İnsanın en gerçek hikâyesi

Göç, tüm toplumların geçmiş ve bugününde öyle gerçek ve öyle canlı bir durumudur ki… Fakat hiçbir millet, göçü bizim kadar içselleştirip duygu dünyasının olanca yükünü bu gerçeğin üzerine yüklememiştir. Bizim toplumumuzda evlilikler dahi göçün prototipi hâline dönüşmüştür.

GÖÇ; insanlığın varoluş manifestosu, bilinen tüm gerçeklerin aksine varlık âleminin en gerçek hikâyesi...

Zamanın işleyen çarkı göçün dişlileri arasında kurgulanmış; mekânın niteliği göç eyleminin vücut bulmasıyla belirlenmiş, statik hâlden dinamik hâle evrilmiş ve diri kalmıştır.

Göçün tarihi eşittir insanlığın tarihi ki insanlık tarihiyle göç aynı noktadan başlamış. Ki göç, insanın varlığıyla paralel bir yol kat edip insanla girift bir hâlde akışını sürdürecektir.

“Göç”, kelime anlamıyla “siyâsî, ekonomik ve de coğrafî özelliklerden dolayı insan guruplarının yer değiştirmesi” olarak tanım bulmuştur. Elbette reel anlamda doğru ve ispatlanabilir bir ifadedir fakat göç eyleminin tanımına ek olarak insanın üzerindeki etki, değişim ve dönüşümü de ilâve edip analizini yaparsak, hem ihya etmekteki etkisini, hem de dramındaki payını çok daha iyi okumuş oluruz.

Kelime olarak kulağa çarpınca “toplanma, yüklenme, bağ durduğun nesnelerden dahi kopuşu” çağrıştıran bir hareket hissi uyandırır zihinlerde. İki kanallı, iki sonuçlu bir harekettir göç. Sebepleri ve yaşanma süreci, sonuçlarını belirleyici noktada büyük önem taşır bana göre.

İlk göç ilk insanla, Hazreti Âdem ve Hazreti Havva ile yani insanlığın başlangıcıyla zamanda ve mekânda yerini almıştır. Cennet’ten dünyaya indirilişimizde göç, insanın ilk eylemi, insan için zamanın başlangıcı, mekânın aktif olarak kullanımında kuvvet etkisi yapmıştır. Koskoca kâinatın anlam bulması, yaratılış maksadının işler hâle gelmesi, zaman, mekân ve olayların entegre olmasını, insanın dünyaya olan göçünü başlatmıştır.

Cennet’ten başlayan göçle yalnızca maddî beden değil, var edilişimizdeki gaye, bu gayeyi aktifleştirecek sorumluluklar ve daha da önemlisi Bezm-i Elest’teki (Elest Meclisi) vaadimizin yüküyle düştü göç yollarına. Bu yük nesnel değildi belki fakat mesuliyetlerin kul olmaktaki gömleğini giyinmek için gayret yüküydü sırtımızda olanlar. Buradan başladı göçün hikâyesi ve hiç aksamadan, zaman ve mekân gözetmeden aktif bir sirkülasyonla devam etti dünyanın bağrında. Aslında her canlı bu komutu bekleyen mülteci bir ruhla yaşadı ömür sermayesini. Bu eylemden kimlikler değiştirdi, kimlikler edindi göçün üzerindeki rolüyle. Irklar oluştu, sınırlar çizildi dünyada. Ya da ırklar yok edildi, sınırlar bozuldu amaçlar uğruna...

İnsanı konuşurken, mekân, onun için asla sabit olmamıştır zamanın akışında. Bir döngünün içinde, olayların sebep teşkil ettiği aktif bir kurgunun merkezinde mekânını belirler kendine. Bundandır ki, her birimiz sohbetlerde atalarımızın, köklerimizin merakını yaşarken, “Falan yerden şuraya, oradan da buraya göç etmişiz” şeklinde sürükleriz cümleleri bir göç hikâyesinin bağrına. Niye sorarız, onu da bilmem; nihayet hepimizin anavatanı çıkar Cennet yurduna…

Göç öyle bir eylemdir ki, hem çok eski, hem çok yeni; hem tarihin çok derinlerinde, hem de bugünün tam merkezinde… Dinamik, aktif ve en gerçek. İnsan göçün kuvvetli etkisiyle ırkı, dili, kültürü, sınırları, hatta din tercihlerini oluştururken, dünya da şekillenmek için bu durumdan payına düşeni almıştır. Örneğin Kavimler Göçü, Asya’daki bazı kavimlerin toplu hâlde Avrupa kıtasına yaptıkları iki aşamalı göçle yüzyıllardır hâkimiyetini sürdüren Roma İmparatorluğu’nu önce Doğu ve Batı Roma olmak üzere ikiye bölmüş, ardından da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olmuştur. Feodal yapının oluşması, Hıristiyanlığın hızla yayılması ve Avrupa’nın etnik yapısının değişmesi gibi dönüşümüne de start etkisi yapmıştır. Çoğu Avrupa halkının atalarının bu göçün sonuçlarına göre belirlendiği de bilgiler arasındadır. Bu şekildeki hareketler, göçün tanımıyla uyuşuyor olsa da, göçün ruhunu ve duygusunu olayın içerisine eklemezsek yapay bir hareket olarak kalır sadece elimizde. Hikmeti, nimeti, külfeti ve zahmeti taşır omuzlarında göç ve biz, insanı ya da insanlığı işte bu perspektiften yorumlar, anlamlandırır, tarihini yazarız.

