İŞTE
bütün mesele bu! Anlam ve anlamak… Hele konu “insanı anlamak” olursa, dünyanın
en zor, en karmaşık, en çetrefilli soru ve sorunuyla karşı karşıyasınız
demektir.
Kavramlar
“Anlam”
ve “anlamak” kavramları, belki de “yaratılış” süreçlerinin iki mihenk taşı ya
da ontolojik olarak varlığın varoluşsal serüveninin stratejik olarak iki yapıtaşıdır.
Bu iki kavram, varlığın var olmasında olmazsa olmaz derecede ve değerde iki
önemli kavramdır.
“Anlam”
kavramı, Allah’ın varlığı yaratmadaki maksadı ve muradıyla ilgilidir. Çünkü
Allah, amaçsız ve anlamsız hiçbir şey yaratmaz. İstisnasız her varlığın
yaratılması bir anlam ve hikmete mebnidir. Bu bağlamda “anlam” kavramı, her
varlık için geçerli olan stratejik bir kavramdır.
“Anlamak”
kavramı ise, varlıklar içinde insana dair ve insana has olan bir kavramdır.
Çünkü “insan” denilen varlık, son derece akıllı ve zeki bir varlıktır. İsterse
-ki Allah istemesini diliyor- kendisinde var olan veya var edilmiş olan bu
muazzam kapasite ve potansiyeli kullanarak, varlığın var edilişinin hikmetini
anlayabilir ve eşyanın (varlığın) tabiatına nüfuz edebilir. O zaman varlığın
var edilişinin sırrını çözebilir ve böylece varlığın yaratılışının künhüne
vâkıf olabilir. Zâten kendisinden istenen ve beklenen de bu değil midir? İşte o
zaman insan, kâmil mânâda bir insan olabilir. Yoksa ne kadar yaşamış ya da ne kadar
kitap okumuş olursa olsun, maalesef, “kitap yüklü merkep” olma konumundan
kurtulamaz.
İnsanı
anlamak konusu
Varlıklar
içerisinde insanı anlamak konusu, belki de târihin en eski ve en zor
meselelerinden bir tanesidir. Çünkü -yukarıda da ifâde etmeye çalıştığım gibi-
insan; akıllı, zeki, iradeli, tercih yapabilen, hâlden hâle geçebilen, çoğu
zaman olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olamayan, hevâ ve heves sahibi,
kibirli, hırslı, bozguncu, açgözlü, aceleci, yalancı, çıkarcı, kıskanç, nankör,
kinci, intikamcı, kan dökücü, dedikoducu, iftiracı, fitneci, vefasız, iyilik
bilmeyen, kendisine yapılan iyiliklere teşekkür etmeyen ve bunları çok çabuk
unutan, gösteriş meraklısı ve budalası, güç tutkunu ve güce tapan, dostunu
hemen satan, çabucak ihânet eden, ahlâksız, terbiyesiz, saygısız, para ve
maddiyat düşkünü, mevki ve mâkâmları putlaştıran, Firavunlaşmaya ve Karunlaşmaya
meyyâl olan bir varlıktır. İşte çoğu insanın hayatı boyunca biriktirdiği suflî
sermaye bunlardır! Güzel hasletlere sahip olan pek az insan, tabiî ki bunlardan
müstesnadır.
Aslında
Allah Zü’l-Celâl, insanoğlunu “ahsen-i takvîm” üzere yarattı. Yani “en güzel
kıvamda”… İnsanoğlunun özünde, fıtratında ve cevherinde var olan bu “en güzel
kıvam”ın hayat boyu sürebilmesi için de bir şart koştu. Bu şart, “îman edip
sâlih amel” işlemek idi. Yani Allah’ı tanımak, tek’liğini kabullenmek, yaratıcı
olduğuna inanmak, insanlara ve insanlığa faydalı işler yapmak… Eğer bunların
aksi olursa, işte o zaman işler tersine döner, insanoğlu “esfel-i sâfilîn” mertebesine
iner ve “Bel hum adel” olmaktan kurtulamaz. Yani aşağıların aşağısına, hayvanlardan
daha aşağı bir mertebeye inmek kaçınılmaz olur.
İşte
insanoğlu bu iki kutup arasında sürekli olarak gelgitler yapar. Kimi zaman
kimisi, piramidin en tepesinde yer alır ve oraya tutunarak oradan düşmemek ve
zirveden kopmamak için nice fedakârlık yaparak elinden geleni yapar; kimisi de
piramidin en altında yer alır ve yukarılara tırmanmak için hiçbir gayret
göstermez, debelendikçe debelenir, battıkça batar. Onun için insanoğlunu
anlamak hiç de kolay değildir. Kendisine has bahçeden ve güller ülkesinden misk-i
amber kokulu nice güller sunulur, o ise bunları elinin tersiyle iter. Bal arısı
misâli, binbir çeşit çiçeğe konup onların özünden dünyanın en şifalı ürününü
üreteceğine, eşek arısı olmayı tercih ederek pisliklerin üzerine konar ve
sürekli tüketerek başkalarının sırtından asalakça ve şerefsizce (sözüm
meclisten dışarı) geçinir.
Şâir
diyor ya, “İnsan bu, su misâli kıvrım kıvrım akar ya;/ Bir yanda akan benim,
öbür yanda Sakarya./ Su iner yokuşlardan hep basamak basamak,/ Benimse alın
yazım, yokuşlarda susamak./ Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir…/ Oluklar
çift; birinden nur akar, birinden kir” (N. F. Kısakürek, Sakarya Türküsü)… Evet,
insana dair oluklar çift: Birinden nur akar, birinden kir...
