İnsanî yaratıcılık ve bilim

Burada “bilgiye ulaşma” veya “bilgiye erişim” gibi pasif bir eylemden söz etmiyoruz; doğada birbirinden ilişkisiz ve ayrı gibi görünen nesne ve olaylar arasındaki ilişkilerin bulunuşundan, bunların daha büyük bir sistem içinde birleştirilmesinden, yani aklın yüksek düzeyde “bilgi üretme” eyleminden söz ediyoruz. İşte bunun adı “insanî yaratıcılık”tır. Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, meleklerin evrendeki nesne ve olayları inceleyerek onlara isimler verme, yeni kavramlar üretme, bilim kültürü oluşturma gibi bir “yaratıcılık” sergilemeleri mümkün değildir.

“ALLAH, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, ‘Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. Melekler, ‘Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan Sensin’ dediler.” (Bakara, 31-32)

Müslüman bir bilim adamı, Allah’ın evreni sonsuz kudreti ile yoktan var ettiğine, hiçbir şeyi boş yere ve amaçsız yaratmadığına, yaratmanın kesintisiz devam ettiğine, yasalarında değişiklik yapmadan doğadaki olayları sürekli kıldığına ve hiçbir şeyi kontrolsüz bırakmadığına kesin olarak inanır. Sonsuz irade ve yaratma gücü Allah’a aittir. Yaratılmış hiçbir varlıkta böyle bir kudret yoktur. Allah, yeryüzünde sadece insana cüz’î irade ve bu irade kapsamında “insanî bir yaratma gücü” vermiştir; yani insana bir ruh üflemiştir. Yani “insanî yaratıcılık”, insanın cüz’î iradesi içinde Allah’ın bahşettiği en önemli özelliğidir. İnsanoğlu, sahip olduğu bu cüz’î iradesini biyolojik, zihinsel (akıl, zekâ) ve ruhanî donanımlarıyla birlikte kullanarak yeryüzünü idare etmeye çalışmaktadır. Allah insanı evrende edilgen ve aciz bir varlık olarak değil, verili donanımlarıyla evrenin yaratılış yasalarını ve sırlarını keşfetmesi için etken (aktif) bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan, bu verili donanımlarının farkına varmaz ve kendini edilgen bir varlık derecesine düşürürse, işte o zaman yaratılış gayesi doğrultusunda hareket etmemiş olur. İnsanın yeryüzünde yapacağı en hayırlı iş, insanî yaratıcılığını kullanarak bilim yapma sürecine girmesidir. İnsanın dışında hiçbir varlık “Ben kimim?”, “Niçin varım?”, “Evrendeki yerim ve varoluş gayem nedir?”, “Evren nasıl ve niçin yaratıldı?” sorularını kendine soramaz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu soruları sorabilecek donanımları olmadığı için soramaz.

Allah, aklını ve “insanî yaratıcılık” vasfını doğru kullanan, şirkten uzak olan âlimleri sever ve onların yollarını açar. Bunlar tefekkür eden, sorumluluk bilinci yüksek olan ve evrenin sırlarını çözmek için eyleme geçen insanlardır. Allah’tan en çok korkanlar da “Allah’ın yasalarını keşfetme sürecine girmiş[i] olan âlimlerdir. İlâhî bilgi sadece vahiy olarak gönderilen kelimelerden ibaret değildir; evrendeki her nesne ve o nesnelerde katmanlar hâlinde gizlenmiş ve Allah’ı hatırlatan her bilgi ve olay da buna dâhildir. Peygamberimiz bu gerçeğin çekiciliğini, “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster” yakarışıyla aksettirmiştir. Ayrıca “İlim, kadın ve erkek her Müslüman’a farzdır” sözü de Peygamberimizin Müslüman bilim adamlarına bıraktığı önemli bir mirastır.


Allah, Kur’an’ın 700’den fazla yerinde evrenin yaratılışı, yapısı ve işleyişi üzerinde tefekkür edilmesini istemekte ve her Müslümana bilim yapma konusunda büyük sorumluluklar yüklemektedir.

