda Hazreti Cibril gelerek, “Ya Mûsâ! Hazreti Allah, Karun’un helâki için yeri emrine âmâde kıldı” diye haber verir. Hazreti Mûsâ (as) kalkar ve doğruca Karun’un yanına gider. Karun mel’un, yüksek bir sedir üzerinde gurur ile oturmaktadır. Hazreti Mûsâ (as) asâsını yere vurur ve “Yut!” diye yere işaret eder. O anda yer, Karun’un sedirini yutar ve mel’un üzerinden sıçrar. Tekrar “Ya arz, yut!” diye emredince, Karun’u dizlerine kadar yutar. Karun “Aman ya Mûsâ!” diye yalvarmaya başlar. Fakat Hazreti Mûsâ asla iltifat etmez. Tekrar “Ya arz, yut!” deyince, yer Karun’u ve kendisine tâbi olanları bütün mal ve evlâdı ile beraber yutuverir.

Başka bir rivâyette de, Hazreti Mûsâ’ya o iftirayı edip dört bin adamı ile beraber sahraya çıkmıştır Karun. Hazreti Mûsâ’nın (as), mel’unu yakalaması için yere emretmesiyle yer bir anda hepsini yutar.

Allah-u Teâlâ Hazretleri, “Ya Mûsâ! Karun ve adamları senden dört defa yardım istediler. Kabul ve affetmedin. Eğer Ben Azîmü’ş-Şân’a bir kere ‘Aman Ya Rabbi’ demiş olsalardı hepsini affederdim” buyurur. Bunun üzerine Ben-i İsrail arasında, hâşâ Hazreti Mûsâ’nın Karun’un hazînelerine tamah ederek onu yere geçirdiğine dair lakırdılar ettikleri için Hazreti Mûsâ (as), yere tekrar “Yut!” diye emredince, bu defa yer, Karun’un bütün mal ve hazînelerini de yutar. Böylelikle Karun da Firavun ve Haman gibi helâke uğrayanlardan olmuştur.

“Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (yıkıma uğrattık). Andolsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azaptan kurtulup) geçecek değillerdi.” (Ankebût, 39)

Ehl-i işaret, “Karun’un helâkine sebep üç şeydir” demiş, “Biri dünya sevgisi, ikincisi emr-i İlâhîye muhalefetle zekâtı vermemesi, üçüncüsü de Hazreti Mûsâ’ya (as) iftira etmiş olmasıdır”.