Kısa
bir hikâye
Bir
gün bir yılan ile bir tilki nehrin bu yakasında karşılaşmışlar. Belli ki, ikisinin
de amacı nehrin karşı yakasına geçmekmiş. Yılan, tilkiye şöyle bir teklifte
bulunuyor ve diyor ki, “Bak tilki kardeş! Belli ki, ikimizin de amacı karşı
sahile vâsıl olmak. Madem öyle, neden böyle ikimiz de ayrı ayrı kulaç atarak
yüzelim ki? Sen cüsse olarak benden irisin. Gel, ben senin sırtına bineyim,
şöyle muhabbet ede ede, âheste âheste karşı sahile vâsıl olalım”. Bu teklif
üzerine tilki şöyle bir düşünüyor; tavşan gibi hemen kabûl etmiyor, ölçüyor,
biçiyor, “Acaba bunun altından bir Çapanoğlu çıkar mı?” diye bakıyor ve nece
sonra yılana sesleniyor: “İyi de yılan kardeş, sen bir yılansın. Nehrin
ortasına geldiğimizde ya beni sokarsan, n’olacak o zaman hâl-i pürmelâlimiz?”
Bunun
üzerine yılan kah kah gülüyor ve tilkiye şöyle bir cevap veriyor: “Şu
düşündüğün şeye bak tilki kardeş! Ben nehrin ortasında böyle târihî bir hatayı
hiç yapar mıyım? Çünkü ikimiz de boğulur gideriz, Allah korusun!”
Yılanın
bu “mantıksal analojisini” doğru bulan tilki, “Tamam öyleyse, haydi atla
sırtıma da bir an önce yolumuza revan olalım!” diyor. Derken, az gidiyorlar, uz
gidiyorlar, nice coşkun dalgayı aşıyor ve en nihâyetinde karşı sahile vâsıl
oluyorlar. Kumsala çıktıklarında tilki bekliyor ki, yılan sırtından insin ve
herkes yoluna revan olsun. Ama nerede? Yılanda keyf keka... Oralı bile olmuyor.
Nece sonra tilki, yılana sesleniyor: “Yılan kardeş! Yılan kardeş! Haydi insene,
geldik işte kumsala…”
Yılan,
“Öyle mi? Tamam öyleyse, hemen iniyorum” diyor. Diyor, diyor ama bunu diyen, “yılan”.
Yılan, yılanlığını yapmadan hiç durabilir mi? Hemen niyeti bozuyor ve inerken
tilkiyi sokmaya karar veriyor. Ancak karşısındaki de tilki! Kurnaz mı kurnaz,
uyanık mı uyanık, her an tetikte. Seziyor yılanın bir yılanlık yapacağını.
Yılan sağılıp tam sokacakken tilkiyi, tilki kendisinden önce davranıp açıyor
uzun ağzını, yakalıyor yılanın başını ve başlıyor garç gurç ezmeye.
Yılanı
öldürdükten sonra bırakıyor kumsalın üzerine tilki. Ama yılan bu, eğri büğrü
düşüyor kumsalın üzerine. Sonra onu alıyor, şöyle bir ip gibi dosdoğru
düzelttikten sonra başlıyor başucunda kısa bir târihî nutuk irad etmeye: “Bak
yılan kardeş! Ben, arkadaşın da, dostun da eğri büğrü olmasından hazzetmem.
Ben, arkadaşımın da, dostumun da böyle dosdoğru olmasından hoşlanırım!” Ve
çekip gidiyor…
İşte
çoğu insan, böyle yılan gibi eğri büğrüdür. Yılanları belki düzeltebilirsin ama
insanları düzeltmek bir hayli zordur. Büyük emek ve çaba ister. Buna rağmen
yine de kolay değildir. Çünkü yılanlara nazaran insanlar akıllı, zeki ve
iradeli varlıklardır. Akılları, zekâları ve iradeleriyle tercih yaparlar ve
seçerler. Kimisi “sırât-ı müstakîm”i (doğru yolu), kimisi de bile bile “esfel-i
sâfilîn”i (eğri yolu, suflî yolu) seçer. İşte insanı anlamak, bu kadar zor bir
iştir! Kendi aleyhinde olanı bile anlaşılmaz bir şekilde bilerek tercih eder.
İnsanların
hâllerini, davranışlarını, karakterlerini, huylarını, mizaçlarını, kişilik
özelliklerini, düşünce yapılarını, duygularını, bilişsel ve duyuşsal alanlarını
anlamak için Alexis Carrel, Alfred Adler, Sigmund Freud, Carl Gustav Jung, Jean
Piaget, Muzaffer Şerif, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Erol
Güngör ve Seyyid Ahmet Arvâsî gibi nice psikolog, sosyal psikolog, psikiyatr,
filozof, mütefekkir ve düşünce adamı emek sarf etmiş, araştırma ve inceleme
yapmış, eserler husûle getirmişlerdir. Buna rağmen yine de hiç kimse,
insanların ne zaman ne yapacaklarına dair garanti veremez ve insanları tam
olarak anladığını söyleyemez.
İşte insanoğlu böyle kaygan ve kaypak bir varlıktır (Allah’ın has kulları, sâlih kulları ve muttakî kulları için sözüm meclisten dışarı ve istisnalar hariç olmak üzere) ve insanların kalitesini Allah’tan başka hiç kimse tam olarak ölçemez, hiçbir şekilde takdir edemez. Çünkü niyetleri ve kalplerde olanı hakkıyla ancak Allah bilir. Çünkü Allah Alîm’dir, Basîr’dir, Semi’dir.