Bazı bilim adamları, eğitimciler ve felsefecilere göre insanlar belirli bir bilgi ile doğarlar; yapılan iş, onu sadece zihin dünyasından çekip çıkarmaktan ibarettir.[ii] Bazı insanlar da, sanki bilginin evrende paketlenmiş durumda insan tarafından keşfedilmeyi beklediğini, insanın bu hazır bilgiyi bularak kullandığını sanmaktadır. Evreni bir “bilgi deposu”, insanı da bu depodaki hazır bilgiyi devşiren/derleyen edilgen bir varlık gibi görmek, “insan” denilen varlığı tanımamak demektir. Gerçekten de bu yaklaşım, yüksek düzeyde işleyen ve tefekkür eden insan aklını ve Allah’ın insana en büyük bağışı olan “insanî yaratıcılık” vasfını yok saymaktadır. Elbette evrende var olanların araştırılıp bulunması da az bir şey değildir; ama bu, daha çok edilgen bir insan ve edilgen bir akıl tanımına uymaktadır.

Edilgen insan tasviri, Allah’ın Kur’an’da yeryüzüne “halife” kıldığı insan tasviri ile örtüşmemektedir. “İnsanî yaratıcılık”, insanın evrende edilgen ve aciz bir varlık olarak değil, etken bir varlık olarak öne çıkmasını sağlayan önemli bir özelliğidir. İnsan bu dünyaya “biyolojik”, “zihinsel” ve “ruhsal” donanımlarla gelir; bu donanımlarını kullanarak hem zihin kaynaklarından, hem de yakın çevresi ve evrendeki kaynaklardan buluşlar yapar. Bu bilgilerin birleştirilmesi, belli bir dilde kavramlaştırılması olmadan “insanî yaratma” fiili tamamlanmış sayılmaz. İnsan, evrendeki bütün yaratılmış varlıkları merak eder ve inceler. Bilimsel bilginin temelinde “insanî yaratıcılık” vardır. Yüzeysel bir bakışla, insan önce var olanı bulur; ama bu buluş “bilimsel bilgi” değildir. Bir buluşun bilimsel bilgi olabilmesi için insan zihninde ciddî bir işlemden geçmesi ve belli bir dilde kavramsallaştırılması gerekir.

Hiçbir alet, aletsel verilerden yeni kavramlar ve terimler üretemez; bunlar üretilmezse de bilim yapılmış olmaz. Oysa bilim adamını sıradan bir gözlemciden ayıran özellik, nesnel gözlemlerini “özgün” yorumlarla “bilimsel bilgi” formuna dönüştürmesi ve içi dolu yeni kavramlar ve terimler üretmesidir. 

İnsan, dış dünyadan yaptığı buluşları yeni kelime ve kavramlarla ifade ederek belli bir sistem içinde birleştirir ve insanî boyutta bir “yaratma” eylemi gerçekleştirir. Kısacası, “insanî yaratıcılık” dediğimiz şey, dış dünyadan yeni bilimsel bilgi üretmektir. Bu da yeni kelimeler ve yeni kavramlar üretmek anlamına gelir. Bunu -hâşâ- Allah’ın yaratma gücü ile eşdeğer tutmak mümkün değildir. İslâmî bir ıstılahla söylemek gerekirse, böyle bir iddiada bulunmak en büyük şirk olur. Zira hiçbir varlık, Allah’ın hem yoktan yaratma, hem de kendi yasaları ile benzeri olmayan “sürekli yaratma” fiilini gerçekleştiremez. “İnsanî yaratıcılık” ise, Allah’ın yarattığı evrende, Allah’ın yasaları çerçevesinde ve Allah’ın verdiği donanım ve ruhsatla insanî boyutta bir bilgi üretme eylemidir.