Bazen bir göçün üzerinden yeniliklere, umutlara sıvazlar kollarını yürekler. Değişen ve dönüşen dünyada sanayileşmenin hâkim olmasıyla topraktan yüzünü çevirenler, modern hayatın olanaklarına talip olanlar büyük kentlerin yolunu tutmuş hâlde umudun yolculuğunu yapanlar, akıp giden zaman içinde kazanılanların yanında yitip gidenlerle ancak yüzleşebilmişlerdir. Nice haneye ıstırap, nice umuda hayâl kırıklıkları düşüren ekonomi temelli göçler özellikle başka ülkelere yapıldığında ailenin korunması, kültürün muhafazası gibi hazin ve onarılamaz yaralar bırakmıştır ardında.

1960’lı yıllarda Almanya’nın “vasıfsız işçi” talebi üzerine devletler arası imzalanan anlaşmada Türk işçiler, daha müreffeh bir hayat için düştüler göç yollarına. Ailelerini memlekette bırakanlar, bir muammanın ve ödenecek ağır bedelin yollarını kat ediyorlardı yüreklerinde koskoca umutlarla. Fakat ilerleyen yıllar içinde Adolf Hitler’in aşırı ırkçı misyonunu yüklenen neo-Nazilerin Türklere karşı örgütlü saldırıları, ev kundaklamaları ve canice işlenen cinayetler hayâllerin üzerine vahşet ve barbarlığın adını yazıyordu adeta. “Almanya acı vatan” cümlesi bu göçün “motto”su olup, “beklenen” ile “bulunanın” en vurucu özeti niteliğini taşımıştır yıllarca.

Göç, bazen de geniş ufuklara açılan bir kapı görevi üstlenir üzerine. Amacı doğru merkeze yükleyip, misyonunu kuşanıp adımlarını istikâmet üzere attığında, açtığın kapılar, açılacak nice kapının ilk kilidi niteliğini taşır. Türklerin 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya göçü bizleri kıtalar ötesine ulaştırmış, imar ve iskân edilen topraklar, kurulan adil düzenler, ilim ve bilim alanında yapılan muazzam çalışmalar tarihin yazılımında bir başlık niteliği taşımıştır.

Göç, tüm toplumların geçmiş ve bugününde öyle gerçek ve öyle canlı bir durumudur ki… Fakat hiçbir millet, göçü bizim kadar içselleştirip duygu dünyasının olanca yükünü bu gerçeğin üzerine yüklememiştir. Bizim toplumumuzda evlilikler dahi göçün prototipi hâline dönüşmüştür. “Evlat göçürmek” diye bir tanım bulmuştur evlilikler. Neticede her ayrılık, her kopuş bir göç duygusu, göçün panoramik görüntüsü değil midir?

Şimdiden tarih sayfalarında yerini almış ve üzerine birçok sosyolojik ve psikolojik tahlilin yerleştirildiği Orta Doğu halklarının göçündeki acının ve zulmün manzaralarını başkalarının kaleminden değil, kendi gözlerimizin seyir balkonundan canlı tanıklar olarak izliyoruz ne yazık ki. Aklımıza dikenli teller, çamur deryası içinde küçücük boylarıyla kaybolan çocuklar, hayatta kalma mücadelesi verenlere kör zihniyetlerin attığı çelmeler, denizlerde ölüme kürek çeken umut yolcuları, çöp konteynerlerinde yaşam arayanların bitkin ve bîçare bakışlarıyla göçün bir ayaz kadar sert, bir ateş kadar yakıcı hâllerini sahne sahne seyrettiriyor dünyaya.

Her canlı, bir göçmen kimliğiyle varlık bulmuşken, bu gerçekten payına düşen kısmı miktarınca pratiğini yapıyor bu âlemde. Her göç birilerinin dramını sahneliyor olsa da bu seyre koyulanların izlediklerinden yaptıkları çıkarım ise konuyu ne kadar içselleştirdiğiyle doğrudan ilintili olan yanı.

Bir gün oyun bitecek, perdeler kapanacak ve bize ne anladığımız sorulacak. Umarım içeriğini kavrar ve bakmak ile görmek arasındaki yanılgıya düşmeden cevaplayabiliriz tüm soruları...