
TOPLUMLARIN genel kültürünü şekillendiren en büyük dinamiğin din/inanç olduğu gerçeği malûmdur. Bireylerin inandıkları prensiplerle yaşamak için gösterdiği çaba, yönetimleri harekete geçirir.
İbadetler mabetlerin inşâsını, emir ve yasaklar toplumsal davranış modellerini, giyim, yeme ve içme tercihleri ise arz ve talebi belirler. Ve o toplumun yöneticileri bu taleplerin gereğini gerek yasalar, gerek haklar çerçevesinde tesis ederler. Kutsal gün ve geceler, millî bayramlar ve tarihî zaferlerin kutlanması kabulünü gerçekleştiren yönetimler, toplumları aynı bilinç ve birliktelikle bir araya getirirler.
Biliriz ki, Müslümanların camilerde, Hıristiyanların kiliselerde, Yahudilerin sinagoglarda, putperestlerin tapınaklarda ibadet etmeleri şehirlerin siluetine inanç motiflerini aksettirir ve yerleşkeler bu mabetlerin barındırdığı değerlerle bir ruh yahut ruhsuzluk kazanırlar. Yine bu mabetlerde yetkili din adamları hem civarındaki halkların davranış modellerine öğretiler sunar, hem de dünyaya inanç kimliğine dair prensip ve hakların korunmasına dair hak taleplerini oluştururlar. Buna Batı/l, “inanç özgürlüğü” der.
Meselâ Müslümanlar için “Besmelesiz” kesilmiş hayvanların eti haramdır. Hıristiyanlar için domuz eti yasak değildir. Yahudiler ise kaşerut kurallarınca dinen yenmesi ve içilmesinde sakınca olmayan koşer ürünlerini tercih ederler.
Müslüman bir hanımefendinin tesettür kabulleri vardır. Yahudi inancında da Musevî kadınların saçlarını ya örtmeleri, ya peruk takmaları yahut saçlarını kazıtmaları gerekir. Hıristiyan kadınların böyle bir mesuliyet taşımadıkları malûmumuzdur.
Bâtıl tekdir ya hani, Hıristiyanların Ortodoksu, Katoliği, Protestanı, Evanjelisti; Yahudilerin Aşkenazları, Sefaradları ve de paganların cemi cümlesiyle Haçlı ordularını kurarak İslâm düşmanlığında birleşmesi, “uluslararası din özgürlüğü” yasalarıyla bir hak iken, İslâm müntesibi Müslümanların hakları koruma altına alınmaz.
Bu taraflı hak dağılımının tutarsızlığını yerle bir edecek insanları inançlarıyla yargılamadan rol model olarak, tavsiye esaslı bir ahlâkî duruşla tüm insanlığın saadetini temin ve tesis edecek yegâne ve son din, İslâm’dır. Ve İslâm dini, Müslümanların yekvücut olmasıyla tüm insanlığın hakkını koruyarak, taciz ve tecavüzlerden men edilmiş bir ümmet bilinciyle evrensel huzuru tesis etmeyi garantiler.
Örnekler arttırılabilir. Ancak muradım dinlerin barındırdığı emir ve yasaklardan söz etmekten ziyade, din dinamiğinin, siyasallaştırılmadığında toplumlar için bütünleştirici, birleştirici ve aynı değerlerle aidiyet ve sahiplik kabullerini geliştirici oluşunun altını çizmektir. İnançlar çerçevesinde tüm dünyada insanlık inanç merkezli bir duruşla hak talebinde bulunma ve haksızlığa meydan okuma hakkına sahip olduğunu (zanneder) iddia edebilir. Dünya yasalarını dizayn eden Batı/l böyle söyler çünkü. Her girdiği coğrafyaya demokrasi getirerek eşitliği sağlayacağını ve insan haklarını iyileştirerek müreffeh bir yaşama eriştireceğini iddia eder ama ardında ölüm bilançoları, tarumar edilmiş şehirler, talan edilmiş evler ve kan ile sulanmış topraklar bırakarak alacağını alıp alamadığından vazgeçerek çekip gider.
Güya insan merkezli yasaları oluşturan, uluslararası hak ve hukuk tellallığı yapan örgütlerse yukarıda belirttiğim din merkezli tarafgirliği ile dünyaya hiçbir zaman adil bir çözüm üretmemişlerdir. Çünkü iki taraf vardır; biri Haçlılar, diğeri Müslümanlar. Ve tüm örgütler Haçlı zihniyeti ile dünya menfaatleri dairesinde yasalar koymuşlardır. İslâm dininin hem ferdî, hem içtimaî, hem dünyevî, hem uhrevî yasaları mânâdan ve uhrevî imandan yoksun Haçlı zihniyetine sahip olanlar için bir engel teşkil ettiğinden, yaptıkları her yasadan sadece kendileri yararlanabilirler.
Meselâ biz neden hiç UNICEF’in çocukların açlıktan ölümüne “Dur” demek için gittiği Afrika ülkelerinde şişman bir çocuk göremedik. Biz neden AİHM’nin son yüzyılda Müslüman ülkelere yapılan dayatmalara karşı Müslüman bireylerin dinî vecibelerini yerine getirme haklarını savunduğunu, müdahale edenlere müdahale ettiğini göremedik? Neden son yüzyılda gerçekleşen savaşlarda BM askerlerinin gözlemi ve garantörlüğü varken “soykırım” tespiti ile işgaller ve ilhaklar durdurulamadı? Çünkü inançları kutlu bir kaynaktan değil, insan eli ile oluşturulmuş menfaatperest prensipler barındıran muharref kitaplarından besleniyorlar.
Dünyanın hâkimi olma ihtiraslarının formülü; “insanı insana taptırarak insanlıktan çıkarmak” ve bunun yanında mânâdan yoksun, İlâhî adaletten mahrum, sanayileştirilmiş bir insanlığı, şalteri indirince iptal edebileceği birer nesneye dönüştürerek dünyayı ölünceye kadar sömürüp gelecek nesillerine aktarmak.
Bu yüzeysel tespit malûmumuz aslında. Ancak yeniden hatırlamakta fayda buluyor ve dünya insanlarının amentüsünü çalan Haçlı yasalarına meydan okuma iradesinin ve yegâne çözümün Müslümanlardan geleceğine dikkat çekmek diliyorum. İş ki, eksiğimiz -hâşâ- ne Dinimizde, ne de Kitabımızda. Kusurlu inanışlarımızla ümmet olamayışımızda eksik.
İnananlar için Kitabımızdan süzülmüş formül şu: Tevhidu’l-kulûb (kalplerin birleştirilmesi), tevhid-i efkâr (fikirlerin birleştirilmesi) ve tevhid-i ef’âl (hâl ve tavrımızın birleştirilmesi).
Dergimizin bu sayısını böylesi bir seyirle, “kalbe atılan mânâ köklerinin sağlamlaştırılması” gerekliliğine inanarak hazırladık ve huzurunuza sunduk. Hep birlikte müstefidi olmak dileği ile hoşnut kalınız efendim!