Dikkat edilirse, burada “bilgiye ulaşma” veya “bilgiye erişim” gibi pasif bir eylemden söz etmiyoruz; doğada birbirinden ilişkisiz ve ayrı gibi görünen nesne ve olaylar arasındaki ilişkilerin bulunuşundan, bunların daha büyük bir sistem içinde birleştirilmesinden, yani aklın yüksek düzeyde “bilgi üretme” eyleminden söz ediyoruz. İşte bunun adı “insanî yaratıcılık”tır. İnsan bu özelliği ile meleklerden daha üstün bir varlık olarak yaratılmıştır. Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, meleklerin evrendeki nesne ve olayları inceleyerek onlara isimler verme, yeni kavramlar üretme, bilim kültürü oluşturma gibi bir “yaratıcılık” sergilemeleri mümkün değildir.


Yaşama sevinci duymak

İnsanî yaratıcılıkla üretilen bir bilgi, diğer canlıların dünyasında ve değerlendirme sistemlerinde hiçbir anlam ifade etmez. Bu, sadece kendi türü tarafından kullanılabilen ve nesillere aktarılabilen bir bilgidir. Aslında, insanın dışındaki diğer canlılarda da yaşadıkları habitatların kaynaklarını kendi yararlarına kullanma yetenekleri vardır; ama bu yetenekler hiçbir zaman “insanî yaratıcılık” boyutunda değildir. Her canlı biyolojik donanımı ile yaşadığı habitatta yeni bir şeyler bulur ve kendi biyolojik donanımının sınırları içinde bir öğrenme süreci yaşar, ama buradan öteye gidemez.

Meselâ bazı boz ayılar, alabalıkların nehir kaynaklarına doğru göç ettikleri zamanda balık avına çıkar ve balıkların su yüzüne sıçramalarının olduğu bir akıntıda beklerler. Bal arısı, çeşitli çiçeklerden topladığı balözünü (usare), hiçbir fabrikanın yapamayacağı “bal” hâline dönüştürerek yine ince bir mimari ile yaptığı peteklerde depolar. Kovanın bulunduğu çevredeki çiçekli bitkileri keşfe çıkan arılar, kovana döndükleri zaman bu keşiften diğer arıları haberdar eder ve onlara “yol bilgisi” verir. Diğer arılar, verilen yol bilgisine göre kovandan çıkıp gittikleri zaman, çiçekleri elleriyle koymuş gibi bulurlar. Arı, biyolojik donanımına yüklenmiş bilgi doğrultusunda hareket eder ve onun dışına fazla çıkamaz. Hep aynı şeyi yapar; ama bu yaptığı işten müthiş bir yaşama sevinci duyduğu muhakkak... Yoksa bu işe devam eder mi hiç?

Bir canlının yaşama sevinci duyması için illâ da onun insan olması gerekmiyor. Burada verilen misallerde de görüldüğü gibi, bu canlılar önceden akletme, strateji, plânlama, tasarım, tefekkür ve irade gibi yeteneklerden mahrumdurlar.

Bütün canlıların biyolojik donanımlarına baktığımızda, farklılıkların ve benzerliklerin iç içe sergilendiğini görürüz. Biyolojik donanımlar temel yapı ve işleyiş bakımından benzerlik gösterseler de her canlıyı özgün bir biyolojik sistem olarak düşünmek gerekir. Böyle düşündüğümüzde, insandaki biyolojik, zihinsel ve ruhsal donanımlar bir bütündür, diğer canlılarda yoktur. Üstelik insan, bütün bunların üzerine bir de entelektüel bir donanım ekler. İnsanın kültür, bilim ve teknoloji adına yaptığı ne varsa, hemen hepsi insanî yaratıcılığının eseridir. İslâm dünyası, bu insani yaratıcılığı Orta Çağ’da bırakarak aklın en düşük düzeydeki pasif hâlini benimsemiş, bilim ve teknolojide geri kalmıştır. Bunun en ağır bedelini de medeniyetini kaybederek ödemiştir.

Müslüman bir insan, Allah’ın yarattığı evreni hayranlıkla seyretmekten büyük zevk alır, ama orada kalmaz. Allah’ın ondan istediği sadece bu değildir; “insanî yaratıcılığının” bilincine vararak evrenin sırlarını keşfetme, bilim ve teknoloji üretme, kendi problemlerini çözme konusunda eyleme geçmesidir.

Her ne kadar materyalist biyolog ve antropologlar insanın bütün yeteneklerini sadece biyolojik donanımdan ibaret görseler de, insanın biyolojik donanımın ötesinde “zihinsel” ve “ruhsal” donanımlarla da dünyaya geldiği inkâr edilemez. Elbette biyolojik donanım temel bir donanımdır ve birçok şey bunun üzerine inşa edilir; ama insan sadece biyolojik donanımla tanımlanamaz. İnsanın zihinsel ve ruhsal donanımı biyolojik donanımından ayrı düşünülemez. Yukarıda da ifade edildiği gibi, insanın biyolojik donanımı, diğer canlıların biyolojik donanımlarıyla benzerlik ve farklılıklar içerir. İnsanın diğer canlılardan ayrıldığı özelliği ise, zihinsel ve ruhsal donanımıdır. İnsanın biyolojik, zihinsel ve ruhsal donanımları bir sistem bütünlüğü içinde anlamlıdır. Bunlardan birinin olmaması, insanın da olmaması anlamına gelir. Yani insanın biyolojik donanımını çıkarıp yerine başka bir canlının (meselâ şempanze) donanımının monte edildiğini düşünelim, acaba böyle bir durumda insanın diğer donanımları işlev yapabilir mi?

Birçok insan, bilim adamlarını bilinmezlik okyanusundan gerçek olguları bulup çıkaran insanlar olarak görmüştür. Bilim için gözlem ve deneyin yeterli olduğu sanılmaktadır.

Konuya bilimsel öngörü ve “sistem düşüncesi” açısından baktığımızda bu mümkün görünmüyor. Meselâ bir şempanzeye insan beyni nakledilmiş olsa, bu şempanze tefekkür edebilir mi? Plânlama yapabilir mi? Evrendeki olaylar arasında ilişkiler kurabilir mi? Buluşlar gerçekleştirebilir mi? Bilimsel bilgi ve kavramlar üretebilir mi? Teknoloji geliştirebilir mi? Verbal dil kullanabilir mi? Yakın geleceğini ve sonunu düşünen bir varlık hâline gelebilir mi? Sanmıyorum... Çünkü insanın biyolojik sistemi, yine insana özgü milyonlarca alt sistemden meydana gelmiştir; başka bir türün biyolojik sistemi uyum sağlayamaz.

Bilim, varlık âleminde içkin (mündemiç) İlâhî sırları keşfetme ve anlama sürecidir. Varlığın özünde katmanlar hâlinde saklanan bilgiye ulaşmak kolay bir uğraş değildir. Yoğun bir çaba, sabır ve sebat ister. Bu meşakkatli ve zor yolda gerçeğin çekiciliği her şeyin önüne geçer. İşte bundan olsa gerek, insan bilim yaparken her türlü sıkıntıyı unutur. Bilim adamı, adanmışlık derecesinde bir gerçek arayıcısıdır. Belli bir dereceye kadar, görünenlerin ötesini gören insandır. Olayları nüfuz edici bir bakışla gözlemler, deney düzenekleri kurar, veriler toplar ve sonuçta bilimsel bilgi üretir. İnsan olarak bu çabayı takdir etmemek mümkün değildir. Bilimsel bilgiler, bir de toplumun günlük hayatını kolaylaştıran teknolojiye dönüştürülürse bundan daha iyi ne olabilir ki?

Hiç şüphesiz, bilim adamını sadece teknolojinin altyapısı için bilimsel bilgi üreten bir kişi olarak görmek çok yanlıştır. Bilimsel bilgi teknolojiye mâl olduktan sonra bilimin malı olmaktan çıkar. Bilimin ruhu tefekkürdür; tefekkür ve felsefenin olmadığı yerde bilim de olmaz. Eğer “bilim” denilen şey yöntemden ibaret basit bir şey olsaydı, standart bilimsel yöntemleri kullanarak problem çözen her teknisyene “bilim adamı” denirdi. Ama durum böyle değildir.

Bulguyu insanî bilgiye dönüştürmek

Vahyin aydınlattığı akılla tefekkür eden insan, bilim yaparken attığı her adımda Allah’ın varlığını ve kudretini derinden idrak eder. Bilimi teknisyenlik boyutuna indirgeyenler ise işin sadece metodolojik ve görünen kısmıyla ilgilenirler. İnsan, Allah’ın yarattığı evrende, Allah’ın verdiği donanımlarla ve Allah’ın yasalarının güvencesi altında bilim yaptığını unutursa, sadece bu dünya için bilim yapmış olur. Tabiî karşılığını da bu dünyada alır. Bilim adamı “kâfir” bile olsa, Allah onun emeğinin karşılığını verir. Kur’an’da, “Bilsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” ayeti, bunun en açık delilidir (53:39). Burada Müslüman ve kâfir ayırımı yapılmamıştır.

Günümüzün temel bilim laboratuvarları, çok ileri düzeyde hassas analizler ve görüntüleme yapan ileri teknoloji ürünü aletlerle donatılmışlardır. Bilgisayar destekli bu aletler araştırmacıların işlerini çok kolaylaştırmaktadır. Gerçekten de, böyle bir laboratuvarda araştırmacının yapacağı iş, sadece inceleyeceği numuneyi belli standartlarda hazırlayarak alete yerleştirmektir. Bazı laboratuvar aletleri anlaşılabilir veri analizleri yaparken, bazıları da objenin iç yapısal durumunu görüntüleyebilmektedir. Son tahlilde, işin büyük bir kısmı alet ve cihazlar yardımıyla yapılsa bile, buna “bilimsel bilgi” demek mümkün değildir. Verilerin yorumu ve bilimsel bilgiye dönüştürülmesi için yine de insanî yaratıcılığın devreye girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, her türlü verinin insan zihninde belli bir işlemden geçirilmesi gerekmektedir. Tabir caizse, alet bilgisi insanî bilgiye dönüştürülmeden bilimsel bilgi hâline gelmez. Bilim adamının çapı, derinliği ve insanî yaratıcılığı da bu aşamada ortaya çıkar.

Hiçbir alet, aletsel verilerden yeni kavramlar ve terimler üretemez; bunlar üretilmezse de bilim yapılmış olmaz. Oysa bilim adamını sıradan bir gözlemciden ayıran özellik, nesnel gözlemlerini “özgün” yorumlarla “bilimsel bilgi” formuna dönüştürmesi ve içi dolu yeni kavramlar ve terimler üretmesidir. Yani bilimsel bilgi; gözlemsel, deneysel ve aletsel verilerin bir de insan zihninden geçirilerek yorumlanmasından başka bir şey değildir. Bu ise, Allah’ın önemli bir bağışı olan insanî yaratıcılığın ta kendisidir!

Birçok insan, bilim adamlarını bilinmezlik okyanusundan gerçek olguları bulup çıkaran insanlar olarak görmüştür. Bilim için gözlem ve deneyin yeterli olduğu sanılmaktadır. Tabiî ki gözlem ve deney, özellikle temel bilimlerde işin ilk basamağını oluşturur; ama “bilim yapmak” bundan ibaret değildir. Yeni bilgi üretmek, bazen birbirinden ayrı ve ilişkisiz gibi görünen olaylar arasında bağlantılar kurmayı, bazen de birbiriyle bütünleşmiş gibi görünen olayları ayırt etmeyi gerektirir. Birincisine “terkip” veya “sentez”, ikincisine ise “tahlil” veya “çözümleme” diyoruz. Hiç şüphe yok ki, bütün bunlar dikkatli, titiz ve birikimli bir gözlemcinin yapabileceği şeylerdir.

Son tahlilde insan, insanî yaratıcılığını harekete geçirmeden, elini taşın altına koymadan bilim yapamaz.

 


[i] Bu ifade, Prof. Dr. Hikmet Akgül’ün “Medeniyet ve Doğal Dünya Düzeni” adlı kitapçığından alınmış ödüğnç ve güzel bir ifadedir.

[ii] Magee Bryan (2000). Büyük filozoflar: Platon’dan Wittgenstein’a Batı felsefesi. Paradigma, İstanbul